İlim, İslâmî hareket ve ulemâ
İLKAV`daki Cuma hutbesinde Emrullah Ayan, `İlim, İslâmî Hareket ve Ulemâ` konusuna değindi.
Hutbe: İlim, İslâmî Hareket ve Ulemâ“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz Kitap’ta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lanet eder hem de bütün lanet edebilenler lanet eder.” (Bakara: 159)İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır. Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez.Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır. Yine bunun yanı sıra sebeb-i nüzul bilgisi, tefsir ve hadis usûlü, hüküm istinbat etme yolu yani fıkıh usûlü gibi alanlar, inkâr edilemeyecek şekilde Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete uygun bir şekilde anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas alanlarıdır. Bu ilmî birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, İslâmî bir yürüyüşe öncülük etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Hadis-i şerifte “Nebilerin vârisleri” olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”, tevhidî gerçekleri, peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle toplumlarına ulaştırma gayreti içinde olan kimselerdir.İslâmî hareket içinde tevhidî şuura sahip muttakî âlimlerin yerini alması ve sahip oldukları ilmî birikimlerini hareketin güçlenmesi yolunda harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü ilim adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha fazla dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.Bu bağlamda şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır. Yusuf suresi 76. âyette de belirtildiği üzere “Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunması” Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır.Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her Müslüman’ın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar.Tarih boyunca ulemânın toplum üzerindeki gücü, özellikle kritik dönemlerde, bâriz bir şekilde hissedilmiştir. Buna, Moğollara karşı, kalemi ve lisanıyla Müslümanlara kahramanlık ve cesaret aşılayan İbn Teymiyye ile İslâm akîdesini koruma uğruna “Mihne” döneminde her türlü işkenceye katlanan İmam Ebû Hanife ve Ahmed İbn Hanbel örnek olarak verilebilir. İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî seviye oranında bu mes’ûliyet artar. Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin kalkınması ve yeniden yapılanmasında, en fazla öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır.Rabbimiz bu durumu, Cuma suresi 5. ayette ehl-i kitap üzerinden şöyle dile getirir:“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini inkar eden topluluğun hali ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez.” (Cuma: 5)Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonu ya da ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu yine onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim adamlarının tek başına bu işin altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir. Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlîli, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda maalesef yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.Dolayısıyla, ilim adamlarımızın yanında, toplum içinden gelen, entelektüel birikimin sahibi, tevhidî şuura sahip aktivist Müslüman öncülere de ihtiyacı vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro misyonu açısından, zorunlu ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında, aydın ve hareket adamı aktivist muvahhidlerin belirli oranda da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek ulemânın aynı zamanda entelektüel kabiliyete sahip, çağı ve insanları her yönüyle tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir. Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde, ulemâ var olan ilmiyle, diğer aktivist Müslümanlar da var olan tecrübe ve yetenekleriyle yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde ve istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla birlikte her ulemânın aktivist, her aktivistin de belli oranda ilimle kuşanması gerekir.Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır; İslâm’ın egemen olmadığı bir toplumda farklıdır. Küfrün egemen olduğu bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm devletinde yaşıyormuş gibi davranması, çok ciddi bir zâfiyet, çok ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın öncelikli ve en âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek Nebevî yöntemleri harekete geçirmede rehberlik yapması ve örnek yaşayışıyla öne düşmesidir.Ulemânın ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî yürüyüşü denetleme gibi bir görevi de vardır. Yürüyüşün İlâhî maksatlara uygun bir şekilde yürümesini kontrol etme, hareketin ifrat ve tefrite sapmasını engelleme, hareket önderlerinin fevrî ya da usûle aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme gibi fonksiyonları da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini alan bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini muttakî ulemâ üstlenir.Ulemâ, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli bir harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise diğer Müslümanların halini varın siz düşünün.Hazırlayan: Emrullah Ayan
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !