Şükrü HÜSEYİNOĞLU
İDDİALARIMIZ VARDI BİZİM
Çok değil, bundan 10 - 15 yıl öncesine kadar Türkiyeli Müslümanların, tevhid akidesinden kaynaklanan iddiaları vardı. “Yeryüzünün halifesi” olma yükümlülüğü ve insanlığa şahit kılınmış olmanın bilinciyle, dayatılan ulusal sınırları da aşan iddialardı bunlar. Yeryüzünü zulme boğan, ekini ve nesli ifsad eden tüm tuğyan ideoloji ve düzenlerini alaşağı etmek ve yeryüzünde Allah’ın ölçülerini hakim kılmak başat bir iddiaydı.
Soyut ve somut tüm putları alaşağı etme ve Batılı paradigmalarla kurulan işleyişleri inkılaba uğratarak vahiy ve ona dayalı nebevi örneklik ışığında hayatın yeniden inşasından söz ediyordu Müslümanlar. “Tevhid” ve “adalet” Müslümanların ayrılmaz şiarları, birbirinden asla ayrı düşünülemeyecek gaye ve sloganlarıydı.
Başta da belirttiğimiz gibi, tevhid akidesinin gereği olduğu için pazara kadar değil mezara kadar sürdürülmesi gereken bu iddialar, meğerse birçok Müslüman için bir postmodern darbe ve ardından gelen bir postmodern iktidar kadar geçici imiş! 28 Şubat sürecinde tanık olunan postmodern darbe, birçoklarını ardından gelecek bir postmodern iktidara razı kıldı.
Her iki postmodern sürece de İslami duruşlarıyla cevap vermeleri, zamana ve şartlara bağlı olmayan temel İslami akide ve iddialarını bu şartlar altında da sürdürmeleri gereken Müslümanlar arasında süreçlere farklı karşılıklar veren, şartlara bağlı farklı duruşlar üretenler oldu. 28 Şubat süreci sonrası, “tevhid ve adalet” temelinde makro dönüştürme bilincinden, giderek “kişisel gelişim” ve “aile seminerleri” gibi mikro faaliyet alanlarına yönelen çeşitli çevreler, 2002 yılı sonrasında ise gerçek anlamda bir postmodern siyasal yönelim olarak ortaya çıkan muhafazakar-demokrat iktidarın destekçisi konumuna düştü.
Bu şekilde önce “yeryüzünün halifeliği” mükellefiyetinden uzaklaşıp mikro alanlara çekilen Müslüman çevreler, dönüştürme bilincini kaybettikleri için ardından da bu mikro alanlarda kendilerine tanınacak haklara razı olarak çeşitli düzeylerde iktidara iliştirilmiş (embedded) bir konuma düştüler.
Tüm yeryüzünde hakkı ve adaleti hakim kılma iddiasıyla yola çıkan Müslümanların önemli bir kısmı, artık küresel ve yerel düzeyde mevcut işleyişler içerisinde kendilerine tanınacak mikro hakların mücadelesiyle yetiniyor oldular.
Zihniyet dönüşümü o noktaya vardı ki, dünün tevhidi bilinç ve iddia sahibi kimi Müslümanları bugün, emperyalizmin kanlı savaş ve işgal örgütü NATO’nun İslam coğrafyasındaki varlığını ve müdahalelerini meşru görür oldu. Küresel istikbarın başat temsilcisi Amerikan emperyalizmi ve NATO işbirlikçiliği kimi Müslümanlar açısından sorun olarak bile algılanmaz oldu. Öyle ki Tunus En-Nahda Partisi lideri Raşid Gannuşi’nin Washington’dan yaptığı “NATO’yla işbirliğine önem veriyoruz” açıklaması birçok Müslüman çevrede makes bile bulmadı.
Postmodern darbe dönemine, İslami kavram ve iddialarda sebat ederek cevap vermek yerine, maslahat adına demokratik-liberal dile sığınmayı tercih eden ve temel iddialarından geri çekilerek mikro alanlara veya salt “hak arama” mücadelesine yönelen söz konusu Müslüman çevreler, darbe süreci sonrası bu alanlardaki taleplerine cevap vermeye uygun gördükleri postmodern iktidar döneminde giderek sisteme entegre olma yoluna girdiler. Oysa temel paradigma, kurucu irade ve temel kurumları itibariyle değişen hiçbir şey yoktu!
