Hz. Îsâ’nın ‘milâd’ı ve Hz. Huseyn’in şehadetinin yıldönümünde..
Sünnî müslümanlarda genelde hâkim olan hava şudur: Yahu, Hz. Huseyn Efendimize yapılanlar gerçekten çok acı şeyler.. Peygamberimizin sevgili torunununu öldürmüşler.. Vah vah.. Ama, 1300 küsur yıl öncelerde cereyan etmiş olan bir acıyı bugüne taşımakta ne fayda var..
Hz. Îsâ’nın ‘milâd’ının ve Hz. Huseyn’in sonsuz dirilişe kapı açan şehadetinin yıldönümünde..
Selahaddin E. Çakırgil / Haksöz Haber
Bu günler iki büyük tarihî hadisenin yıldönümleri..
Hz. Îsâ Mesih aleyhisselam’ın milâdının/ doğumunun ve Hz. Huseyn’in ve yârânının Kerbela’daki, ‘ebedî diriliş’ demek olan şehadetinin yıldönümleri..
Hz. Îsa Mesîh aleyhisselamın miladının, -365 günlük güneş takvimine göre hesab edildiğinde-, muhtemelen 2010’nu yılına yaklaşıyoruz.. (Bu miladın katolikler ve protestanlar 24 Aralık’ta olduğuna inanmaktadırlar, ortodokslar ise, 7 Ocak’ta olduğuna.. Bu farklılığa da şaşmamak gerek.. Hz. İsâ aleyhisselamdan 570 sonralarda dünyaya gelmiş bulunan Resul-i Ekrem(S)’in veladeti tarihinin hesablanmasında Müslümanlar da, 12 Rebiulevvel ilâ 17 Rebiulevvel arasında bir görüş farklılığı yaşamıyorlar mı?)
Müslümanların kalblerini hançerliyen, duygularını, beyinlerini felç olmuşçasına şartlandıran ve Hicret-i Nebevî’nin 61. yılında, yani Resul-i Ekrem (S)’in rihletinin üzerinden henüz yarım asır geçmekteyken meydana gelen Kerbelâ Faciası’nın üzerinden ise, şemsî / güneş yılı takvimine göre hicrî-şemsî 1327’nci, 355 günlük ay /qamer yılı göre hazırlanan hicrî- qamerî takvimin ise 1370’nci yılı idrak ediyoruz.. (Bizde, miladî takvim, resmen 1926’larda kabul edilmişse de, kendilerini münevver/ aydın diye niteleyen okumuş sınıflar yazılarında, 1908- Meşrutiyet’inden itibaren, kullanılmaya başlanmıştı.. Ve şimdi hemen bütün müslüman coğrafyalarında kullanılıyor..)
Bizim bugünümüzü de etkilediğinden, bu iki konu etrafındaki bazı hususlara kısaca değinmekte fayda var..
*
Nice müslüman, Resul-i Ekrem (S)’i doğru ve olması gereken şekilde ihtiramla anarken, Hz. Îsâ ve diğer ilahî peygamberler de sanki bizim peygamberimiz değilmiş gibi, onlardan sözederken, sanki sıradan bir insan gibi sözediyorlar.. İbrahîm, Mûsâ, Îsâ vs. şeklinde..
Halbuki, enbiyaullah’ın / ilahî peygamberlerin herbirisi bizim peygamberlerimizdir.
Baqara Sûresinin 285’nci âyetinde yer alan bu ölçü şöyle dile getirilir: ‘Resul ve O’nunla birlikte olan muminler, Rabbi tarafından o’na indirilene inanırlar.. Hepsi, Allah’a, meleklerine, vahylerine ve resullerine inanırlar.. Onun Resullerinden hiçbirisi arasında ayrım yapmazlar (...)’
Acaba, enbiyaullah arasında gerçekten de hiçbir ayrım yapmaz mıyız, yapmıyor muyuz?
Kendimizi şöyle bir süzgeçten geçirelim..
*
Bu anlayış içinde, biz, kendilerini Hz. Mûsâ’nın, Hz. Îsâ’nın bağlısı olduklarını söyleyenlere, o peygamberler adına tesis olunmuş şeriatlerin kutsal bilinen değerlerine ve günlerine, müslüman olarak, katılabileceğimiz noktalar varsa, o sınırlar içinde tebriklerimizi bildiremez miyiz diye düşünüyorum..
