İçyer: Bizler tüm resûller gibi önce emin kişiler olmalıyız
İktibas Dergisi`ne konuşan Yalçın İçyer: `Temsil bizim en temel sorumluluğumuz. Bizler tüm resûller gibi önce emin kişiler olmalıyız. Bu toplum emin ve dürüst insan hasreti içinde. Sözünde duran, insanları dolandırmayan, ahlaki sınırları gözeten ve adab-ı muaşerete riayet eden Müslümanlara hasret. Bu konuda çok yol almamız gerekiyor.`
“Cumali Hoca” diye de tanınan Yalçın İçyer ile, Almanya’daki dâvet çalışmaları ve Avrupa’daki toplumsal durum, insanların İslam’a bakışı, İslam’a yönelimin ne düzeyde olduğu, İslamofobi ve Avrupa toplumları üzerindeki etkisi, İslam dünyasından gelip yerleşmiş gurbetçilerin yeni kuşaklarının durumu gibi konularda söyleşi gerçekleştirdik. Avrupa'da İslâm‘ınhızla yayıldığını kaydeden İçyer, “Bunun sebebi insanların ve özellikle düşünen insanların demokrasi, sosyalizm, modernizm ve çağdaşlık gibi izmlerin artık mutluluk getirmediğine olan kanaatı. Almanya’da istatistiklere göre yılda dört bin kişi Müslüman oluyor. Ve çoğuda eğitimli kültürlü kişiler” tesbitini yapıyor.
Almanya’da yılda dört bin kişi Müslüman olduğunu kaydedenYalçın İçyer:
Avrupa'da İslâm hızla yayılıyor
Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu / İktibas Dergisi
Hocam yıllardır Almanya'dasınız ve İslami dâvet çalışmaları yapıyorsunuz. Almanya maceranızı, başlangıcından bugüne kısaca özetleyebilir misiz?
Kainattaki her şeyi emrimize veren âlemlerin Rabbine Hamdu senâlar etmek kulluk görevimizidir. Hamd etmeyi yaşayarak bizlere Sünnetiyle öğreten son Resûle, Ehl-i beytine ve Ashâb-ı kiramına salât ve selam olsun. Rabbim onların yolunda gidenlerden razı olsun, bizi de onlardan eylesin. Sözüme şu iki âyetle başlamak istiyorum, çünkü bu iki âyet buraya gelmemde çok etkili oldu. “...وَمَنْ يَتَّقِ اللّٰهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجاًۙ .وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِه۪ۜ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْراً
“...Kim Allah'tan sakınırsa, onun için bir çıkış yolu vareder.
Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur..”(Talâk, 65/2-3)
Almanya maceram şöyle başladı. Ankara Demetevler lisesinde Din Kültürü ve Ahlak bilgisi öğretmeniydim. Beş çocuğum vardı. Ankara’da çeşitli çalışmalar yapıyorduk. Lise ve Üniversite çapında öğrenci evlerimiz vardı. 11 Eylül cuntası öğretmenlerin etmesi gereken bir yemin çıkardı. Ben buna yemin demiyorum benim nazarımda bu ‘bir dine veya ideolojiye şehâdet etme’ anlamı taşıyordu. Bunu şirk kabul ettiğim için istifa ettim. O zamanki yasalar gereği üç aylığına zorunlu askere götürüldüm, Mart 1983’te. İtiraz edip geç gittiğim için bir hafta ceza verdiler. Ve oradaki askeri yemine de itiraz edip protesto ettim ve elle bildiri yazıp dağıttım. Kim bu imzayı atarsa müşrik olur dedim. Bu sebeple bir hafta daha ceza yedim. Benim bölüğümdeki çoğu kişi üniversite mezunuydu. İlahiyattan ve İslâm Enstitülerinden mezun arkadaşlar, doçentler, müdürler…
Her hafta bir kişinin hutbe versin diye aramızda konuştuk. İlk hutbe sırası bana düştü. Arkadaşlar dediler ki “Yalçın sen bu işi beceriyorsun, hutbeleri sen ver.” Normalde yasak olmasına rağmen arkadaşların da teveccühü ile bu görevi ben aldım. Ardından beni bazıları valiye ve Burdur müftüsüne şikayet etmişler. Üç buçuk ay, bu ve benzeri sebeplerden baya maceralı geçti. Bu arada bizimle kısa dönem askerlik yapan Almanya’dan gelen arkadaşlar vardı. Cesaretli hutbelerime bakarak benden ders talep ettiler. Onlarla her gün ders yaptık. Dediler ki “Hocam sizi Almanya’da görmek isteriz, orada çok ihtiyaç var. Seni oraya davet edelim.”