Bugün birçok Müslüman çevre için gelinen nokta, soyut ve somut tüm putları alaşağı etme ve yeryüzünün halifeleri olarak, yeryüzünde fitneyi ortadan kaldırıp yalnızca Allah’ın hükümlerini hakim kılma bilincinden uzaklaşıldığı ve mevcut batıl paradigma ve işleyişler bünyesinde renklerden bir renk olarak var olmaya razı olunduğu gerçeğidir.
Rabbimizin “Şüphesiz ki Allah katında yegane din İslam’dır…” (Al-i İmran 3/19) beyanıyla ifade buyurduğu üzere, kıyamete kadar geçerli olacak yegane hak akide ve hayat biçimine iman eden Müslümanların önemli bir kısmı, ne yazık ki postmodern süreçlerde sıtmaya razı kılınmışlardır. Artık kimi Müslümanların dilinden, ehven yerine daha çok ehven-i şer tabirini duymamız bundandır.
Tüm bu gidişat, İslam’ı ve Müslümanları küresel sistemin uyumlu bir parçası kılmaya, Batılı küresel paradigmaya razı olmuş ve onun kanatları altında mikro alanlara çekilmiş olarak var olmayı kabullenmiş kılmaya yönelik emperyal projelerin netice vermeye başladığını göstermektedir.
"…Dediler ki: Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir…" (Yunus 10/15) ayet-i kerimesinde ifade buyurulduğu üzere, Mekke oligarşisinin Hz. Peygamber'e yönelttiği “sürece uygun din algısı” üretme teklifi, bugünün müstekbirleri tarafından da farklı ifadelerle Müslümanların önüne konulmaktadır.
İslam'ın yegâne hak din olma ve dolayısıyla yeryüzüne nizam verme iddiası ortadan kaldırılmak ve yeryüzündeki işleyişi inkılaba uğratacak yegane aktör olan Müslümanlar küresel sisteme entegre edilmek istenmektedir. İslam'a küresel sistem içerisinde dinlerden bir din olarak, yani bir renk olarak varlığını sürdürmesi teklif edilmektedir. İslam'dan, kapitalizmin yeni ideolojisi liberal çoğulcu kültür içinde, bu kültürün bir parçası olarak varlığını sürdürmesi ve statükoyla barışık olması istenmektedir.
Birkaç yıl önce Türkiye'de hutbelerde "Allah katında hak din İslam'dır" Kur'ani hükmünün dillendirilmesinin AB'nin talebiyle yasaklanması da, küresel sistem tarafından İslam'a biçilen "dinlerden içinde bir din" konumuyla bağlantılı bir uygulamadır.
İslam'ın ve Müslümanların, postmodernizmin "hakikatin göreceliği" ve dolayısıyla "hakikatin çokluğu" anlayışına tabi kılınmak istendiği, böylece hakkın ve adaletin yegâne kaynağı ve temsilcisi vasfı ve iddiasından uzaklaştırılarak protestanlaştırılmak istendiği bu süreçte Müslümanlar olarak tevhidi bilinç ve iddialarımıza daha sıkı sahip çıkmak ve bu iddialarımızı daha yüksek perdeden seslendirmek zorundayız.
İddialarımızdan geri çekilmekle, “yeryüzünün halifeleri” olarak tevhid ve adalet merkezli makro iktidar mücadelesini terk edip mikro alanlarda var olma kaygısına yönelmekle aslında mikro alanlardaki varlığımızı da tehlikeye attığımızı, onun da ötesinde bu süreçlerde geri dönülmesi güç şekilde zihinsel dönüşümlere maruz kaldığımızı görmek zorundayız.
Fert olarak veya aile gibi mikro alanlarımızda İslami duruşumuzu sürdürmenin yolunun da, İslami mücadeledeki nöbet yerlerimizi terk ederek bu mikro alanlara çekilmek değil, makro iddialarımızı sürdürmekle mümkün olduğunu bilmeliyiz.
İhtiyacımız olan, müdahane, eklektisizm ve entegrasyona yanaşmayan, Kur'an merkezli ve ondan neşet eden Nebevi örnekliğe dayalı yeni bir inşa çabasıdır.
(Bu yazı, İktibas Dergisi'nin Şubat sayısında yayınlanmıştır.)