İktibas`ta “Türkiye’de Değişimin Yönü” konuşuldu (VİDEO-HABER)
İktibas Aylık Sohbetleri’nin konuğu “Türkiye’de Değişimin Yönü”konusuyla dergimiz yazarlarından Şükrü Hüseyinoğlu idi. İktibas dergisi lokalindeki sohbette konuşmacı, Eski Türkiye ile Yeni Türkiye nerede farklılaşıyor, bir İslamlaşma sürecinden söz etmek mümkün mü soruları üzerinde durdu. Salonu dolduran misafirlerce ilgiyle takip edilen sohbetin sonunda soru-cevap ve karşılıklı hasbihal bölümü yer aldı.
İktibas Aylık Sohbetleri’nin konuğu “Türkiye’de Değişimin Yönü”konusuyla dergimiz yazarlarından Şükrü Hüseyinoğlu idi. İktibas dergisi lokalindeki sohbette konuşmacı, Eski Türkiye ile Yeni Türkiye nerede farklılaşıyor, bir İslamlaşma sürecinden söz etmek mümkün mü soruları üzerinde durdu. Salonu dolduran misafirlerce ilgiyle takip edilen sohbetin sonunda soru-cevap ve karşılıklı hasbihal bölümü yer aldı.
Mustafa Bozacıoğlu’nun kısa sunumunun ardından, Şükrü Hüseyinoğlu hamdele, salvele ve besmele ile başladığı konuşmasında öncelikle Müslümanların Rabbimizce kendilerine yüklenen temel misyonunun şahitlik olduğunu ve şahitlik görevini de adalet üzere yapmakla mükellef olunduğunu vurguladı. Bu çerçevede Türkiye’de 2002 sonrası yaşanan süreci, ne hiçbir değişmemiş şeklinde toptan görmezlikten gelme, ne de olup-bitene kendi doğası dışında aşırı anlamlar yükleme tutumunun doğru olduğunu ifade ederek, yaşananların kendi gerçekliği içinde algılanıp yorumlanmasının önemine değindi.
“Evet 2002 sonrası bir değişim süreci yaşanıyor, fakat bu değişimin mahiyeti ve yönü nedir, bunu doğru anlamamız gerekir. Ki ona göre bir tutum takınalım, yaşanan değişime karşı tutum ve konumumuzu doğru konumlandırabilelim” ifadelerini kullanan konuşmacı, değerlendirmelerini şöyle sürdürdü:
Türkiye’de 2002 yılında Ak Parti hükümetleriyle başlayan değişim sürecinde 28 Şubat projesinin başarısızlığa uğraması başat rol oynamıştır. 28 Şubat hükümetleri ülkeyi yönetememiş, rejimi uçurumun kenarına getirmiş, memur maaşlarını bile ödeyemeyecek bir acziyete düşmüştür. Küresel planlayıcılarının beklentileri Türkiye’yi NATO ittifakı içinde tutmak ve siyonist işgal rejimi karşısında konumlanmaktan alıkoymak gibi farklı beklentiler olsa da, küresel planlayıcılar nezaretinde içeride süreci yöneten Genelkurmay kadrolarının 1923’le başlayan ve 1945’te değişen dünya konjonktürüyle gevşetilmeye başlanan jakoben laiklik politikalarının yeniden canlandırılması gibi bir hedefe yöneldiği söz konusu postmodern darbe sürecinin yürümeyeceği görüldüğünde, küresel planlayıcıların kendileri açısından başka bir alternatife yönelmeleri kaçınılmaz hale gelmişti. Bu da RP-Fazilet çizgisinden bağımsızlaşan “Yenilikçi hareket” ile Fetullah Gülen’in buluşturulacağı “ılımlı İslam-ılımlı laiklik” çizgiisnde bir Neo-Osmanlı misyonuyla, ABD politikalarıyla ve neo-liberalizm ve kapitalizmle uyumlu bir Türkiye’nin bölgeye model ülke olarak refere edilmesiydi. RP’nin önünün kesilmesiyle bir çıkış arayan Yenilikçi hareket de burada kendisine bir çıkış yolu gördü.”
