Şükrü HÜSEYİNOĞLU
İLİM HAKLA BÂTILI AYIRMAK, ÂLİM YAŞADIĞI ÇAĞDA HAKLA BÂTILI AYIRANDIR
“…Allah'ın sınırlarını ihlal etmekten sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/282)
Âlim kimdir, ulema diye özel bir dinî sınıf var mıdır? Müslümanlar olarak tarihimizde ilim kavramı ve âlim vasfı konusunda çeşitli tanımlar yapılmış, açıklamalarda bulunulmuştur. Lügat ve kavram kitapları başta olmak üzere kaynaklarımız bu tanımların zenginliğini bize aktarmaktadır.
İkinci soruya gelince, asgari ilm-i hal düzeyinde tüm mü’minlere ilim öğrenmeyi farz kılan ve piramit usulü dikey bir toplumsallığı değil, saf düzenindeki yatay bir topumsallığı öngören İslam’da, ilim öğrenme ve öğretmeyi tekelinde tutan dinî bir sınıftan söz edilemeyeceği açıktır. Rabbimizin Kitab-ı Keriminde “ulema” ifadesiyle belli bir dinî sınıf değil, din-i mübin-i İslam’ın ölçü ve ilkelerini mümkün mertebe öğrenmiş ve onları hayatına hâkim kılma cehdi üzere olan mü’minler kastedilmektedir: “…Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler haşyet duyar. Şüphesiz Allah azizdir, ğâfurdur.” (Fâtır, 35/28)
Rabbimizin, Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili şu beyanı, inandıkları Kitab’ın bilgisine sahip olmayanların “ümmi” olarak tanımlandığını ve bu durumun Rabbimizce tasvip edilmediğini göstermektedir:
“Onlardan bir kısmı ümmidir. Kitabı bilmezler, (bildikleri) asılsız şeylerden başkası değildir ve onlar yalnızca zannederler.” (Bakara, 2/78)
Şu ayet-i kerime de, İslam’ın müntesiblerine ilmi farz kıldığını net olarak ifade etmektedir:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve kalb; bunların tümü ondan sorumludur.” (İsra, 17/36)
Kur’an’ın anlam dünyasında ilim ve âlimlik vasfı, tüm mü’minleri kapsayacak ve her mü’minin gücü ve idraki nisbetince kesbetmesi gereken değer ve vasıflar olarak zikredilmekle birlikte, mü’minler içinde ancak sınırlı sayıda bir kısım insanın kesbedebileceği bir vasıftan söz edilmektedir ki, bu “rusûh” yani ilimde derinleşmektir. İşte Kur’an’da iki ayette ilimde derinleşenlerden,”râsihûn”dan söz edilmektedir:
“Ancak onlardan ilimde derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. Namazı ikame edenler, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe iman edenler; işte bunlar, Biz bunlara büyük bir ecir vereceğiz.” (Nisa, 4/162, Ayrıca Bkz: Âl-i İmran, 3/7)
Müslümanların tarihinde ve günümüzde, âlim ve çoğulu olan ulema kelimelerinin, Kur’an’ın kullandığı genel anlamdan ziyade, râsihûna denk düşen özel anlamda kullanıldığı görülmektedir. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımz üzere, Kur’an açıdan bakıldığında Kitab’ın ve ona dayalı Nebevi örnekliği ifade eden Sünnet’in temel bilgisini/ilminin âlimi olmaya çalışmak farz-ı ayn, bu bilgilerde/ilimde derinleşmek ise farz-ı kifayedir.
Zira yaratılış gayemiz olan[1] Rabbimize kulluk (hayatın bütününde Rabbimize itaat üzere olmak) mükellefiyeti kulluk bilincini, o da öncelikle kulluk bilgisini gerektirmektedir. Bilgi/ilim olmadan bilinç/şuur, bilinç/şuur olmadan da sâlih amel olmaz.
