Şükrü HÜSEYİNOĞLU

18 Aralık 2021

İBRAHİM (A.S.)’IN, MUSA (A.S.)’IN, MUHAMMED (A.S.)’IN RABBİNE İMAN ETMEK

Geçmişten bugüne insanların çoğunluğunun (ekserun nas), yegâne yaratıcı olarak Allah’ın varlığına inandıkları bilinen bir husustur. Bu itibarla da, Rabbimizin hidayet önderleri olarak görevlendirdiği Peygamberlerin (a.s.) risaletlerinin konusu, insanları Allah’ın var olduğuna inandırmak olmamıştır. Bilakis, yegâne yaratıcı olarak inandıkları Allah’ın, hayatın tüm alanlarında yegâne ilah ve rab olduğunun beyanıdır, tüm Peygamberlerin dâvetinin esası.

Bunun için de, zaman içerisinde insanın türlü eksikliklerle malul algı ve tasavvuruyla, zanları ve hevası üzere oluşturulmuş “Allah” algı ve inanışı, bizatihi Rabbimizin kendisini tanıtan beyanlarıyla izâle ve tashih edilmiş, tevhidin temeli olan Allah’a iman akidesi bu izâle ve tashih üzere bina edilmiştir. Kur’an’da, Mekkeli müşriklere ve tabii ki onlar nezdinde her çağın müşriklerine yöneltilen şu ve benzeri sorular ve devamında yapılan açıklamalar hep bu meyandadır:

“Andolsun ki, onlara; ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, muhakkak ki; ‘Allah’ diyeceklerdir. De ki; ‘Öyleyse, Allah'tan başka taptıklarınızı gördünüz mü? Allah bana bir zarar dilese, onlar O'nun zararını kaldırabilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilese, onlar O'nun rahmetini tutabilirler mi?’ De ki: Allah bana yeter. Tevekkül edenler yalnız O'na tevekkül etsinler." (Zümer, 39/38)

Rabbimiz, Kur’an’da kendisine iman, Kur’an tilaveti, cihad gibi konularda “hakkıyla” vurgusunu yapmaktadır. Allah’ın kadrini hakkıyla takdir etmek[1], Kur’an’ı hakkıyla tilavet etmek[2], hakkıyla cihad etmek.[3] İşte Kur’an’ın tüm öğretisi, bu “hakkıyla” vurgusu etrafında biçimlenmiştir. Kur’an bize, hakkıyla takdir edebilmemiz için Âlemlerin Rabbi Allah’ı tanıtmakta, kendisini hakkıyla tilavet etmenin ve Allah yolunda cehd/cihad etmenin esas ve usullerini öğretmektedir.   

İnsanların çoğunluğu, tarih boyu, yaratan, yaşatan ve fakat emretmeyen, hükmetmeyen bir Allah algı ve inanışına sahip olmuşlardır. Nuh (a.s.)'ın helak edilen kavmi de, Semud da, Mekkeliler de, bugünün dünyasındaki egemenler ve kitleler de hakeza bu algı ve inanışı yaşatmaktadır.

İnanılan, fakat kullarına sınır çizen değil, kullarınca kendisine (hâşâ) sınır çizilmeye çalışılan, hâkim değil mahkûm bir Allah algısı. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin, tüm an ve alanların rabbi, hâkimi, meliki değil, yalnızca göklerin ve dar anlamda mâbedlerin[4] rabbi olan, hangi alanda sözünün geçip geçmeyeceğini insanların belirlediği bir Allah algı ve inanışı.

İşte Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde isim ve sıfatlarıyla kendisini bize tanıtmaktadır ki, O’nu sınırlı ve yanılgılara açık algılarımız ve hevamızla değil, hakkıyla tanıyalım ve hayatımızın tüm an ve alanlarında ancak O’nu rab ve ilah edinelim. Birçok kelam kitabında yer alan “Allah’ın varlığı akılla bilinebilir, ancak O’nu vasıflarıyla tanımak ancak vahiyle mümkündür” ifadesi de bu gerçeği ifade etmektedir.