Mesela, Hz. Îsâ Mesîh aleyhisselamın veladet gecesini, müslümanlar olarak -ve Kur’an emri gereğince sahiblenerek- biz de kutlayamaz mıyız ve kutladığımızı kendilerini Hz. Îsâ’ya bağlı bilen insanlara da bildiremez miyiz? Ve onlar, bir yüce peygamberin veladet / milâd yıldönümünü kutlamanın bir müslüman tarafından, peygamberlere yakışacak şekilde nasıl da güzel olduğunu gösteremez miyiz?
Ve buna hele de hristiyanlar o kadar muhtaçlar ki..
24 Aralık’tan itibaren, taa 2 Ocak sabahına kadar bir hafta boyunca, dünyayı o yüce Peygamber adına nasıl da bir tımarhaneye çeviriyorlar.. (Elbette kiliselere dolup, orada daha mâkul ölçülerde kutlayanlar, dualar, ilahîler okuyanlar da yok değil..)
Halbuki, biz müslümanlar Hz. Îsâ’nın veladet yıldönümlerini sadece onlara bırakmasak, müslümanca kutlasak, müslümanlara ve de (kendilerine Christ’in yolundan giden ma’nâsında, ‘Christian’ sıfatını veren ve) Hz. Îsâ Mesîh’in takibçisi olduklarını daha fazla iddia edenlere bir güzel örnek oluştursak..
Biz bunu yapamıyoruz; ama, müslüman coğrafyalarında da, belki on milyonlar, yüz milyonlar da dünyadaki çılgınlıkları, ötekilerden geri kalmıyacak şekilde kutlamak adı altında birçok rezaleti irtikab eyliyorlar..
Hz. Îsâ Rûhullah aleyhisselam’ın miladı adına yapılan bu ‘kutlama’ları, sadece biz müslümanlar rahatsız oluyor sanmayalım.. Bizzat hrıstiyanlardan da bu rahatsızlıkları dile getirmiş olanlar azımsanmıyacak derecededir..
Biz bu vesileyle, burada, 80 sene öncelerde vefat etmiş olan Lübnanlı arab-hristiyan Khalîl Jibran’ın ‘el’Evasıf / Fırtınalar’ adıyla 1923’lerde yayınlanan kitabından bir bölümünü aktarabiliriz..
Cibran diyor ki (özetle): ‘Akşam oldu ve karanlık şehri kapladı.. Konaklarda, evlerde ışıklar parıldadı, insanlar yüzlerinde neşe ve gurur emaresi, nefes alıp vermelerinin arasından yiyeceklerin, içkilerin kokusu yayılarak yeni bayramlık elbiseleriyle caddelere çıktılar..
Bense yalnız, bir başına, kalabalıktan uzak, bayramın sahibini düşünerek yürüdüm.. Fakir olarak doğan, tecrid edilmiş bir halde yaşayan, haça gerilerek ölen en müstesna kişiyi düşünerek.. (...)
Umûmî parka vardığımda çıplak ağaç dallarının arasından kalabalık caddelere bakarak, eğlence alayında yürüyen bayramcıların uzaktan gelen şarkılarını dinleyerek tahta bir bankın üzerine oturdum..
Düşünceler ve düşlerle dolu bir saatin ardından başımı yana çevirdiğimde, birden kanapenin üzerinde, yakınımda oturan, elindeki asâsının ucuyla toprağa karışık çizgiler çizen bir adam gördüm.. ‘Benim gibi bir yalnız..’ dedim, kendi kendime.. (...) Bana doğru döndü; derin, sâkin bir sesle; ‘iyi akşamlar..’ dedi.. (...)
‘Bu şehirde yabancı mısın?’ dedim..
‘Bu şehirlerde ve diğer bütün şehirlerde bir yabancıyım ben..’ diye karşılık verdi.. (...)
Bir sessizlikten sonra; ‘Bana ihtiyaç içindeymişsin gibi geliyor, bir iki dirhem kabul etmez misin?’ dediğimde, dudaklarında hüzünlendirici bir gülümsemeyle, ‘Evet ihtiyaç içindeyim, ama, paranın dışında bir şeye..’ dedi.. (...)