El-Âlim Olan Rabbimizin İnsana Temel İkramı
“Allah sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez haldeyken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 16/78)
Bilindiği üzere Rabbimizin sıfatlarından biri de ilimdir. Rabbimizin Kur’an’da zikredilen isimleri (Esmâ’ul Husna)arasında yer alan El-Âlim ve El-Alîm, ilim sıfatıyla ilgili isimlerdir. El-Âlim; gizli-açık her şeyi bilen, bilgisi her şeyi ihâta eden anlamına gelirken, El-Alîm ise mübalağa vezninde olup, çokça-sınırsız bilgisi olan demektir.
El-Âlim olan Rabbimiz, insanın anne karnında başlamak üzere biyolojik hayatını idame ettireceği fıtri bilgileri yaratılışına kodladığı gibi, akil baliğ olduğunda hâlqıyla (yaratılışıyla) uyumlu bir hûlq (fert ve toplum hayatında geçerli olacak ahlak) üzere yaşaması ve dünyayı bu hulq üzere tanzim etmesi için ona hayat ölçüleri bildirmiş/öğretmiştir.
İşte insan, El-Âlim olan Rabbinin kendisine bahşettiği bu kulluk bilgisini, gücü nisbetinde öğrenmek ve onunla amel etmekle mükelleftir. Bu anlamda her mü’min bildiğinin âlimi, bilmediğinin ise tâlibidir, tâlibi olmak durumundadır. İslam, mukallidliği kesinlikle tasvip etmemekte, insanları öğrenmeye, bilmeye, delile tâbi olup delille hareket etmeye çağırmaktadır.
Müslümanların tarihinde kavramsallaşmış biçimiyle âlim/ulema mefhumu, yukarıda ifade ettiğimiz üzere, Müslümanlar arasında ilim öğrenme ve öğretmede yoğunlaşıp derinleşen insanlar (râsihûn) için kullanılır olmuştur. İlmin zıddının cehalet, âlimin zıddının ise câhil olduğu gerçeğini düşündüğümüzde, ulema sıfatını râsihûn karşılığı olmak kayıt ve bilinciyle ilimde yoğunlaşan mü’minler için kullanmak mümkün olsa da, İslam’ın başından itibaren bir ilim/ictihad toplumu inşa etmeye çalıştığı gerçeği, Kur’an’ın ilk bölümlerinden itibaren okuma, yazma, öğrenme mefhumlar üzerine yapılan yoğun vurgularla unutulmamalı ve ilmin belli ellerde tekelleştirilmesi yanlışına düşülmemelidir.
Kur’an’da Rabbimizin insana ikramlarından sıkça söz edilmekte ve insana bunca ikrama muhatap ve mazhar olmasına rağmen nasıl olup da nankörlük yapabildiği hatırlatılmaktadır. İlginçtir, El-Ekrem olan Rabbimizin biz insanlara ikramları arasında Kur’an’da ilk ve en önemle hatırlatılanı ilimdir. Evet, Rabbimiz bize bilmediğimizi öğretiyor olmasını, ikramlarının zirvesinde kabul etmekte ve öylece zikretmektedir. Oysa bizlerden, Rabbimizin nimetlerini-ikramlarını saymamız istense, çoğumuz ilk sırada suyu, ekmeği, meyveleri zikrederdik.
Vahyin ilk hüzmeleri olan Alak Sûresi’nin ilk beş ayetinin mealini birlikte okuyalım:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı alaktan (embriyodan) yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak, 96/1-5)
Subhanallah! Vahiy, altı asırlık bir aradan sonra insanlıkla buluşuyor ve Âlemlerin Rabbi kullarına ilk hitabında bizim biyolojik hayatımızın olmazsa olmazları su ikramını, yemek ikramını, nefers alıp verebilme ikramını değil, bize bilmediğimizi öğretmesi, bizi cehaletin karanlıklarında bırakmayıp ilmin aydınlığına çıkarmasını zikrediyor, en temel ikramı olarak.