İşte Almanya maceramın ilk ayağı burada-Burdur'da-başladı. Lakin iki sebepten dolayı kabul etmedim. Birincisi, İslâmi mücadelenin yerli olmasına inanıyordum. Bu sebeple Almanya’ya hiç kimsenin gelmesine vesile olmadım. O zamanki İslami dergilerin hepsine bir yazı yolladım. Yazımı sadece Mektup dergisi yayınladı. Şöyle söyledim: “Kimse buralara gelmesin. Burada bir şey yoktur.” Lakin Almanya’ya gelip buradaki ihtiyacı gördükten sonra fikrim değişti. İkincisi ise o dönem Almanya’da çıkan bazı dergileri takip ediyordum. Almanya’da Müslüman aileler arasındaki cemaat kavgaları çok üzücüydü. Zaten 1971-1983 yılları arasında süren İslâmi mücadelemde çokça bu kavgalardan muzdarip olmuştum.
Cemaatlar arası kavgalardan nefret ediyordum. Ve halen aynı kanaattayım, hutbelerimde herhangi bir cemaata atıp tutmam, tarafgir olmam. Onun için red ettim. Askerlik bitince Ankara’ya geri döndüm. Birgün Almanya’dan bir mektup geldi. Dortmund Üniversitesindeki öğrencileri ve Müslüman çocukları okutmak üzere davet edildim. Hüseyin Kamil abimiz vardı, dedi ki “Yalçın gitme.” Hüseyin abi, hem Türkiye’de ve hem de Almanya'daki Milli Görüş hareketinin banilerindedi. Hatta Cemaleddin Kaplan’ı da o oraya davet etmişti. Ve benim gelmemi istemedi. Dedim “Bir gidip bakayım, iki üç ay sonra geri gelirim.” Böylece 29 Mayıs 1986 yılında Almanya maceram başladı. Köln’e Cemaleddin ve Polat Hocaların İslâm merkezine geldim. Beni 1 Haziran'da Essen'de küçük bir mescide yolladılar. O tarihten beri, yani 34 yıldır aynı adreste çalışmalarımıza devam ediyoruz. Almanya’ya geldiğimgünden beri yer değiştirmeyen ve çizgisini de değiştirmeyen hoca derler bana.
Dâvet çalışmalarınızdan kısaca söz eder misiniz? Çalışmalarınız beklediğiniz ilgi ve karşılığı buluyor mu?
İlk geldiğimde Cemaleddin Kaplan’ın mescidinde çalıştım. Cemaatın fikri yapısı ve çalışmaları bana göre çok ayrı olmasına rağmen buradaki amcaların samimiyeti ve herkes tarafından sömürülmeleri beni onlara yardımcı olmaya mecbur bıraktı. Hatta üniversiteyi de bu sebepten ihmal ettim. Kaplan ve Polat Hocalar, Allah ikisine de rahmet etsin, ne sağlam bir fikre ne de sağlam bir çalışma sistemine sahip değildiler. Bu konuda onlarla özel konuşmalar yaptım, mektuplar yazdım. Ama pek faydalı olmadı. Okuduğum İslami eserler bana şunu öğretmişti: “Bir çalışmanın yürümesi için beş şart gerekiyordu. Sağlam fikir, sorumluluk yüklenen elemanlar, gerekli plan, istişare ve yerli yerince kullanılan mali destek ve itaat. Maalesef bunların çoğu eksikti. Gurbetçi amcaları, onların çocuklarını okutmaya başladım.
Tüm hocalar 1.300 Mark maaş almalarına rağmen ben almayı reddettim. Bir abimiz “Yalçın memur maaşını reddetti, parayla namaz kıldırıp zengin oldu” demiş. Kulağı çınlasın. Hiçbir zaman mescitten maaş almadım. Şu anda bile almıyorum. Emekli maaşım (Türkiye’den) ve kitap satan firmamla geçimimi sağlıyorum. Elhamdulillah. Çalışmaların süreklilik arzetmesi olması kanaatiyle 1989’da kararlarımı yeniden gözden geçirdim. Avrupa’da mı kalacaktım yoksa geri mi dönecektim? Hâlihazırda burada çalışmalara başlamış olmam ve buradaki ihtiyaç sebebiyle kalmaya karar verdim. Burada yerli olmuştum.Kardeşlerime söz verdim. Hatta ölürsem de beni burada defnedin diye vasiyet ettim. Cenazemin Türkiye’ye götürülmesini istemiyorum, hala böyle düşünüyorum. Onun için cenaze firması açan hoca arkadaşlar bana çok kızdılar. Çalışmalarımızı maddeler halinde şöyle sıralayabilirim:
-İlk dönemler camide çocuk okutuyordum. Cemaatin çeşitli merkezlerinde sohbet ediyordum. Bu arada dergide yazılarım yayınlanıyordu. Benim asıl kendimi vermek istediğim çalışma, içeriğini hazırladığım İslâmi Şahsiyet Çalışmaları, İslâmi Kavramlar ve hazırlığını sürdürdüğüm ‘Nüzul Sırasına Göre Kur'ân Tefsiri.” Bu çerçeveler benim gerçek alanımdı. İlahiyatta da Tefsir ve Hadis bölümünü bitirdim. Temel kaynak Kur'an benin dünyam oldu. İlahiyat hocalarım ve Şeyho Duman Hocamın bunda büyük payları vardır. Bulunduğum bölgenin şehirlerinde Kur’ân gruplarım vardı. Yine dört üniversitede oda tahsis edilmişti, gençlerle yukarıda bahsettiğim konularda dersler yapıyorduk. Arap kardeşlerimizle ilişkilerimiz çok canlıydı. Üniversitede Cuma Hutbelerini Arapça ve Türkçe ben yapardım.
