İbâdetle âdet arasında Kurban Bayramı
Kurbanda esas olanın salt Allah’a kulluk olduğu Kur’an tarafından bize öğretilmektedir: “Kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!.” (Hac: 37)
İbâdet İle Âdet Arasında Kurban Bayramı
Serdar Demirel / Yeni Akit
İbâdet ile âdet arasında şekilsel bir fark yoktur. İkisi de birey ve toplumların nesilden nesile coşkuyla yaşayarak aktardıkları pratiklerdir.
İbâdet ve âdet arasını ayıran ince çizgi ise, ibâdete içkin olan ve âdet uygulamasında bulunmayan niyettir. Yani merkezi kalb olan kulluk bilinci. Rızayı ilâhî arayışı ve teslimiyet esastır ibâdette. Şekil önemli olmakla beraber şekle yön veren ruh önce gelir. Bu yüzden de bir ibâdetten kulluk bilincini çekip aldığınızda geriye sadece âdet kalır.
Nitekim ibâdet formunda nice âdetler vardır. Bu meyanda kimi kurban kesmeler de bir âdettir, şekilsel olarak ibâdet formunda olsa da. ‘Çocukların gözü dışarıda kalmasın’ yahut ‘eş dost ne der’ kâbilinden motivasyonlarla kurban kesmek, toplumsal ibâdet coşkusuna ortak olsa da Allah (c.c)’nün rızasına tâlip olmadığından yapılan âdet hükmündedir.
Kurbanda esas olanın salt Allah’a kulluk olduğu Kur’an tarafından bize öğretilmektedir: “Kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!.” (Hac: 37)
Kurban âdete dönüştüğü zaman da ortaya çıkan şey yemek, içmek ve eğlenmek merkezli et tüketim şenliğidir. Kul olma duygusu bu durumda bilinçlerden uzaktır.
İbâdetlerin âdetlere dönüşmesinin temelinde, İslâm’ı yeteri kadar bilmemek ve dolayısıyla bilme işini ciddiye almamak yatar. “Oku” emriyle başlayan Kur’an-ı Kerim’e, içindeki “Kalem” ismindeki sûreye, o sûrenin; bir harf olan “Nun’a”, “Kaleme ve yazdıklarına andolsun” (Kalem: 1) diye kasem ederek başlayan buyruklarına inanıp da öğrenmemek bir mazeret olabilir mi?
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer: 9) âyeti celilesine iman ettikten sonra bilinçli olarak öğrenmek için çaba sarf etmemek ne menem bir şeydir acaba!
Hâlbuki bilmeden inanmak, inandıklarını korumak, hakkıyla kulluk etmek mümkün değildir. Bunları sağlayacak kadar ilim öğrenmek ‘zaruratı diniyye’den kabûl edilir. Yani her kulun kulluğunu yapmak için muhtaç olduğu miktarda ilimdir bu. Öğrenmeyen kişi Allah (c.c) indinde mesuldur. İbâdetlerimizin Allah (c.c) katında makbul olmasını istiyorsak en azından bunu sağlayacak kadar öğrenmek mecburiyetimiz müsellemdir.
İnsanların her şeye vakit bulduğu bir çağda vakitsizliğin cehâlete mazeret olmadığını söylemeliyiz. İmanımızın rengini, âhiretteki yerimizi belirleyecek o zaruri bilgiye ulaşmak ise hiç de zor değil bugünün şartlarında.
Dinin esaslarıyla ilgili konularda üniversite öğrencilerinin yönelttikleri sorular hayretler içinde bırakıyor insanı. İşi öğrenmek olan üniversitelilerin dahi bu konulardaki cehâleti durumun vahâmetini yeterince göstermeye kâfidir.
Sözün özü, amellerin ibâdet veya âdet olmasını kalpteki niyet belirler. Kulluk bilincinin yaptığımız pratiklerde canlı olması için de ilim ve ciddiyet gerekir.