İbrahimî Hacc ve de qurbe-t`en `lillah`, kurban..
Hacc ibadeti, İbrahîm Khalil’ur’Rahmân(as)’ın sünnetinin tekrarıdır ve onun müslümanlarca tekrarının farziyeti de, ondaki hikmetlerin bütün zamanlar boyunca canlı tutulması içindir de.. İbrahîm (as) nasıl ki, Nemrud’a karşı çıkmak uğruna ateşe atılmayı bile göze almışsa, müslümanlar da bütün zaman ve mekanların ‘Nemrud’larına, nemrudluklarına karşı çıkmak cehdiyle donanmalıdırlar.
Selahaddin Eş Çakırgil
‘Hacc ibadeti’ni yerine getirmek için Hicaz’a giden milyonlarca müslüman, -hacc mekanlarının yönetimini (fiilen) 100 yıldan fazla zamandır ele geçirmiş bulunan Sûud rejiminin hesabına uygun olarak,- bugün (Salı), Arafat’ta ‘vaqfe’ halinde bulunacaklar, akşama doğru Muzdelife’ye (Meş’ar’a) doğru yola çıkacaklar ve geceyi Muzdelife’de geçirip, Çarşamba sabahı da Mina’ya gelip bayramın 1. gününü idrak edecek, kurbanlarını kesecek ve şeytan taşlama ve sonra Mescid-ul’Haraam’a dönüp, Kâbe’yi tavaf gibi, diğer ‘menasik ve feraiz-i hacc’ı yerine getirip, Hacc mekanlarından ayrılacaklar.. Birçok ülkede (bu arada Türkiye’de) ise, sırf hesab farklılığından dolayı, Perşembe günü bayram yapılacak.. Maalesef, müslümanlar bu konuyu hâlâ da halledemediler. Gerçekte ise, Ramazan ve Hacc gibi ay’ın hareketine bağlı ibadetlerin zamanının belirlenmesi ve de Hacc mekanlarının oluşturulacak bir, ‘Dünya Müslümanları Ortak Ulemâ Şûrâsı’ eliyle yönetilmesi ve hiçbir ülkenin orada hâkimiyet kuramaması gibi bir statüye kavuşturulması en âcil ve zarurî gereklerdendir.. Müslümanlar o kutlu mekanlara, Beytullah’a, Evsahibi’nin (Allah’u Tealâ’nın) davetlisi olarak gitmektedirler, şu veya bu sultan veya rejimin değil.. Onun için de müslümanların, oraya girmek için, oraları ele geçirmiş gücün meşrûiyetini düşünmeden onun iznini, vizesini almak ve onun istediğine göre alınacak güvenlik tedbirleri çerçevesinde hareket etmek mecburiyetinde olmaması gerekir..
Bunun yerine, oluşturulacak öyle bir ‘ortak şûrâ’nın yönetim hakkını, yetki ve kararlarını kabul edeceğini, halkı müslüman ülkelerin hükûmetlerinin herbirinin de taahhüd etmesi gerekir.. Yoksa, bir ‘zorbalığa teslimiyet’ durumu ortaya çıkar.. Bu da, ‘putkıranların pîri Hz. İbrahîm’in sünnetine de, ‘İbrahimî Hacc’ın rûhuna da aykırıdır.
Hacc ibadeti, İbrahîm Khalil’ur’Rahmân(as)’ın sünnetinin tekrarıdır ve onun müslümanlarca tekrarının farziyeti de, ondaki hikmetlerin bütün zamanlar boyunca canlı tutulması içindir de.. İbrahîm (as) nasıl ki, Nemrud’a karşı çıkmak uğruna ateşe atılmayı bile göze almışsa, müslümanlar da bütün zaman ve mekanların ‘Nemrud’larına, nemrudluklarına karşı çıkmak cehdiyle donanmalıdırlar. (Nemrud, Hz. İbrahîm’e, ‘Senin beni çağırdığın Allah’a inanırım; amma, benim iktidarıma, hükûmet ve saltanatıma müdahale edilmemesi şartıyla..’ diyerek, laik düşünce tarzının ilk örneklerinden olduğunu ortaya koymuştu..)
İbrahîm Khalîl-ur’Rahmân, vahy-i ilahî kaynaklı bütün dinlerin ortak ve cihanşumul bir ismidir. Allah’ın dini de bütün zaman ve mekanların bütün insanlarını muhatab almaktadır.. ‘Muhammed İqbâl’in belirttiği üzere, ‘Bütün dünya ve bütün âlemler bizim Rabbimizindir, Allah’ındır.. Bizim kalbimizde, Hind, Şâm veya Rûm (Anadolu) diyarlarının sevgisi yoktur; bizim için, İslâm’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’
Hacc ibadeti, bize bu cihanşumûl duygunun bir diğer ölçüsünü daha vermektedir, vermelidir.