-Rahmetli Cemaleddin Hoca halifeliğini ilan etti ve biat şartı koştu. Bana göre çok komikti, bunu kendilerine izah ettim. Ama kabule yanaşmadılar. Ve halifeye biat etmeyenleri, müşrik ilan ettiler. Böylece bizi tekfir ettiler, yollarımız ayrışmış oldu. Türkiye’deyken daha bir prensip edinmiştim; ‘Kendisini İslâmi gören hiç bir cemaattan adam ayırmayacağım, düşüncesi ne olursa olsun.’ Bu yüzden karşılıklı bir ayrılma oldu bizim için. Ardından ders yaptığım gençleri topladım ve dedim ki “Kardeşler durum budur. Ben artık bu cemaatla yürüyemem. Siz kendi cemaatınızda devam edin. Ben kendi başıma düşünürüm ne yapacağımı.” Gençler “Hocam biz de seninle olacağız” dediler. Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı benim Almanya’daki öğrenciliğimi iptal etti. Türkiye’ye de gelemiyordum. Burada kalmamın bir sebebi de bu oldu. Böylece iltica ettim. Mescidin yanında bir bina vardı. Orası kiraya çıktı. Gençler tutalım dedi. Tuttuk. Daha sonra satın aldık, mescidi genişlettik. Askerde tanıştığım ve beni buraya davet eden kardeş, Allah ondan razı olsun çok yardım etti. Genelde binalar kredi ile alınmasına rağmen biz elhamdulillah girmedik. Kimseden para dilenmeden ve tabii ki krediye girmeden caminin işlerini hallettik. O gün bugün hala o mescitteyim, çalışmalara devam ediyoruz.
-Almanya’da maalesef ki halen devam eden bir hastalık ‘okumama kanseri’ var. Onun için çevremde ilk önce bunu yıkmaya çalıştım. Okumayı sevdirmek için gençlerle kitap kulüpleri, kitap okuma yarışmaları yaptık. Halka açık pazarlarda kitap masaları oluşturduk. Ayrıca mescide bir kütüphane ikame ettik. Bunun yanısıra gayri müslimleri İslâm hakkında bilgilendirme için şehrin merkezinde ‘İslâm Tanıtım Çadırları’ kurdu. Son iki yıldır malesef belediye izin vermiyor bu faaliyetimize.
-Türkiye’den yazarlar getirdik. O zamanlar daha meşhur hocalar, yazarlar getiriliyordu. Biz bu geleneğideğiştirdik. Davet edilmeyen ama fikri yapısı güzel, anlatacak bir derdi olan yazarları davet ettik ve sohbetler düzenledik.
-Benim alanım eğitim olduğu için hep daha çok ona önem veriyordum. Çocuklarım gelinceye kadar, mescidde benimle yatılı kalan gençler oluyordu. Cemaleddin Hocaya bu konuyu çok söyledim: “Türkiye’de İslâm Devleti kurma hayalini bırakalım. Madem buraya geldik, buradaki insanlara ve gençlere ve kaybolan nesillere ulaşalım. Anaokulu, öğrenci yurtları ve okullara yönelelim.” Bana “Sen çok derin düşünüyorsun molla” demişti. Dolayısıyla çalışmalarımız hep eğitim alanında devam etti. Yakın şehirlerdeki okul öğretmenlerini topladım ve bu sorunu konuştum. Çok beğendiler.
-Ben hep “Şüphesiz rabbin, onların her birine yaptıklarının karşılığını tam olarak verecektir. Rabbin, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol! Siz de aşırı gidip sapmayın. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görmektedir. Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz.”(11/111-113 ) âyetleri çerçevesinde dürüstlük ilkesini kendime ilke edindim. Dolaysıyla dini doğru anlamak ve yaşamak en büyük prensibimdir. Tüm Resullerin yaptığı gibi, ben de o yolun yolcusu olmak istiyorum. Daru’l harb/daru’l küfür gibi kavramlara sığınarak dini gizleme, tahrif etme, taviz verme gibi fetvalara başvurmadım, yanlış olduğu kanaatindeyim.Toplumla açık ilişki kurmayı, dürüst olmayı ilke edindim. Halen bu çizgiyi devam etmeye çalışıyorum.
