05-02-2008 10:21

İknacılara rağmen gönüller iknadan değil, imandan yana

“Psikolojik bir işkence aracı olarak ‘İkna Odaları’ ” kitabının yazarı Demirkol: `İknacı ile işkenceci arasında, hedefler arasında çok fazla benzerlikler tespit ettim. Her ikisi de kurbandan teslimiyet bekliyor. Her ikisi de ‘kendi doğrusuna’ çağırıyor. Her ikisi de tahammülsüz, muhatabını değersiz görüyor.`

İknacılara rağmen gönüller iknadan değil, imandan yana

Gülşen Özer Demirkol: 1975 Bursa doğumlu. Bursa İHL mezunu. 28 Şubat sürecinin başlarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünden mezun oldu.  
 
Yasak öncesi son mezunlardan. Evli ve üç çocuk annesi. “Psikolojik bir işkence aracı olarak ‘İkna Odaları’ ” kitabını yazan Demirkol, mağdurlarla yaptığı görüşme sırasında, iknaya zorlanan kızların gözyaşlarını unutamadığını belirtiyor.

Yasağa maruz kalmayan Gülşen Özer Demirkol, başörtüsünü ve başörtülülerin uğradığı haksızlığı çok önemsiyordu. Bunun için ‘İkna Odalarını’ konu alan bir kitap yazmaya karar verdi. 2003 yılında bir bebeği varken “Psikolojik bir işkence aracı olarak ‘İkna Odaları’ ” adını verdiği kitabı hazırlamaya başladı. Kendi ifadesiyle ‘bilgisayarla bebek arasında mekik dokuyordu.’ Peki, ama neden?
“Bu soruyu kendime sorduğumda aslında ‘hiçbir şey’ yapamıyor olma duygusu altında ezildiğimi ve ‘bir şeyler yapmalıyım’ sorumluluğu ile de çırpındığımı anlıyorum. Birileri yazılanları ‘not etmeliydi’.”
Birebir tanışmamış olmasına rağmen kitap için konuştuğu mağdurlar sayesinde ikna odasını içinde bulunmuş kadar tanıyor Gülşen Özer Demirkol: “İkna odası bir yanıyla çok vahşi, bir yanıyla da kibar... Modern bir kamuflaj ile çiçeklendirilmiş, ancak içerisi karanlık. Kurtulmak istersiniz ama çıkış yoktur. Bir ses çağırır, kovalar, köşeye sıkıştırır kaçamazsınız. Çığlık atmak istersiniz ama ses çıkmaz. Tıpkı işkencede bedenin morarıp, uyuşup, hissedilmez hale gelmesi gibi ruhunuz da morarır. Bir kâbus odası yani...”

NEDEN BİR ‘İŞKENCE METODU’?
Kitabında konuyu her açıdan ele alan Gülşen Demirkol Özer, ‘İkna Odası’nı bir işkence metodu olarak nitelendiriyor:
“İşkencede şartlar eşit değildir. Karşılıklı dövüşmezsiniz. İşkenceci fiziki şartlar açısından güçlü, kurban ise çaresizdir. Ya teslim olur ya da direnir.  İknacı ile işkenceci arasında, hedefler arasında çok fazla benzerlikler tespit ettim. Her ikisi de kurbandan teslimiyet bekliyor. Her ikisi de ‘kendi doğrusuna’  çağırıyor. Her ikisi de tahammülsüz, muhatabını değersiz görüyor. Belki görmüyor bile... Bu yüzden kişinin bedeni ve ruhunu ele geçirmeyi hedeflemek bir işkencedir. İşkence de ayrıca yıldırmak, parçalamak, bölmek gibi hedeflerde söz konusudur ki iknacılar, birçok kişiye diğer kızların razı olduklarını kendilerinin de teslim olmalarını isteyerek bu işlemin metotsal olduğunu göstermişlerdir.”
“Röportaj yaptığım kızlardan çoğu ile aslında konuşmaktan çok teybi kapatıp sarılıp ağladık. Çoğu kez susup, kelimelerin kifayetsizliğine şahit olduk” diyen Gülşen, eve her dönüşünde ikna odasından çıkmış gibi hissettiğini belirtiyor.
İkna odasına girdiği halde ve üzerinden yıllar geçmesine rağmen orada yaşadıklarını anlatmaktan çekinen kişilerin varlığının, bu odaların niteliğini anlatan en önemli nokta olduğunu söylüyor Gülşen...
Gülşen’e göre İkna odası tartışılmaz bir şekilde ‘otorite’ ve dolayımında devleti, iktidarı temsil ediyor zihinlerde.