Kendi kendime, ‘Ne garib bir adam, kâh filozof gibi konuşuyor, kâh deli gibi..’ dedim.
(...) Deliliğinden emin olmuş bir halde, ‘Şimdi gel, geceyi evimde geçir..’ dedim..
Başını kaldırdı; ‘Eğer benim kim olduğumu bilseydim, davet etmezdim..’ dedi..
‘Kimsin sen?’ dedim.. Sesinde engin suların çağıltısıyla; ‘Ben milletlerin oturttuklarını ayağa kaldıran devrimim. İnsanların yetiştirdiği fidanları söken fırtınayım.. Ben yeryüzüne barışı değil, kılıcı bırakmak için gelenim..’ dedi..
(...) Birden önünde eğilerek yere kapandım, ‘Ey Nasıralı Îsâ..’ diye bağırdım..
O esnada o da, ‘Cümle âlem benim ismim ve geçmiş günlerin ismim etrafında ördüğü âdetler vesilesiyle bayram ediyor. Bense yereyüzünün batısını da, doğusunu da bir gezgin gibi dolaştım, ama, insanlar arasında benim hakikatimi bilen yok..(...)’ diyordu..
O sırada başımı kaldırdım ve baktım.. Önümde duman sütunlarından başka başka bir şey görmedim ve ebediyetin derinliklerinden gelen gecenin sesinden başka bir ses duymadım..’
*
Evet, Cibran’ın bu satırlarında dile getirdikleri, gerçekte, Hz. Îsâ Mesih aleyhisselamla hayâlî bir sohbette dile getirdikleri, çok güzeldir ilginçtir ve kendilerini Hz. İsâ Mesih’in takibçisi olarak gösterenlerin yanlışları da dile getirilmiş olmaktadır..
İyi de, Hz. Îsâ Mesîh aleyhisselam’ı en iyi tanımak, bilmek ve takibçisi olmak durumunda olan biz müslümanlar n’apıyoruz? Kendimiz de bütün ilahî peygamberlerin dosdoğru anlaşılmasında sorumluluk sahibi olduğumuzu, onların herbirisi karşısındaki tavrımızı inancımıza göre ayarlayıp, cihanşumûl bir sorumluluk anlayışı ile hareket etmemiz gerekliliğini nasıl unutabiliriz?
****
Ve... Mazlûm kanının zâlim kılıçlarına ve güçlerine galebe çaldığı Âşûrâ İnqılabı’nda..
Evet, bugün bir diğer yıldönümü de, Kerbelâ Faciası’yla ilgili..
Ne olmuştur Kerbelâ’da, ve nasıl olmuştur?
Ve daha da önemlisi, niçin?
Ama, bu faciada da, müslümanların büyük çoğunluğu, bir vurdumduymazlık içinde..
Belki de, büyük kitledeki bu vurdumduymazlık yüzündendir ki, kendi acılarını, ızdırablarını kendi başlarına çekmek mecburiyetinde olduğunu düşünen acılı kitlelerin, daha bir aşırı duygusallıkla anma törenleri yapmalarına zemin hazırlıyor..
Sünnî müslümanlarda genelde hâkim olan hava şudur:
‘Yahu, Hz. Huseyn Efendimize yapılanlar gerçekten çok acı şeyler.. Peygamberimizin sevgili torunununu öldürmüşler.. Vah vah.. Ama, 1300 küsur yıl öncelerde cereyan etmiş olan bir acıyı bugüne taşımakta ne fayda var..
Kime, ne kazandırır bu?’
Evet, genel yaklaşım böyledir..
Hani neredeyse, erik yemek için ağaca çıkan ve düşüp hayatını kaybeden bir çocuğun kaybından duyulan bir hayıflanma gibi...
Ve dahası, Kerbelâ’da meydana gelen büyük facianın sulandırılması için, 10 Muharrem gününün fezailine, faziletlerine dair yığınla rivayetler..
Ve günün kutlu olmasının fazîletleri meyanında zikredilen bir ‘fazilet’ de, ‘Sevgili peygamberimizin sevgili torununun o gün Kerbela’da şehid edilmiş olması’dır!!..