-Buradaki siyasilere ve devlete kendimizi açık deklare ediyoruz. İlkelerimizin, İslâm olduğunu söylüyoruz. İnsanın, malı, canı, dini, ırzı ve aklı konusunda emin olduğumuzu da açık söylüyoruz. İşte bu ölçüler içinde çalışmalarımıza devam ediyoruz.Çalışma ilkelerimizi 'Bir Hayırda Yarışmanın İlkeleri' adlı kitapçıkta tek tek açıkladım. İskeletini bazı kardeşlerle hazırladık. Ama içeriğini yazmak bana nasip oldu.
Özelde Almanya ve genelde Avrupa'daki, İslam dünyasından gelip yerleşmiş gurbetçilerin yeni kuşakları ne durumdalar hocam? Bu kuşakların İslâmi dâvet çalışmalarına ilgisi ne düzeyde?
Bu konuyu anlatabilmek için büyük bir kitap yazmak gerekir, hatıratım bu konuyla alakalı yaşanmışlıklarla dolu. Benim buraya yerleşmeye karar verdikten sonra kendime seçtiğim sorumluluk alanı bu. Biz Müslümanlar Almanya’da beş nesil kaybettik. İstatistiki bir bilgi vereyim. Ailelerinden çeşitli sebeplerle alınan çocuklarla alakalı. Beş altı yıl önceki rakamlara göre bu sayı 46 bin çocuk. Bu çocuklar ailelerinden alınıp yetiştirme yurtlarına verilen çocuklar. Bir de buradaki hayatta kaybolanlar var. Bir de bizim hiç ulaşamayacağımız on binlerce çocuk var. Bu bilgileri Münster Üniversitesi’nde tez hazırlayan bir arkadaşın çalışmasında okudum. Tüm Almanya’daki camiler ve İslam adına kurulmuş kurumlar, çocukların sadeceyüzde yirmi beşine ulaşıyor.
Bir hatıramı nakledeyim. Marx isimli bir genç Müslüman oldu. Bizler çok sevindik. Sonradan öğrendik ki adı Murat’mış. Üç yaşında anne ve babası işe giderken Alman komşularına teslim etmişler. Onlar da çocuğun ismini değiştirip, üstlerine kayıt edip ortadan kaybolmuşlar. Daha sonra Murat gidip annesini ve kızkardeşini Frankfurt’ta buldu… Ve Bosna’ya gitti. Gitmesini istemiyordum. Gitmemesi için çok ısrar etmiştim. Ama gitti. Orada şehid oldu. Rabbim şehadetini kabul etsin. Sonra öğrendik ki, parklarda ve okullarda gidip İslam’ı anlatıyormuş.
Maalesef bu konular çok dertli olduğumuz meseleler. Bir de buradan ‘cihad’ etmek için Daeş’e katılan gençler var. Almanya’da yükselen ırkçılıktan sebep bu gençler dışlandılar. Özellikle bu Daeş gündeme getirilip cazip gösterildi ki gençler, özellikle dindar kesim gitsin. Almanya’dan 40 binin üstünde genç gitti. Bayram yapıyorlar bir de buna. Ben onlarca genci gitmekten vazgeçirdim. Cihada karşıyım diye aleyhimde propoganda yaptı bazı kuruluşlar. Evet ben buradan hiç kimsenin gitmesine taraftar değilim. Yanlış olduğu kanaatindeyim. Elhamdulillah ki gençler dönüşe başladı. Bir genç geldi birgün, ona Almanca hitap ettim. Fiziki görünüşünü öyle değiştirmişti ki Alman sandım. “Hayır amca ben Müslümanım. Bugün Müslüman olduğumu anladım” dedi. Şaşırdım hikayesi şöyleymiş meğer. Okulunu birincilikle bitiriyor, mesleğinde kalifiye ama başvurduğu bir yerde ve girdiği imtihanda birinci oluyor. Bekliyor, işe alınmıyor. Sebebini şefe soruyor. O da “Çünkü Müslümansın” diyor. Bunun üzerine bu genç kardeşimiz kendini, özünü, dinini yeniden farkediyor ve bilinçlenme çalışmalarına başlıyor. Ve o gün müslüman olduğunu anlıyor. 'Auslender' - 'Yabancılar' diye bir kelime var. Çok karşıyım bu kelimeye.
Almanya toplumunun bugünü ve yarınını toplumsal yönelimler ve gidişat açısından nasıl görüyorsunuz?