Laiklik içi bir değişim süreci
Ak Parti hükümetleriyle başlayan değişim sürecinin, temelde Menderes ve Özal hükümetleriyle yaşanan laiklik konusunda biçim ve üslup değişiminin bir devamı olduğunu, sistemin batıcı-laik-kemalist temel vasfı ve yönünün/kıblesinin değişmediğini dile getiren konuşmacı, kentsel dönüşüm örneği üzerinden ifade etmek gerekirse olup-bitenin, temeli çürük bir binanın sıfırdan yenilenmesi yerine göz alıcı bir dış cephe kaplamasıyla alımlı hale getirilmesinden ibaret olduğunu kaydetti. Ak Parti kurucularının daha işin başında bireysel referanslarını İslam, siyasal referanslarını ise muhafazakâr demokrasi ve laiklik olarak deklare ettiklerini hatırlatan Şükrü Hüseyinoğlu şöyle devam etti: “Bu deklarasyon İslami açıdan açık bir şirk izharıydı. Egemenlik alanlarını bölmek, bireysel alanı İslam’a, siyasal alanı laikliğe paylaştırmaktı fakat birçok İslami çevre bu apaçık gerçeği bile görmezden geldi.”
Güncel kavramları da bilmeliyiz
Konuşmacı, İslam’ı doğru anlamak ve cahiliyeden ayrışan bir ilkesellikle yaşayabilmek için İslam’ın kavramları gibi günümüzün siyasal-ekonomik işleyişlerini belirleyen kavram ve ideolojileri de bilmemiz, tanımamız gerektiğine işaret ederek şöyle devam etti:
“Muhafazakârlık kavramının Müslümanlar arasında genellikle ‘dindarlık’ şeklinde anlaşılması yaşanan sürecin doğru anlaşılmamasında önemli etkenlerden biri olmuştur. Oysa muhafazakârlık tıpkı liberalizm gibi batı tandanslı bir dünya görüşü, ideolojidir. Fransız devrimine tepki olarak İngiltere’de ortaya çıkmış bir yaklaşım olarak, köklü dönüşüm dalgaları karşısında toplumsal-siyasal statükoyu korumak, dönüşüm süreçlerinin kontrollü ve statükoya zarar vermeden gerçekleşmesini sağlamayı amaçlayan karaktere sahiptir. 40’lı yılların Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Bu memlekete komünizm gelmesi gerekiyorsa onu da biz getiririz” sözü muhafazakârlığın bu karakterini iyi özetlemektedir. Muhafazakârlıkla Anglo-Sakson laiklik diye de ifade edilen İngiliz sekülerizmi birbirini tamamlayan ideolojilerdir. İşte Türkiye’de 2002 sonrası Ak Parti’yle birlikte yaşanan değişim süreci tam da muhafazakârlık çerçevesinde jakoben laiklikten Anglo-Sakson laikliğe geçiş sürecinin tamamlanması sürecidir. Bu laiklik biçiminde jakobenizmden farklı olarak kamusal alanda da dinin görünürlüğü tolere edilir, fakat siyasal ve ekonomik egemenlik alanın din dışı niteliği bu anlayışın jakoben laiklikle ortak yanını teşkil eder. İşte 2002 yılı sonrası birçok İslami çevrenin angaje olduğu politik sürecin temel karakteri budur. Oysa İslam, temel akidesi ve dolayısıyla iddiası hakimiyet olan bir hayat nizamıdır. Bugün birçok İslami çevre Kur’an okuyan devlet başkanına razı durumdadır, oysa Rabbimiz Nisa 105. ayette Kur’an’ı kendisiyle insanlar arasında hükmedilsin diye inzal ettiğini buyurmaktadır. Kısacası Kur’an’ın ufkuyla Türkiye’deki çoğu İslami çevrenin ufku arasında bu kadar uçurum vardır. Türkiye’de bugün İslam’a biçilen konum, AVM’lerde mescidlere biçilen konumla aynıdır. Orada nasıl ki ritüele indirgenmiş bir ibadet algısı ve ritüelini yerine getirip modern hayat tarzına kaldığı yerden devam eden bir dindarlık hakimse, Türkiye’deki işleyişte de hükümranlık iddiasından soyutlanmış, cahiliye bünyesinde bir ton olmayı kabullenmiş bir religion muamelesi yapılmaktadır İslam’a.”