Ve o ‘fazîletler’ şerefine diye, özellikle İstanbul ve diğer şehirlerde, daha çok da bir bir şehir âdeti olarak yerleşmiş bir geleneğin gereğince hazırlanan âşûre tadlıları/ çorbaları..
Evet, Kerbela Faciası’na yanmak, bugün kime ne kazandırır?
Deniz manzaralı bir villa kazandırmaz, herhalde..
Ve ama, eğer bu anmalar da olmasa, olup bitmiş, bir basit hadise olarak unutulup gidecekti, Kerbela ve mesajı da anlaşılamıyacak, unutulup gidecekti..
Hz. Îsâ’nın miladının bir takvimin başlangıcı olarak belirlenmesindeki manâ, Hz. Îsâ’nın insanlığa verdiği mesajın unutulmaması ise; Hicret-i Nebevî’nin müslüman takviminin başlangıcı olarak kabul edilmesindeki manâ da aynı maksadı gözetliyordu, muhakkak ki.. Ve, Âşûrâ Günü yapılan anma merasimleri için de aaynı hedefin gözetlendiği unutulmamalı..
Haa, bu anma merasimlerinde, her bölge veya ülkenin geçmişten gelen bir takım aşırı davranışlara gelince..
Bu konuda, hattâ bizzat şiî toplumları arasında bile derin ve de eleştirilen farklılıklar bulunmaktadır.. (Sözgelimi, Lübnan ve hele Kerbelâ’da ve de Afganistan ve Pakistan’daki anma törenlerinde sergilenen ve ilk görenleri şaşırtacak derecedeki taşkın döğünme tavırları, İran coğrafyasındaki insanlarca bile yadırganmaktadır veya İran coğrafyasının muhtelif yörelerindeki farklı uygulamalar bile, diğer yöreler açısından şaşırtıcı bulunabilmektedir.. Geçmişte olduğu gibi, bugün de, İİC makamlarının ve ‘ulemâ’nın, aşırı tavırlardan kaçınılması yolundaki hatırlatmaları daima oluyorsa da, bunların pek etkili olmadığı görülmektedir..
Özellikle azerî-şiîler arasında yaygın olam ‘qamazeni’ (başa kama vurularak kanatılması) şeklindeki gösterilerin haram olduğuna dair İmam Khomeynî 25 yıl öncelerde bir açıklama yaptığı halde, bu âdetin gizli- açık çeşitli şekillerde devam ettiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Ve keza, bugünkü İnkılab Rehberi de, çeşitli zamanlarda gerek türbelerde yapılan aşırılıklara ve gerekse o Âşûrâ merasimlerinde yapılan taşkın gösterilere karşı kesinlikle karşı çıkmıştır. Keza, Lübnan’dan Allâme Fazlullah da, ‘müslümanları ilkel bir toplum gibi göstermeye vesile olabilecek mâtem görüntülerinden kaçınılması gerektiği’ni birkaç yıl önce ihtar etmiştir.. Bütün bunlara rağmen, halk kitlelerinin acılarını veya kutsadıkları hususları ifade edebilmek için, kendi gönüllerine göre, bazı sınırları zorlayarak bir takım tavırlar geliştirdikleri ve bu husustaki kontrolün zorluğu da görülmektedir..)
*
Bunları hatırlatışım, bu anma merasimlerindeki tavırların İslam açısından ne kadar geçerli olduğu gibi suallerin özellikle de şiî olmayan müslüman toplumlarında yoğunluklu olarak dile getirilmesinden dolayıdır..
Hele de o kültüre yabancı olanlar açısından, bu şaşkınlık da anlaşılmalıdır..
Ama, bu arada, şiî müslümanların o büyük faciaya tek başlarına sahib çıkacak durumda yalnız bırakılmalarının bir sosyo-psikolojik refleksin de, bu aşırılıklarda rolünün olabileceği düşünülmelidir..