Rahmân Sûresi de böyle muhteşem bir girizgâhla başlıyor: “Rahmân; Kur'an'ı öğretti. İnsanı yaratttı. Ona beyanı öğretti.” (Rahmân, 55/1-4)
İnsanın yaratılmasından da önce, ona ilim nimetinin bahşedilmesinden söz edildiğini görüyoruz. Tüm bu Kur’ani beyanlar, İslam’ın ilme ve ilim öğrenmeye verdiği hayati önemi göstermektedir. Anlaşılmaktadır ki Rabbimiz insan için ilim öğrenmeyi havadan, sudan da önemli görmektedir. Zira hava ve su evet insanın biyolojik hayatı için hayati unsurlardır ve fakat ilim, insanın biyolojik hayatının ötesinde ebedi hayatını kazanmasının temel azığı durumundadır.
İlim ve Âlim Tanımları Bağlamında Güncel Bir Âlim Tanımı
Zengin ilim tarihimizde bu kavramlar üzerine çeşitli tanımlamalar yapılmıştır. Örneğin bugün elimizde bulunan birçok lügat ve kavram kitabına kaynaklık etmiş olan Müfredât’ında Rağıb el-İsfahani, ilim kavramını “Bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir” şeklinde tanımlamaktadır.[2] Keşşaf tefsirinin yazarı Zemahşerî, ilmi “Sözlükte şuur manasına gelir” diye tarif ederken[3], Firûzâbâdî şu tanımı yapmıştır; “İlim, bir şeye bırakılan iz, işaret, genişlik, iki yer arasını bağlayan sınır ve yolu belirlemek için dikilen işaret manalarına gelir. Ayrıca, marifet, şuur, itkân ve yakîn, ilim kelimesi ile eş anlamlı kelimelerdir.”[4]
Kur’an’ın konuyla ilgili ayetlerinden yola çıkarak ilim kavramı ve âlim vasfı üzerine tanımlamalar yapmak da mümkündür. Mesela “…Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler haşyet duyar. Şüphesiz Allah azizdir, ğâfurdur.” (Fâtır, 35/28) ayet-i kerimesi ışığında “Âlim; Allah’a karşı bilgi ve bilinç üzere haşyet duyup o haşyet üzere yaşamaya gayret edendir” şeklinde bir tanım yapabiliriz.
Yine “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir...” (Cuma, 62/5) ayet-i kerimesinden yola çıkarak “Âlim; Kitabullah’ın bilgisini hayatında ahlaklaştıran kimsedir” tanımı yapabiliriz. Hakeza, “âlimler Peygamberlerin vârisleridir”[5] hadis rivayeti çerçevesinde “Âlim, yaşayışı ve mücâdelesiyle Peygamberlerin izini yaşadığı çağa taşıyan, onların dâvasının güncel şahitliğini yapan kimsedir” tanımında bulunabiliriz.
Bugüne kadar yapılmış ve nasslar çerçevesinde yapılacak tüm bu ve benzeri tanımların her biri üzerinde durulmaya değer olmakla birlikte, iz bırakmış lügat âlimlerimizden İbn Fâris’in tanımının, ilim kavramı ve dolayısıyla âlim vasfını anlayıp anlamlandırmada daha özel bir yeri olduğu kanısındayım. İbn Fâris’e göre; “İlim, alâmetten gelir ve bir şeyi kendisinden olmayan diğer şeylerden ayıran iz, eser, alâmet ve işaret demektir.” İlim kelimesinin kök harflerinden oluşan “alem” kelimesi için de İbn Fâris “Ayın, lam ve mim’den ibaret üç sahih harften oluşan bu kelime; bir şeyin üzerinde bulunan bir alameti ifade eder ki bu şey bu alametle başkasından ayırt edilir” ifadelerini kullanır.[6]
İşte, hakla bâtılın birbirinden ayırt edilecek yerde alabildiğince birbirine bulandığı, Rabbimizin açık ikazlarının[7] hilafına, güncel ifadesiyle at iziyle it izinin birbirine karıştırıldığı bu dönemde İbn Fâris’in “Bir şeyi kendisinden olmayan diğer şeylerden ayıran iz, eser, alâmet ve işaret” şeklindeki ilim tanımını hatırlayıp gündemleştirmekte fayda olsa gerektir. Hakikaten de Kur’an’ın ilk mesajları ve Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki güzide arkadaşlarının mücâdele pratiğine baktığımızda, İslam dâvetinin ilk ve temel aşamasının hakla bâtılın arasını ayırmak olduğunu görmekteyiz.