Kur’an’da bu hususta gerçekten dikkat çekici ifadeler vardır. Rabbimiz, “mü’minlerin iman ettiği gibi iman etmekten” söz etmekte, Yakub (a.s.)’ın oğullarının dilinden“İbrahim'in, Yakub’un, İsmail'in ve İshak'ın ilahı” tabirini aktarmakta, Musa (a.s.)’ın, İbrahim (a.s.)’ın, Muhammed (a.s.)’ın Rabbi olarak kendisini insanlara tanıtmaktadır:

“Yoksa Yakub'a ölüm geldiğinde, oğullarına: ‘Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?’ diye sorduğu ve oğullarının da: ‘Senin ilahın ve ataların İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın ilahı olan tek ilaha’ diye cevap verdikleri sırada siz orada mıydınız?” (Bakara, 2/133)

Kısacası, İslam’ın bizlerden istediği Allah’a iman mükellefiyeti; İbrahim (a.s.)’ın, Musa (a.s.)’ın, Muhammed (a.s.)’ın Rab ve İlahına iman etmektir. Yani Allah’a, bizim için hidayet önderleri kıldığı Nebileri gibi, onların vahiyle tanıttığı çerçevede iman etmektir. Bu da açık olarak göstermektedir ki, vahiyle belirlenip biçimlenmemiş olan bir Allah inancı, İslam açısından makbul bir iman değildir. İşte geçmişte ve günümüzde insanların temel sorunu, ilhadı budur ve dolayısıyla öncelikle tashih edilmesi gereken husus da budur.

Yaratan, Yaşatan ve Emreden Rabbe Kulluk/İtaat Dâveti

İnsanlığa son hidayet rehberi olarak bildirilen Kur’an-ı Kerim, Âlemlerin Rabbini bize isim ve sıfatlarıyla olduğu gibi, Nebilerin dilinden de tanıtmaktadır. Böylece bizi, kendi hidayete muhtaç algılarımızla ve hevamızla tanımladığımız, yani kendi kendimize yontmuş olduğumuz bir rab inanışı yerine, Nuh (a.s.)’ın, İbrahim (a.s.)’ın, Musa (a.s.)’ın, Muhammed (a.s.)’ın Rab ve İlahına iman etmeye dâvet etmektedir.

Zira insanlar, kendi algı ve hevalarıyla yontmuş oldukları rabbe her ne kadar “Allah” ismi veriyor olsalar da, gerçekte bu rab algı ve inanışının Âlemlerin Rabbi Allah ile bir ilgisi bulunmamaktadır.

Her şeyden önce, yukarıda da belirttiğimiz gibi kitlelerin rabbi, insanlar için sınır çizen, itaat mercii egemen bir rab değil, kendisine sınır çizilen, itaatkâr bir rabdir. Oysa Nebilerin insanları kendisine dâvet ettiği Âlemlerin Rabbi Allah, el-Hak olarak hakkın, hakikatin yegâne kaynağı, yegâne yol gösterici, hüküm ve itaatin ana mercii, yaratan ve yaşatan olduğu gibi emreden egemen bir Rab ve İlahtır. İşte İslam ile gerek kadim, gerekse modern câhiliyenin ayrıştığı temel husus burasıdır.

Bizler, bugün kitlelere İslam dâvetini teklif ederken, bu temel ayrışmayı izahla işe başlamak ve Rabbimizi tıpkı Nebilerin tanıttığı gibi tevhid akidesi üzere tanıtmakla mükellefiz. Nuh (a.s.) da, İbrahim (a.s.) da, Musa (a.s.) da, İsa (a.s.) da, Muhammed (a.s.) da ve tabii ki diğer tüm Nebiler de evvelemirde bunu yapmıştır. Hepsinin dâvetinin esası “Yalnızca Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur” çağrısıdır. Bu çağrı düzleminde, insanlara Âlemlerin Rabbi Allah’ı tanıtacak açıklamalar yapmışlardır.

“Hani İbrahim, babasına ve kavmine: ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti. ‘Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler. İbrahim: ‘Peki’ dedi, ‘yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?’ Şöyle cevap verdiler: ‘Hayır, fakat biz babalarımızı böyle yapar bulduk.’ İbrahim dedi ki: Şu halde ister sizin, ister önceki atalarınızın neye taptığınızı düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi hariç. O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur.” (Şuarâ, 26/70-82)

Görüldüğü üzere İbrahim (a.s.), toplumuna içerisinde bulundukları şirkle/putperestlikle ilgili muhalefetini dile getirdikten sonra, onlara Âlemlerin Rabbi Allah’ı tanıtmaktadır. Dikkat edilirse, İbrahim (a.s.) bu kısa açıklamasında, Âlemlerin Rabbi Allah’ı, dünya ve âhiret hayatında kendisine yönelinecek, sığınılacak, yol gösterici kabul edilip itaat ve ittiba edilecek, af ve mağfiretin, şefaatin ancak kendisinden bekleneceği yegâne merci olarak tanıtmaktadır. Birkaç kelimede özetleyecek olursak; Allah, dünya hayatının hak meliki[5], âhiret hayatının da yegâne mâlikidir.[6]