Haccdan yeni gelen ve İslam tarihine de hele de şiî- sünnî konuları açısından ortalamanın üzerinde insaflı bir yaklaşım sergileyen ve sosyo-politik ilimlerde tahsil yapmış bir müslüman bile, Hacc’da şiî müslümanların kendilerini büyük kitleden ayırmak için âdetâ zoraki ağlama törenleri yaptıklarını ve bu ağlayışlarla, neyin hedeflendiğini anlıyamadığını; ümmetin tamamını kucaklayıcı değil, sadece kendi taifelerinin acılarının potasında şekillenen bir vahdet anlayışının sergilendiği iddiasını dile getiriyordu, geçenlerde..
*
Âşûrâ İnkılabı’nın anlaşılmasının yolu, 1370 sene öncelerde Kerbelâ’da hangi acıların nasıl çekildiği ve çektirildiğinden çok, o acıların niçin çekildiği ve çektirildiğini anlamaktan geçecektir..
Çünkü, ‘nasıl’a cevab ararken, filan zâlimlerin falanlara neleri, nasıl yaptıklarının tasvirine girilir.. Elbette ki, o da acıdır, ama, her zulüm sahnesinin anlatılışı da her normal insanı etkiler.. Ve Kerbela’da Faciası da, belki diğerlerinin bir benzeri olarak nitelenebilir.
Amma, ‘niçin’in cevabı aranacak olur ise..
İşte asıl, künhüne vâkıf olunması gereken husus da bu noktadadır..
Çünkü, Resul-i Ekrem (S)’in dünya hayatından çekilmesi üzerinden sadece yarım asır geçmekteyken, onun Ehl-i Beyti, böylesine korkunç ve de dengesiz bir şekilde hedef alınıyordu.. Ki, Kerbelâ’da olanları bir savaş olarak nitelemek de kesinlikle sözkonusu olamaz.. Çünkü bir tarafta, bir küçük kafile, diğer tarafta, onbinlerden oluşan bir Yezid Ordusu..
Orada, Hz. Huseyn ve Ehl-i Beyti’nin ve ‘yârân’ının kılıçtan geçirilmesi, öyle sıradan bir kin, hınç ve düşmanlıkla anlatılamaz.. Görülmelidir ki, orada sergilenen dinmek bilmez, frenlenemez hınç ve kin, gerçekte, Resulullah (S)’ın getirdiği nizama karşı sergileniyordu..
Evet, Resul-i Ekrem’den yalnızça yarım asır sonra..
Mes’eleyi bu açıdan değerlendirmiyenler, o kin ve hıncı da anlayamazlar..
Mes’elenin özü buradadır..
Evet, Kerbelâ’da tasfiye ve bertaraf edilmek istenen, Hz. Huseyn değildi.. Ve O’nun hedefi de, saltanat davâsı değildi.. Kerbelâ, Resul-i Ekrem’in getirdiği dinin hükümlerinin Hz. Huseyn’in kanıyla tefsir edilmesi idi, âdeta..
Hz. Huseyn’in Kerbela’daki qıyâmının asıl hedefini anlayamayanlar herhalde İslam’ı anlamakta da çok zorlanır..
Orada hedef, tekrarlıyalım, Resul-i Ekrem (S)’in insanlığa sunduğu hayat nizamının yokedilmesi, en azından mahiyetinin değiştirilmesi, Resul-i Ekrem (S)’in bertaraf ettiği eski düzenlerin ihyası idi.. Ve Hz. Huseyn, sırf, Resulullah’ın elinden insanlığa sunulan dini, hayat nizamını korumak uğruna kurban olmayı göze alıyordu; göze aldığı saltanat ve iktidara ulaşmak değildi..
*
Konuya bu açıdan bakınca..
Kerbelâ Faciası’nın, yalnızca şiî müslümanlarca anılmasından dolayı daha bir teessüf edebiliriz..
Çünkü, Hz. Huseyn’in Kerbelâ Qıyâmı, yalnız şiî müslümanların değil, sünnî ve hattâ diğer müslümanların da üzerinde durması ve iyi anlaması gereken bir büyük hadisedir..
O halde, konuyu sadece şiî müslümanlara aid bir acı gibi görmek, takdim etmek yanlıştır.