Bu soruya kıyasla cevap vermek doğru olmaz. Çünkü Alman toplumunun birçok yönü ile Avrupa ülkelerine ve İslâm coğrafyalarına göre kıyas edilemeyecek kadar pozitiftarafları vardır. Cemaleddin Hocamız bile burada bazı hak ve hürriyetlerin olduğuna inanırdı. Ben o gün itiraz etmiştim ama hoca haklıydı, vakıa olarak doğru idi. Tabii şimdi o zamanlara göre biraz değişti. İdare, ekonomi, iş anlayışı ve de iş ahlakı açısından halen öndeler. Ancak aile yapısı, neslin yok olma tehlikesi ve yaşlı nüfusun çokluğu açısından toplum olarak tükenmiş durumdalar. Alman nüfusunun yüzde altmışı yaşlı. İstatistiklere göre bir milyondan fazla annesiz veya babasız çocuk var. Eski bir istatistik. Bir o kadar evsiz. Esasen yer olsaydı bu konuda söylenecek çok şey var…
Kadınlara ve çocuklara yönelik taciz, tecavüz, istismar konuları kanayan yaralar. Bir gün Üniversitenin otoparkında bir bölüm keşfettim ‘kadınlar otoparkı.’ Çok şaşırdım ve sebebini öğrenmek istedim. Kadınları istismardan korumak için özel otopark açmışlar. Böyle bir şeyi Türkiye’de yapsalar ne yaygara kopar değil mi? Bir keresinde bir reklam panosu görmüştüm şöyle yazıyordu “Babamı, kardeşimi, amcamı, dayımı yatağımda görmek istemiyorum.” Yeterince açıklayıcı sanırım. Bir de böyle suçlar ortaya çıksa bile failler için yasaların caydırıcı bir cezası yok. Bu sorun sadece Almanya’nın değil tüm Avrupa’nın sorunu aslında. Fransız bir avukatın kitabını okumuştum. Yaşanmış bir roman. Bir gecede okudum. Avukat hanım üvey babası ile yaşadıklarını anlatıyor. Ve insan haklarını sessiz kalmamaya çağırıyor.
Avrupa'da giderek derinleşen bir "İslamofobi" sorunu var. Bu sorunun Avrupa toplumlarında güçlü bir karşılığı var mı, yoksa haçlı ve siyonist tandanslı kimi politik çevrelerce köpürtülen bir duruma mı tanıklık ediyoruz?
Bu sorun aslında yer yer yükselen, yer yer azalan bazen de sabit giden bir sorun. Kanımca İslamofobi’nin üç sebebi var: Birincisi İslâm’ın durdurulamayacak şekilde tüm Avrupa’da hızla yayılması. Siyasilerin, kilisenin ve sinagoglarınbundan korkması. Ve medyayı kullanarak İslamofobiyi pompalamaları. İkincisi ise kimi Müslümanların yanlış tavırları ve herkesi düşman ilan etmeleri. Bu aşırı davranışlarıyla emniyeti bozmaları. Covid-19 sürecinde derslerimizi çevrimiçi yapmaya başladık. Lakin ilk dersimizde camiye baskın oldu. Polisler geldiğinde şaştılar. Kimse yoktu. Dedim ki “Biz sizden daha çok insan sağlığını düşünüyoruz.” Şikayet üzerine gelmişler, özür dileyip gittiler. Belediye başkanına mektup yazdım ve “Toplum sağlığına katkıda bulunmaya hazırız” dedim. Ama benim ismimi Youtube’de aratırsanız‘terörist’ olarak çıkar ki aleyhimde olan tüm mahkemeleri kazanmama rağmen. Üçüncüsü ise dünyanın genel konjonktürü. Genel olarak bütün dünyada İslâm yayılıyor ve ilerliyor.
Batı sistemleri artık umut olmaktan çıktı ve böylece İslâm’a yöneliş arttı. Artık sosyalistler gibi, ütopik demokrasi kitapları yazılıyor. Batılı bir Profesör şöyle diyor “İnsanlara vaat ettiğimiz demokrasiyi hiçbir zaman uygulamadık.” Almanca hocam, 68 nesli olarak Almanya’yı çok güzel tanıyordu ve tanıtıyordu. Son ayrıldığımda Herr İçyer/İçyer Bey “Her şeye rağmen demokrasi” demişti. Birgün kendisini ziyaret gittim. Müslümanlara yapılan baskın ve saldırılardan dolayı bunu söylemişti. “Demokrasi adına senden özür diliyorum Böyle olmamalı” diye ekledi. Tebessüm ettim sadece. Benimle iligili de basında okumuş tabii. Ama beni iyi tanıyor.
80'li, 90'lı yıllarda sıkça ihtida haberleri okur, Batıda İslam'a yoğun bir ilgi ve yönelim olduğundan haberdar olurduk. Soğuk savaşın sona ermesi, 11 Eylül saldırıları ve ardından gelen Afganistan ve Irak işgalleri bu gidişatı ne yönde etkiledi? Avrupalılar arasında İslam'a ilgi ve yönelim ne düzeyde?