‘İKNACI’NIN RUH HALİ
İkna etmeye çalışanların ruh haline değinme fikrini ve çıkan sonucu şu sözlerle ifade ediyor Gülşen:
“İknacıların başarı grafiğine dair nasıl bir okuma yaptıklarını bilmiyorum ama yine empati kurarak, “iknacı olsaydım, ben yaşananları bir başarı addetmezdim. Zira hâlâ insanlar ısrarla dindar olmaya, başlarını örtmeye devam ediyorlar. Üstelik bu denli baskıya, yıllarca modern olmaya çağrı yapan müfredatı görmüş olmalarına rağmen. Ancak okullarda yasağı uygulayabilme anlamında amaçlarını gerçekleştirdiler mi diye sorarsanız ‘evet’ ama bunu kapıya koyacağınız polisle de yapabilirdiniz. Devletin yürütme aygıtı noktasında başarı var ama, iknacı için gönüllerin hâlâ inkârdan değil ‘iman’dan yana olması, kendilerine karşı sevginin değil öfkenin birikiyor olması açık ve net başarısızlıktır bence...”
Kitabında ‘İyi iknacı olabilir mi?’ sorusunu da kaleme alan Gülşen, bununla ne demek istediğini de yine edebi bir lisanla anlatıyor:
“Aslında kişi yaptığı işten soyutlanabilir mi? Ya da kişi kendi rızası olmadan yapıp etmelerinden de mesul müdür? Tartışmayla beraber düşünülebilecek bir soru. Kişisel olarak biz düşman bir ordu askerini ‘iyi’, polisini ‘iyi’ olarak niteleyebiliriz. Günlük yaşamda saygılı, sevilen biri olabilir. Durduğu noktaya da kendi rızası dışında gelmiş olabilir, şartlar onu o noktaya getirmiş olabilir. Tüm bunlardan haberdar olup bu kişiye ‘iyi’ diyebiliriz. Ancak toplamda o kişi iknacıdır ve tarih onu özel nitelikleriyle değil kişilere yaptığı (isteyerek ya da istemeyerek) baskı ile anımsayacaktır. Dolayısıyla nihai noktada kişi hangi tarafı seçmişse o şekilde anılır.”