Hz. Huseyn’in Kerbela’dan verdiği mesaj bütün müslümanlaradır ve dahası, bütün insanlara verilmiş cihanşumûl bir mesajdır.. ‘Zilleti, zulmü kabullenenlere yazıklar olsun’ manâsındaki (Heyhat min’ezzilleh..) feryadı veya İmam Cafer-i Sâdıq Hz. lerinin diliyle ifade olunan (küfür ve zulüm oldukça, bütün her yer Kerbela’dır, bütün günler de Âşûrâ’dır..) manâsındaki ‘Külli arz’in Kerbubelâ, Kulli yevm’in Âşûrâ.. ‘ şeklindeki ibarelerin muhatabı, hattâ yalnızca müslümanlar değil, bütün insanlardır ve bu açıdan, cihanşumûldür..
*
Elbette ağlamakla, gözyaşı dökmekle hiç kimse geri gelmiyecektir, kimse de böyle bir kanaat taşımıyordur..
Kaldı ki, mes’ele, illâ da filanın falanca makama gelmesi veya falanın gitmesi de değildir..
Hedef, Haqq anlayışının, kavramının hâkimiyetidir..
Hayatın, güce, gelişen hadiselere değil, Haqq anlayışına göre şekillenmesidir..
Yani, hayatın ‘fiilî durum’a, egemen güçlerin dayattıkları duruma, ‘de facto’ durumuna göre değil; ‘Haqq’ kavramına, hukuk (de jure) anlayışına göre şekillenmesidir..
Ve müslüman, hareketlerinin meşruiyetinin temelini, Kur’an hükümlerine ve Resul-i Ekrem’in emir ve uygulamalarına göre şekkilendiren insandır..Ve Hz. Huseyn’in Âşûrâ Qıyâmı da, Kur’an hükümlerin, Ve Resulullah’ın emirlerinin bir gereğiydi..
Ve orada, Huseyn qıyâm etmeseydi, belki de, biz müslümanlar, hakk hâkimiyeti, adâlet ve özgürlük anlayışını, tarihte kalmış bir masal olarak görmek durumunda kalacaktık.. O bize, bunun bu hedefler uğrunda nasıl mücadele verilebileceğinin bir örneğini göstermiş oldu..
Hareketlerimizin meşruiyet temelini o hükümlerin, o emirlerin ve o qıyâmın oluşturmasına
özellikle dikkat etmek zorundayız.. (Hatırlayalım, İslam İnqılabı Hareketi’nin meşruiyyet temeli olarak kimileri, 1953’de, petrolün millileştirilmesi, kimileri de 1906’daki Meşrutiyet hareketlerini gösterirken, (merhûm) İmam Rûhullah Khomeynî, İslam İnqılabı’nın tarihî kalkış noktası olarak Hz. Huseyn’in qıyâmını göstermişti..)
Aksi halde, ölümünün üzerinden 1400 sene geçtiği halde, bir Ebu Leheb’i Kur’an diliyle ‘iki eli kurusun’ diye lanetlememizin manâsını da anlayamayız..
Çünkü, onun iki eli kurumakla kalmadı, belki her zerresiyle, toz-toprağa karıştı.. Ama, zihniyet olarak Ebû Leheb’ler, Ebû Cehl’ler hâlâ kol geziyorlar ve de Yezid’ler..
O halde, Kerbela Faciası içinden neşv’u nemâ bulan Aşûrâ İnqılabı’nın bütün zamanlara ve mekanlara hitab eden mesajı önemlidir..
Ancaaak, bu mesajın her zaman, mekan ve insandaki yansımaları ve algılamaları çok farklı olabilir.. O halde, ‘Kur’an’ın da, Resul-i Ekrem (S)’in de, Âşûrâ’nın ancak tek bir tefsir ve yorumu vardır ve bunu da ancak biz yaparız..’ gibi bir inhisarcı, tekelci anlayışa düşmeden;, o aslî mesajın gelecek nesillere ve zamanlara ulaştırılmasında da, içinde bulunulan şartlara göre de ve o mesajın ruhuna aykırı olmadığı müddetçe, her müslüman kendisini bulunduğu zaman ve mekanda bir vazifeli bilebilir ve bilmelidir..
Âşûrâ İnqılabı’ndaki o ebedî diriliş iksirinden nasiblenmek ümidiyle..