Avrupa'da İslâm çok hızla yayılıyor. Bunun sebebi insanların ve özellikle düşünen insanların demokrasi, sosyalizm, modernizm ve çağdaşlık gibi izmlerin artık mutluluk getirmediğine olan kanaatı. Almanya’da istatistiklere göre yılda dört bin kişi Müslüman oluyor. Ve çoğu da eğitimli, kültürlü kişiler. Camimizin ismi ‘Kordoba.’ Burada esasen Endülüs’e bir atıf var. Kurtuluş için Avrupa’ya Endülüs‘ü öneren yazarlar var, bizler de o kanaatteyiz. Lakin İslâm’ın yayılmasının önünde iki engel var. İlk olarak biz Müslümanlar. Bizim bölgede bir milyona yakın Müslüman olduğunu söyleyen var. Ama bu bir milyonunyüzde doksan beşi olarak maalesef İslâm’ın önünde engeliz. Yalan söyleyebilen, randevusuna zamanında gelmeyen, sözünde durmayan, yeri geldiğinde sahtekarlık yapanlar köüt örnek oluyor. Bir gün bir genç, yaşlılar evinde görev almıştı. Bana fetva sordu “Bunlar müşrik ve kafirdir. Onlara hizmet edebilir miyim?” Tatlı sert kızdım bu gence, dedim ki “Çocuğun, hastanın, mazlumun, komşunun dini sorulmaz. Yalnız onlara de ki ‘Ben Müslümanım, beş vakit namazım var. Mümkün oldukça erkek yaşlılara bakayım –hanımlara da bakabilirsin-”
Saf Afganlı bir gençti, sevindi gitti. Aradan zaman geçti tekrar ziyaretime geldi. Nasıl geçtiğini sordum. Ona şöyle demişler “Seni çok sevdik. Senden öncekiler bizi hep kandırdı. Namaza gidiyoruz dediler, eğlenmeye gittiler. Sen doğru birisin, bu yüzden namazının vakti geldiğinde serbestsin. Hiç izin almadan git." Maalesef böyle kötü bir namımız var Müslümanlar olarak. Niye bize özensinler. Bu konuda da çok söyleyeceklerim var, lakin bu kadarla iktifa edelim. Diğer bir engel ise bir önceki soruda biraz bahsettiğim, genel medyanın yaptığı gayri ahlaki ve iftira dolu İslamofobi propogandası. Bir kitap başlığı düşünün mesela şöyle 'Avrupa’da Kutsal Cihad.’ O kitabı okuyan, nerede cami görse saldırır, yıkar. Tüm bunlara rağmen yine de zannımca en büyük engel biziz.
Bizzat tanıklık ettiğiniz ihtida öyküleri oldu mu hocam? Olmuşsa bizimle paylaşabilir misiniz?
Almanya’da kaldığıma en çok sevindiğim nokta bu oldu. Rabbime hamdediyorum. Kitap dolusu anlatabilirim. İki örnek vereyim. Bizim camimizi, iftira bir haber üzere polisler bastılar. Beni ve hatta bir seferde Mehmet Pamak abi ile beraber götürdüler. Saatlerce hücrede tuttular. Günlerden çarşambaydı, perşembe günü İslâm tanıtım çadırımız vardı. Sorgu bitince gönderdiler. Camiye geri döndüm “Toparlanın, kitapları hazırlayın, yarın çadır kuracağız.” Çoluk çocuk arkadaşlar itiraz ettiler; “ Hocam bugün hücreye girdin çıktın, yarın çadır mı?” Onlara şöyle cevap verdim “Evet o çadırı kuracağız. Onların isteği bizi korkutmaktır. Bunu onlara vermeyeceğiz. ” Israrımı görünce hazırlandılar. Ertesi sabah çadırı kurduk. Bir genç geldi. “İslâmı öğrenmek istiyorum. Bana kitap verin” dedi ve gitti. Ona bir iki kitap verdik. Akşam geldi ve dedi ki “Kitapları okudum, şimdi Müslüman olmak istiyorum.” Ve böylece Müslüman oldu.
Berlin’de bir yürüyüşe gitmiştim. Örtülü bir kız geldi. “Beni tanıdınız mı?” dedi. Meğerse bir gün bu İslâm çadırımıza gelmiş sorular sormuş, ona Allah’ı anlatmışız, ardından kitap verip göndermişiz. Bu kız da kitapları okuyup Müslüman olmuş. Bu konuda bir çalışmam var ‘Avrupa Sokaklarında Seni Aramak’ isimli. Bir gün basılmasını umuyorum. Bizim kurduğumuz bu çadırlar, bu toplum için çok gerekli ve tebliğ yapmak için çok büyük fırsat. Ne yazık ki yukarıda da belirttiğim gibi iki senedir izin alamıyoruz.
Almanya'ya önemli sayıda Suriyeli, Afganistanlı, Senegalli, Somalili vs mülteci/muhacir girişi oldu son 6-7 yıl içinde. Onların durumlarıyla ilgili bilgi vermeniz mümkün mü? Sayıları on bin civarında ifade edilen mülteci çocuğun kayıp olduğu haberleri yayınlanmıştı, bu konuyla ilgili bir kamuoyu duyarlılığı var mı, durum nedir?