İlk inen Kur’an bölümlerinden olan Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin ilk bölümlerinde (Müzzemmil 5, Müddessir 10. ayet) ilki ruczdan, ikincisi ruczun temsilcilerinden ilkesel hicret/ayrışmanın emredilmesi ve yine ilk mesajalrdan olan Kalem sûresinin 10. Ayetinde müdahanenin (ilkesel uzlaşmaya yanaşılmasının) kesin olarak men edilmesi ve Rasulullah ve arkadaşlarının da bu emir ve nehiyler çerçevesinde hakkı hak olarak tüm açıklığıyla ortaya koyarken, bâtılı da net ve tavizsiz olarak reddedişleri ve net duruşun neticesinde ödedikleri bedeller, İslam dâvetinin bu temel niteliğini ifade eden hususlardır.
İlmi, İbn Fâris’in o güzel tanımı çerçevesinde “İslam’ı/Hakkı; kendisinden olmayan her türlü yaklaşım tarzından, bâtılın geleneksel, modern, post-modern her türünden ayırt edecek sahih bilgi ve ona dayalı bilinç” ve dolayısıyla âlim vasfını da “Hakla bâtılın arasını tüm boyutlarıyla ayırt etme bilgi ve bilincine sahip kimse” şeklinde güncel bir tanıma kavuşturduğumuzda hem bu kavramlara Kur’ani anlanmda zaten sahip oldukları dinamizmlerini yeniden kazandırmış, hem de Ümmet’in uyanış ve dirilişine katkı sağlamış oluruz diye düşünüyorum.
Rabbim bizleri Kur’an ve Sünnet ilmiyle kuşanan ve ilmiyle âmil olan sâlihlerden kılsın.
[1] Bkz: Zâriyât, 51/56
[2] Müfredât, Rağıb el-İsfahani, Sh. 719, Çev: Abdulbaki güneş-Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları
[3] Carullah Ebulkâsım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî (ö. 538), Esasu’l-Belağa, 1. Baskı, Beyrut, Daru
İhyai’t-Türâsi’l-Arabî, 1422/2001, s. 517’den naklen; Ziyad Alrawashdeh, “Kur’ân’da İlim Kavramı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, İstanbul 2010
[4] Ahmed b. Yakub el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut, Daru’l-Fikr, 1403/1983, IV, 153’den naklen; Ziyad Alrawashdeh, “Kur’ân’da İlim Kavramı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, İstanbul 2010
[5] Tirmizî, İlim 19; Ebû Dâvûd, İlim 1; İbn Mâce, Mukaddime 17, H.No: 223
[6] Ahmet b. Fâris, Mu’cemu Makâyisi’l-Lüğa, thk. Abdusselam Harun. I.Baskı, Beyrut, Daru’l-Cîl, 1991, IV, 109’dan naklen; Ziyad Alrawashdeh, “Kur’ân’da İlim Kavramı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, İstanbul 2010
[7] “Hakkı bâtıl ile örtmeyin ve onu bile bile gizlemeyin.” (Bakara, 2/42)
(Not: Bu makale, Vuslat Dergisi'nin Temmuz sayısında yayınlanmıştır.)