Bu bakımdan, İslâm’ın hele de Hacc vesilesiyle bize verdiği ‘vatan ve millet’ anlayışını kendi anlayışlarımızla gözden geçirmeliyiz.. Yani, ‘aynı inancı paylaşanlar topluluğu’ mânasında, bütün ırk, renk, kavim ve cinslerden oluşan bir ‘Millet-i İbrahîm, İslâm Milleti’ idraki.. Ve, dünyanın, Allah’ın hükümlerinin hayata hâkim kılındığı coğrafyalar mânasında ‘Dâr’ul İslâm’ /’İslâm vatanı’ veya ‘Allah’ın hükümlerine karşı çıkmak üzerine dayalı ideoloji ve düşüncelerin tahakküm ettiği topraklar’ mânasında ‘Dâr’ul Harb ‘/ tâgût diyarı..
‘Kurban ve İbrahîm’ kıssası, ‘vahy-i ilahî’ kaynaklı bütün dinlerde de vardır. Bu bakımdan, ‘kurban’ı, bir ekonomik güç göstergesine dönüştürmeden veya ‘Hakk için kurban, küp için kavurma..’ tekerlemesine fedâ etmeden, İslâm’ın cihanşumûllük ve diğer güzel, uyandırıcı mânalarının yansıması için bir fırsat olarak (ve elbette mekandan münezzehlik idrakiyle) ‘Allah’a (kalben-fikren) yakın olmak (qurbe-t-en’lillah)’ niyetiyle değerlendirmeliyiz.
Hz. İbrahîm (as) -genelde kabul edilen rivayetlere göre,- 100 yaşındayken, bir ‘kenize’/köle olan Hâcer’den olma ilk çocuğu İsmail’in sevgisiyle, âdetâ kendinden geçmişti. (Kâbe’nin bir köşesindeki ‘hilâl’ şeklindeki mekân, ‘Makaam-ı Hicr/Hacer’in makamı’ olarak anılır.. Evet, insanların köle olarak niteledikleri bir kadın’a verilen makamın, Kâbe’nin bir parçası olarak korunması, derin mânalar taşır.. Yahudiler, kurban edilmek istenenin İsmail değil, İshak olduğunu ileri sürerler. Çünkü, onlara göre, köle bir kadının çocuğunun asaleti olmaz. Yahudilikte neseb bağının, baba değil de ana yoluyla devam ettiğini de hatırlayalım..)
Hz. İbrahîm’in, İsmail’ine derin ve sınırsız bir aşkla bağlanmasına karşı; ‘evlad’u iyâl’in ancak bir imtihan olarak değerlendirilmesi ve bunların insana Allah’ı unutturmaması için, yani, insanları terbiye etmek içindir de, Hz. İbrahîm’e verilen o kurban emri..
Gerçekte, bu, hepimize, sevgilerimizi, aşklarımızı, tutkularımızı, muhabbet veya nefretlerimizi, Allah’ın dininin ölçülerine göre ayarlamamız gerektiğine dair bir ihtar mahiyetindedir: ‘Ey sen.. Senin İsmail’in nedir? Evlâd’u iyâlin mi, malın mülkün, makamların mı, şan ve şöhretin mi? Gayrimeşrû güçlerce cilalanıp yüceltilen ‘soy-sop, kavim, vatan, bayrak, vs’ kavramlar mı? Sen de onları, Allah’ın dinine göre yerli yerine oturtmayı göze alabiliyor musun? Sen de onları değerlendirmekte yanlışta isen, Allah rızâsını kazanmak için fedâ ve kurban etmeyi göze alabiliyor musun?’
Bu mânaları düşünmüyorsak, kendimize de yazık etmiş oluruz, kurbanlarımıza da..
xxx
Bu vesileyle, bırakalım, başkalarının ne dediğini ve diyeceğini; ama, şu kurban kesimlerindeki kabalıklardan, çirkinliklerden, dehşetli tablolardan, hijyen şartlarına riayet etmeyişlerden, kaçınmamız gerektiğini, Allah’ın dininin bir gereği olarak düşünmeli değil miyiz? Hele kurbanlıkları iyi bağlamayıp, bıçağı yeyince ipini kırıp kaçan hayvanların etrafa saçtığı dehşet!! Bu gibi hususlarda, başkalarının kınamasını değil, ama, Allah’ın kınamasını esas almalı, yalnız Allah rızasını gözeterek kestiğimiz kurbanı, başkalarına zulmetmemek, başkalarını ürkütmemek, korkutmamak, bize saldırmaları için onlara fırsat vermemek dikkati içinde olmamız gerekmez mi? Keza, etrafın, kan ve bağırsak artıklarıyla kaplanmasına vesile olmak gibi konularda, gerekli dikkati müslümanların bizzat göstermesi ve buna riayet etmeyenleri bizzat müslümanların ikaz etmesi gerekmiyor mu? ‘Allah’ın bütün yarattıklarına merhametle muamele etmek’ şeklindeki ruh inceliğini, bize başkaları mı hatırlatmalı, yoksa bizzat kendimiz mi, diğerlerine bu konuda örnek oluşturmalıyız?
Bu hususları şimdiden düşünmeli, kurban keseceklere bu hususları bizzat biz hatırlatmalıyız..