Evet, buraya çok geldiler ve hala daha az da olsa gelmeye devam ediyorlar. Son gelenler Suriyeliler. Bu konuda çok acı hikayeler var. Onbinlerce kayıplar var. Ama bu konuda da İlahi hikmet oyunu bozdu, bizim beceriksizliğimize rağmen. Başta mültecilerin Müslüman cemaatlarla irtibatına izin vermediler. Ama daha sonra çıkan sorunlarla beraber yalvardılar gelip bize yardımcı olun diye. Bir öğrencim yakın bir şehirde belediye başkan danışmanı. Bana geldi dedi ki "Hocam başkan yalvarıyor, camilere söyleyin bize yardım etsinler.” Oturum almak için din değiştirenler oldu mülteciler arasında. Özellikle bazı Suriyeliler Süryani olduklarını söylediler. Ancak, tarihsel bir vakıa var. Muhacirler tarih boyunca gittikleri yerleri değiştirmişler. Zaman geçtikçe bu dönüşümü göreceğiz gibi duruyor. Şehirler yabancıların çoğunluğuna dönüşüyor. İslamofobiyi çok teşvik eden bir yazar var. İki kitabını okudum. Tabii çok abartıyor yabancı ve Müslüman nüfusunun artışını. Keşke dediği gibi olsa Müslümanlar. Onun öngörülerine göre 2050’de Almanya’nın büyük şehirlerinin belediye başkanı Müslümanlardan olacak. Kısacası, kayıplar çok fazla, ancak İslâm’a da yadsınamaz bir dönüş vardır. Tabi şu soruları sormamak olmaz. Nasıl İslâm, kime göre İslâm? Bunlar ciddi cevap isteyen sorular.
Koronavirüs salgınının, İslam'ın temizlik anlayışı ve Müslümanların bu noktadaki temsiliyetleri üzerinden Almanya toplumunda İslam'a bir ilgi uyardırdığını söyleyebilir miyiz?
Bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Ancak bir hayli pozitif haberler geliyor. Önceki zamanlara göre insanlar temizliğe daha çok önem veriyor, el yıkamaya, hijyene. Ama bunun İslâm’la bağlantısını ne kadar kurduklarıyla alakalı henüz bir çalışma yok. Bir de şunu söyleyebiliriz ki virüs sürecinde insanlarda bir korku oluştu. Gerek gayri müslimler gerekse Müslümanlar daha çok maneviyata yöneldiler. Bunu şöyle örneklendirebilirim. Ben internetten kitap satıyorum. Bu süreçte en çok sattığım kitaplar şu konular üzerine oldu ‘aile, ahlak, Kur’ân, günah’ vb. Birçok kitap firması bu konuda aynı şeyi söylüyorlar. Yine biz daha önce ezanı dışarıya okumazdık, zaten yasak. Bu süreçte dışarıya ezan okundu. Bunun da pozitif getirileri oldu.
Almanya'daki ve tüm Avrupa'daki Müslüman gençlere ve gurbetçilerin kayıp nesiller olarak niteleyebileceğimiz yeni kuşaklarına, İslam'ın doğru temsili açısından tavsiyeleriniz nelerdir?
Temsil bizim en temel sorumluluğumuz. Bizler tüm resûller gibi önce emin kişiler olmalıyız. Bu toplum emin ve dürüst insan hasreti içinde. Sözünde duran, insanları dolandırmayan, ahlaki sınırları gözeten ve adab-ı muaşerete riayet eden Müslümanlara hasret. Bu konuda çok yol almamız gerekiyor. Bir seferinde kazara çok lüks bir arabayı çizdim. Kör bir noktaydı. Adamı bekledim gelmedi, acelem olduğu için adres ve ismimi yazıp arabanın üstünde bırakıp ayrıldım. Birkaç saat sonra adam camiye geldi. Adamdan özür diledim ve sigortaya bildirmesini, ne yapmam gerekiyorsa yapmaya hazırım dedim. Bana şunu söyledi “Buraya para için gelmedim. Doğru bir insanı görmeye geldim.” Bu beni çok duygulandırdı. İşte bu yüzden güven çok önemli. İnsanlar bizlere yani Müslümanlara her şart ve durumda güvenmeliler. Bunu İslâmi kişiliğimiz gereği yapmalıyız.