İSLÂMİ KESİM VE ÖZELEŞTİRİ
Kitabın önemli bir kısmında gerek modernleşme yanlıları ve gerekse İslâmi kesimi analiz eden eleştiri ve özeleştiriler var. “Başörtüsü yasağı ve mücadelesini bu bağlamda nerde görmeliyiz” ve tabii ki “kadının toplumdaki yeri ne olmalı?” sorularına da kitabında cevap aramış Gülşen:
“Yasağın da direnişin de formunun modern olduğunu söylemeye bile gerek yok elbette. Bunun kadının toplumdaki yeri ile alakalı olduğunun da. Ancak mühim olan formdan ziyade iki tarafın da kendini nereye refere ettiğidir. Bu noktayı çok iyi okumak lazım. Zaten tartışmanın düğüm noktası da budur. Diğer vurgulanacak husus da bu yasağın modernizmin karakteriyle özdeş olarak ‘eril’ olduğunun vurgulanması. Tabii bunu ifade etmek hemen parçalayıcı bir bakış açısına sahip olma ile itham edilme açısından bir risk ama, ben bu ‘erilliğin’ mevcut tartışmaların, kamplaşmanın dışında ‘namertçe’ olan yönüyle ilgileniyorum. Doğu, batı için her zaman zor fethedilecek bir dünyadır. Bu nedenle batılı pozitivist, modern zihin doğuyla hesaplaşmak onu kendisine yöneltmek için namertçe davranır ve doğunun kadınlarını hedef alır. Kadının toplumdaki yeri dolayısıyla bu süreçle şekillenmiş giriftlenmiş ve asli formundan uzaklaşmıştır. İslâmcılar, modernistler için de durum böyledir. Müslümanlara dönük eleştirel tespitlerimde, bu konunun çok spekülatif olması nedeniyle asla altlarını koyu bir şekilde çizmiyorum. Müslümanların birbirlerine hakkı tavsiyesi şeklinde algılanmasını ümit ediyorum.”
İkna odasına girsin ya da girmesin, başörtüsünü çıkarmayarak okulu bırakmış olan kızlar neyi feda etmemişlerdi ve neleri göze almışlardı? Başını açanları da suçlamayarak, anlamak gerektiğinin altını çizerek konuyu şöyle değerlendiriyor Gülşen:
“Kesin olan dünyayı, dünyalığı reddettikleri ona müdana etmedikleri tabii. Okulların bırakmalarında sebep, Rablerini kırmak istememeleri ya da böyle inanmaları. Allah’ın rızasını, cenneti dilemiş olmaları olduğu kadar (ki bence bu en önemli nokta) ama diğer bir nokta da kişinin inancıyla zaman içinde bütünleşmiş olmasıdır. O inanca zarar verebilecek en küçük noktada verilecek taviz, kişiliği paramparça edebilirdi. Belki de inançla şekillenmiş bu davranışın arka planında yer alıyor. Şayet bu kişiler ikna olursa işte o noktada sorun yaşarlar ve kimlik krizi yaşarlardı. Dolayısıyla evet dünyada rencide edilmeyi, ‘ev kadını’ olma kimliğine mahkûm edilmekten kaynaklı bir dizi sorunu yaşadılar ama diğer taraftan üst kimliklerini korumuş oldular.”

‘NESİLLER BU MANTIKLA MUHATAP’
Başörtüsü yasağının hâlâ devam etmesi mücadelenin de devam etmesi gerektiği anlamına geliyor. İkna odaları tarihin bir noktasında kalsa da, iknacı mantığının hâlâ devam ettiğini vurgulayan Gülşen, ‘Nesiller bu mantıkla muhatap’ diyor:
“Bize düşen bu psikolojik işkence yöntemini nesillere izah etmektir. Bu izahta ‘ikna odası’ işkencenin somutlaşmış halidir. O günlerde doğan birisi şu anda 9 yaşında. Bu çocuk muhtemelen yaşananları hiç bilmeyecek. Bu yüzden bize düşen egemen güçlere ve bizim tarihimizi çarpıtarak anlatmalarına rağmen gerçeği anlatmak. Bizler acılarını hafife alan, yaşadıklarımızı tevekkülle, sabırla karşılayarak zulmedenleri Allah’a havale eden insanlarız. Ancak bu ve benzeri olayların sadece kişiyi acıtıp geçmediğini, tıpkı bir değirmen gibi nesilleri de öğüttüğünün bilincine varmalıyız. Bu yüzden herkes kendini öğüten dişliyi tarif ederse çarkın bütününü tanıma ve çözüm üretme şansını yakalayabiliriz.” (Vakit)

YORUMLAR
  • Beytullah Emrah   11-02-2008 21:17

    Müslümanlar olarak, yaşadığımız sosyal olaylar karşısında kayıt tutma girişimlerimizi çoğaltmamız gerektiğine inanıyorum. Şahitliğimizi bir sonraki kuşağa aktarmada yazılı ve görsel materyallerin önemi var. Bu bağlamda isabetli bir çalışma olmuş. Kardeşimizi tebrik ediyoruz.