Türkiye’de yaşanan süreci doğru anlamak ve tanımlamak
Fert ve toplumların Allah’ın diniyle irtibat ve ilişkilerini biçim ve düzeylerine göre çeşitli kavramlarla ifade etmenin mümkün olduğunu ve bu noktada İslamlaşma, dindarlaşma, din(i)darlaşma ve İslamsızlaşma şeklinde dört nitelemenin işlevsel olduğunu dile getiren konuşmacı, “İslamlaşmadan kastımız, fert ve toplumların, Rabbimizin Kitab-ı Kerim’inde bildirdiği ve Rasulü’nün (a.s.) hayatıyla somutlaştırdığı şekilde ilim-iman-amel bütünlüğünde İslam’a yönelmesi ve İslam’ı bâtılı red ve imha, Hakkı tasdik ve inşa eden bir bütüncül hayat nizamı olarak benimsemesidir. Dindarlaşmadan kastımıza gelince, İslamlaşma olarak ifade ettiğimiz bütüncül bir kavrayış ve yöneliş düzeyine ulaşmamakla birlikte, Allah’ın dinini bir hayat biçimi olarak benimseme ve yaşama çabası içinde olmaktır. Din(i)darlaşmadan kastımız, Allah’ın dinini ve onu yaşamayı hayatın bütününden koparılmış, yani ritüelleştirilmiş dar anlamdaki ibâdetlere indirgeyen, kısacası hayat nizamı olan İslam’ı ‘mâbed dini’ mesabesinde algılayıp yaşamaya çalışmaktır. İslamsızlaşmadan kastımız ise; Allah’ın dinini dikkate almadan, (hâşa) Allah yokmuş gibi yaşamaktır” tesbitinde bulundu ve şöyle devam etti:
“Türkiye’de 80’li ve 90’lı yıllar ise hem dindarlaşma hem de İslamlaşma trendinin son derece yüksek olduğu yıllar olarak kayda geçmiştir. Ne var ki 80’li yılların ortasından itibaren Turgut Özal’ın tohumlarını attığı ve 2000’li yılların başından itibaren Ak Parti’nin yeşertip boy attırdığı kültürel liberalleşme ve ekonomik kapitalistleşme süreçleri hem İslamlaşma trendini, hem de dindarlaşma trendini zayıflatan ve zaafa uğratan ciddi bir kırılmaya yol açmış ve yeni bir yönelimi ortaya çıkarıp beslemiştir; Din(i)darlaşma trendi. Fert ve toplum hayatına, toplumsal ilişkilere liberalizm ve kapitalist tüketim kültürünün hâkim olduğu, İslam’ın ise bu hâkim kültür ve yaşayış/ilişki biçimleriyle barışık ve onlarla uyumlu bir tarzda algılanıp, muharref Hıristiyanlık gibi salt bir ‘mâbed dini’ ve ferdî tercihlerle ilgili bir ‘religion’ olarak hayatta kendisine de bir yer ayrılan mahkûm bir konuma indirgendiği bir trend. Din(i)darlaşma; Allah’ın dininin alanını, insan hevâsı ve dünyevi ihtiraslar uğruna daraltmayı, Allah’ın dininin çizdiği sınırlara tâbi olmak yerine, dünyevi hırslar lehine pratikte ona dar sınırlar çizmeyi ifade etmektedir. Allah’ın dinini bâtılın her çeşidini reddeden ve onunla hiçbir şekilde uzlaşmayan bütüncül bir hayat nizamı olarak anlayıp yaşamaya çalışmak yerine, onu bâtıl Batı’nın dünya görüşü ve kültürel kodlarıyla barışık kılmaya, uzlaştırmaya gayret etmek, ferdi ve toplumsal hayatta böylesine bâtıl bir sentezi câri hale getirmektir. İslam’la liberalizmi, İslam’la kapitalizmi, İslam’la sosyalizmi, İslam’la nasyonalizmi/milliyetçiliği, İslam’la futbolizmi barışık kılmaya, ne ondan ne diğerinden vazgeçmeyen bir kimliksizliği kimlik ve dünya görüşü edinmektir. Bugün sokaklara-caddelere, şehirlere, medyaya, cari ekonomi ve kültüre kısaca baktığımızda şu acı tesbiti yapmak kaçınılmaz olmaktadır: Özellikle son 15 yılda, iktidarın sosyal-kültürel politikalarının ciddi etkisiyle dindarların büyük kısmının da din(i)darlaşması sonucu, Türkiye toplumu büyük ölçüde liberal-kapitalist kültüre teslim olmuş durumdadır.”
Son olarak Türkiye’de yaşanan mevcut sürecin, 19. yüzyılda batıda sosyalist hareketlerin kapitalist sisteme entegre edilebilmesi için sosyal demokrasi kavramı ve ideolojisinin üretilerek bunun üzerinden bir entegrasyonun gerçekleşmesine benzeyen yönüne dikkat çeken Hüseyinoğlu, İslam’ın hakikat ve hakimiyet iddiasına sahip bir din olduğu temel gerçeğinde sebat ederek entegrasyona karşı akidevi direnişini sürdüren Müslümanların, bu süreçte çok hayati bir yükümlülüğü yerine getirdiklerini kaydet.
Sohbet, soru-cevap ve hasbihal bölümüyle sona erdi.