Yine İbrahim (a.s.), insanlık tarihinin yaygın hurafelerinden olan “gök tanrı”, “göklerin rabbi” inanış ve anlayışı karşısında, muhataplarına Âlemlerin Rabbi Allah’ı şöyle tanıtmaktaydı:

"(İbrahim) Hayır, dedi, sizin Rabbiniz, yaratmış olduğu göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim." (Enbiyâ, 21/56)

Kendisini Mısır mülkünün ve insanlara yol gösterip hükmetme hakkının sahibi, en üstün otorite (ulu rab)[7] ilan eden o günün Mısır Firavununa, Musa (a.s.), Âlemlerin Rabbi Allah’ı şu şekilde tanıtmaktaydı:

“Firavun: ‘Sizin Rabbiniz kimdir ey Musa?’ dedi. Musa dedi ki: Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolu gösterendir.” (Tâhâ, 20/49-50)

Böylece Musa (a.s.), Allah’ın yaratma ve yaşatma olduğu gibi, yol gösterme ve emretmenin de kendisine ait olan egemen bir rab olduğunu, dolayısıyla O’nun mülkünde rablik (üst otorite, egemenlik mercii, yol gösterici olma) iddiasında bulunmanın hadsizlik ve tuğyan olduğunu Firavun’a ifade etmiş oluyordu.

“‘Ben, sizin ulu rabbinizim (en yüce, üstün otoriteyim)” sözü o günün Mısır Firavununa ait olsa da, bu tuğyan onunla sınırlı değildir. Dün de, bugün de, Âlemlerin Rabbinin yol göstericiliğine, hayat menbaı ölçülerine tâbi olmayan, insanlar arasında o ölçülerle hükmetmek yerine, kendi hevalarından ürettikleri prensiplerle Allah’ın kullarını yönetmeye kalkışan tüm merciler, hal diliyle aynı şeyi söylemiş olmaktadırlar.

Buna karşılık, tarih boyunca Nebiler ve onların izleri üzere hareket eden dâvetçiler her zaman bu tuğyana karşı çıkmış ve yegâne rabbin (en üst otorite, talim-terbiye ve yol göstericiliğin sahibi ve egemenlik merciinin) ancak Âlemlerin Rabbi Allah olduğunu ifade etmişlerdir.

İnsanlığa yönelik nihai Rabbani yol göstericiliğin elçisi olan Muhammed (a.s.) da, kendisine ancak aracı yarı-ilahlarla ulaşılabilen uzak bir ilah ve egemenlik ilişkilerine müdahil olmayan, salt göklerin ve Kâbe’nin (mâbedin) rabbi şeklinde bir Allah inancına sahip olan Mekkelilere, yaratmanın olduğu gibi emretmenin de kendisine ait olduğu egemen bir rabbe[8], insana şah damarından da yakın olan[9], hayatın hiçbir alanında şerik kabul etmeyen, yegâne hak İlah ve Rab olan Allah’a iman ve itaat dâvetinde bulunmuştur.

İnsanların, Allah’a dair tarihsel süreçte türlü muharref inanışlarla, zan ve kulaktan dolma bilgilerle, hevalarıyla biçimlendirdikleri algılarını yıkarak, bizatihi Rabbani beyanlarla doğru bir Allah algı ve inanışını ikame etmiştir.

Bugün de, egemenlerin ve kitlelerin Allah’a dair algı ve inanışları ile, Kitab-ı Kerim’de bize isim ve sıfatlarıyla bizatihi kendisi tarafından tanıtılan Allah inancı arasında dağlar kadar fark vardır. Bugün egemenler de, onların destekçisi durumundaki kitleler de, maalesef İbrahim (a.s.)’ın, Musa (a.s.)’ın, Muhammed (a.s.)’ın Rabbine iman etmekten uzak bir durumdadırlar. Dolayısıyla da hem egemenler, hem de kitleler, Allah’ı tevhid akidesi üzere tanıma dâvetine muhtaçtırlar.

İslam dâvetçileri olarak, insanlara öncelikle iletmemiz gereken mesaj, “Tağutların/tağut düzenlerinin hevaları üzere tanımlayıp sınırını çizdikleri, göklerin ve dar anlamda mâbedlerin rabbine değil, Nebilerin Rabbine, İlahına iman edin” mesajı olmalıdır.