Son olarak şunu vurguluyayım, bizim gayri müslim toplumla iletişimi öğrenmemiz gerekiyor. Resûlullah hem Mekke’de hemde Medine’de sürekli toplumun her kesimiyle irtibat halindeydi. Bugün kendimizden biraz ayrı gördüğümüzü kafir ilan ediyoruz ve tüm ilişkileri kopartıyoruz. İnsan ilişkilerini zayıflatıyoruz. Sekülarizm sadece siyasi hayatta yoktur, ferdi alanlara da inmiştir. İlişkiler menfaat üzerine düşünülüyor. Almanya'ya ilk geldiğimde cami cemaatine dedim ki “Gidelim komşularımızı soralım, tanıyalım.” Cemaat karşı çıktı. Benim ısrarımla gittik komşumuza. “Biz komşuyuz sizi ziyaret etmek istiyoruz” dedim. “Neden” dedi. Daha önce böyle bir şeyle yüksek ihtimal karşılaşmamıştı. Bizi içeri almadı. Kur'ân insanın kitabıdır. “Nas” diye çağırır insanı. “Kafir” kavramını imansız ve inançsız için değil ‘Rabbine teşekkür etmeyen, gerçeği gizleyen için kullanır’. Çünkü herkesin bir inancı vardır. Ve saygı görmelidir. (2/256)
Son olarak bir örnek daha anlatmak istiyorum “Bir gün İslâm çadırımıza bir kadın geldi. “Bu çadırın altına bir bomba koyup hepinizi yok etmek isterim,” dedi. Şaşırdım. “Neden” dedim. Konuşmaya davet ettim. Bir buçuk saat boyunca konuştuk. Sonunda şunu söyledi “Sizden özür diliyorum. Kimse ölmesin. Ben İslâm’ı ve sizleri böyle bilmiyordum. Yahudi bir komşum var. Hergün yirmi dört saat sizlerin aleyhinizde konuşuyordu. Şimdi anladım ki onun sözleri doğru değildir.”
Bizler emin olursak hakkımızda yapılan yargılar bir gün gerçeğini bulur. Barış içinde yaşayalım. Sezai Karakoç’un dediği gibi “Diriliş eri, İslâm’ı öyle yaşa ki seni öldürmeye gelen sende dirilsin.” Bu söz her şeyi anlatıyor esasında. Camimize bir dernek kurduk, açılımı şöyle ‘İnsana Kültürel Hizmet Derneği.’ Bunu sırf birilerine mesaj olsun için yapmadık, buna inandığımız için yaptık. Rabbim amellerimizi ve söylediklerimizi şahidimiz kılsın. Çok teşekkür ederim böyle bir fırsatı bana tanıdığınız için.
Biz teşekkür ederiz hocam, bu güzel söyleşi için teklifimizi kabul edip kıymetli zamanınızı ayırdığınız için.
“Cumali Hoca” diye de tanınan Yalçın İçyer; Batman Sason’da 1953 tarihinde doğdu. İlk öğretiminin 4 yılını babasının öğretmen olduğu ilkokulda, son yılını Sason İlkokulu’nda tamamaldı. 1968’de Diyarbakır Hani’de ortaokulu bitirdi. İlk Kur’an öğretim dersini Hani’de bir berberden aldı. Liseyi Diyarbakır ve Malatya’da okudu. Bu şehirlerde İslami çalışmalar ve okumaları oldu, o günler Türkiye’de yeni yayınlanan Seyyid Kutub, Hasan El Benna ve Mevdudi’ye ait kitaplar bilinç ve bilgisinin gelişmesinde önemli rol oynadı. 1971-72 yıllarında iş hayatına bir fırında katiplikle başladı. 1973 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandı. İlk yıllarda sokaklarda çorap satarak eğitimini devam ettirdi. 1975 yılında tanıştığı Şeyho Duman’ın nasihatıyla, çok çalkantılı öğrenci olaylarından ayrışıp, hayatını İslami ilimlerde yoğunlaşmaya adadı. Bir taraftan okuyor, diğer taraftan Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nda memurluk yapıyordu. Aynı zamanda bakanlık bünyesinde bulunan mescidde Cuma hatipliği yapıyordu.
1979’da İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi ve aynı yıl Ankara Demetevler Lisesi’nde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliğine başladı. 1984 yılında, 12 Eylül darbecilerinin çıkardığı “memur yemini” sebebiyle öğretmenliği bıraktı. 1984 yılındaki zorunlu kısa devre askerlik döneminde Almanya’dan gelen arkadaşlarla tanıştı. O arkadaşlarla ders yapmaya başladı ve 1986 yılında onlar kendisini Almanya’ya dâvet etti. Dortmund Üniversitesi’nde iken, T.C. MEB tarafından öğrenciliği iptal edildi. 1986 yılından beri Almanya’da yaşamaktadır. Çeşitli alanlarda eğitim faaliyetleriyle ilgilenmektedir. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Almanca dillerinde okuyup ders vermekte olan yazar, evli ve 2’si kız 8 çocuk babasıdır. İçyer’in basılmış eserleri şunlardır:
“Kur’an-ı Kerim’deki Dualar ve Hayatımızdaki Yeri”, “Vahye Dönüş”, “Şahsiyet Ders Kitapları, 1-2-3-4-5”, “Arapça Dil Eğitim Kitabı”, “Bir Hayırda Yarışmanın İlkeleri”.