Zira kitleler, tağutların hevalarıyla tanımlayıp sınırını çizdikleri mevcut mahkûm ilah inanışını, Allah’a iman diye algılamakta, dolayısıyla da kendilerini iman üzere, İslam üzere zannetmektedirler. Bu köhne, çürük, çarpık binayı yıkamaz ise, gönüllerde ve zihinlerde onun yerine hakkı ikame edemeyiz.

Rabbimiz Bakara sûresi 137 ve 13. ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar, dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/137)

“Yine onlara; 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin' denildiğinde: 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?' derler. Bilin ki, gerçekten düşük akıllılar asıl kendileridir, fakat bunu bilmezler.” (Bakara, 2/13)

Evet, iman esasları, Rabbimiz tarafından vahiyle bildirilmiş, tüm Nebiler muhataplarına vahyin bildirdiği üzere imanı öğretmiştir. Yegâne sahih ve makbul iman budur. Vahye dayanmayan, şu veya bu ölçüde insan algı ve hevasıyla şekillenen bir inanış, asla Rabbimizin insandan istediği iman değildir. İman edenler gibi iman etmektir, olması gereken.

Mekke egemenlerinin, iman dâvetine karşı ayette bildirilen tavrı, yani 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?' şeklindeki tutumları, onların tekebbür ve tuğyanlarını ortaya koyar niteliktedir. Bu açıdan da, dünden bugüne değişen bir şey olmadığını görmekteyiz. Bugünün egemenleri de farklı bir tutum içinde değildir.

Bu tekebbür ve tuğyan, onları takvadan alıkoymakta ve Ebu Cehillerin, Vail b. Asların, Velid b. Muğirelerin “imanı” ile, Haticelerin, Sümeyyelerin, Ebu Bekirlerin, Alilerin, Musabların (r.a.) imanı arasındaki dağlar kadar farkı fark edememektedirler. Asıl acı olan ise, kitlelerin de bu farkı fark etmiyor olması yahut bizim onlara fark ettirmeyi henüz başaramamış olmamızdır.

Makalemizi, Rabbimizin şu beyanlarıyla noktalayalım:

“De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mı arayacağım? Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” (En’am, 6/164)

“De ki: Ben ancak, bu şehrin (Mekke'nin) Rabbine -ki O, burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum. Her şey O'na aittir. Bana Müslümanlardan olmam ve Kur'an okumam emredildi. Artık kim doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiş olur, kim de saparsa, ona de ki, ben sadece uyarıcılardanım.” (Neml, 27/91-92)


[1] “Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyâmet günü yer tamamen O'nun avucundadır ve gökler sağ elinde dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” (Zümer, 39/67, Ayrıca bkz: Hac, 78/74

[2] “Kendilerine vermiş olduğumuz Kitab'ı hakkıyla okuyanlar, işte onlar ona iman ederler. Kim de bunu inkar ederse kesin zarara uğrayanlar işte onlardır.” (Bakara, 2/121)

[3] “Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dininde olduğu gibi. Allah bundan daha önce de, bu Kur'an'da da sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi, ki elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız. O halde namazı ikame edin, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı.” (Hac, 22/78)

[4] Günümüzde mâbedlerde dahi, “resmi din” uygulamalarıyla rabliğin/egemenliğin Allah’a bırakılmadığı aşikârdır. Türkiye’de laik düzenin “din kurumu” durumundaki Diyanet eliyle câmilerde sürdürülen “dini pratik” bu durumun en bariz örneklerinden biridir. Laik düzen, Diyanet vasıtasıyla açık şekilde “İslam benim işleyişime müdahil olamaz, ancak biz İslam’a ve onun ibâdetlerine dilediğimiz şekilde müdahil oluruz” demiş olmaktadır.

[5] “Yegâne hak melik olan Allah yücedir…” (Tâhâ, 20/114)

[6] “Din (hesap) gününün mâlikidir.” (Fâtiha, 1/4)

[7] “(Firavun): ‘Ben, sizin ulu rabbinizim (en yüce, üstün otoriteyim)’ dedi.” (Nâziat, 79/24)

[8] “Dikkan edin, yaratmak da, emretmek de Allah’a mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah’ın şanı ne yücedir.” (A’raf, 7/54)

[9] “Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16; Ayrıca bkz: Bakara, 2/186)

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2021 sayısında yayınlanmıştır.)