03-10-2011 22:41

İLKAV`da `Kur’an’ı Hakkıyla Okumak` konusu konuşuldu

İLKAV`da `Kur’an’ı Hakkıyla Okumak` konusu konuşuldu

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV)’ın düzenlemiş olduğu Alternatif Eğitim Konferanslarının ikincisi İktibas Dergisi yazarlarından Hüseyin Bülbül’ün “Kur’an’ı Hakkıyla Okumak ve Usulüne Dair İlkeler” konulu konferansı ile devam etti.

İLKAV Konferans Salonunda gerçekleştirilen konferans, Emrullah Ayan’ın Kur’an’ı Kerim okuması ile başladı. Ardından sözlerine başlayan Hüseyin Bülbül “Kur’an’ı hakkıyla okumak” ne demektir, “Kur’an’ı anlamada usul” ve “Kur’an ilimleri” üzerine konuştu.

Konferansın özet metni şöyle:

 

KUR’AN’I HAKKIYLA OKUMAK

İlk emri” oku” olan bir kitabı “hakkıyla okumanın” anlamı onu gönderenin gönderiş amacına uygun olarak okuyup gereğince yaşamaktır. İnsanlık tarihinde bunu topluca gerçekleştiren bir tek nesil vardır, Sahabe nesli. Onların dışında fert olarak gerçekleştiren çok insan çıkmışsa da, topluca bunu başaran olmamıştır.

İlk nesle bu dinamizmi veren ilk dört surenin ilk ayetlerine baktığımızda şu gerçeği görüyoruz: Alak, “Okumak”, Kalem, “Yazmak”, Müzzemmil, “kalkmak”, Müddessie, “Uyarmak”tan bahsediyor.

Okumakbilmenin, öğrenmenin ilk şartı okumak, her şeyi Allah adına okumak kimseye bir pay çıkarmadan her işi onun adına onun rızası için yapmak.Hakkı ve adaleti yerine getiren bir toplum inşa edebilmek için okumaya çağrı vardır. Buradaki okuma bir metni seslendirmeye çağrı değildir, bugün yapıldığı gibi.

Yazmak, kalıcılığı temin ve geleceğe sağlıklı taşımak için bilginin korunması yazmakla olacaktır. Onun için bilgiyi kusursuz şekilde yazarak kayıtlamak gerekmektedir.

Kalkış kıyam: Tüm cahiliye ye ve cahili anlayışlara karşı durmak için kıyam etmek gerek. Bunun için de nefsi bir hazırlığın yapılması, insanın buna dayanabilecek olgunluğu elde etmesi gerekmektedir. Gece kalkışı bunun için önemlidir.

hbulbul.jpg

Uyarmak inzar, artık yapılan hazırlığın kemale ermesiyle tebliğcinin hayat sahnesine çıkmasıdır. Toplumun her türlü karşı duruşunu göğüslemeyi göze alarak tevhidin tebliği için çalışmaktır. Bu konuda Bilallerin, Yasirlerin, Habbabların rolünü üslenmektir.

Bu işin sırrını, onlardan biri olan Abdullah İbni Mes’ut şöyle ifade ediyor:

Bize Kur’an lafzını ezberlemek zor, onunla amel etmek ise kolay gelirdi; bizden sonrakilere ise Kur’an’ı ezberlemek kolay, onunla amel etmek ise zor gelmektedir. Kur’an, hükümleriyle amel edilsin diye indirildiği halde insanlar onun tilaveti ile yetinir oldular.”

Bu tespit, aradaki farkı kısa ve anlaşılır olarak ortaya koymaktadır. Muhammed Gazali’nin de buna benzer bir tespiti vardır:

“Dünyanın her yerinde insanlar bir şey öğrenmek için okurlar. Müslümanlar ise Kur’an’ı sadece okumak için öğrenirler.”    

Ne kadar doğru bir tespit! Şu gün olmuş biz hala “Kur’ an’ı mealinden mi metninden mi okuyalım, hangisi daha çok sevap olur”un tartışmasını yapıyoruz. Onu anlamak ve yaşamak gibi bir sorumluluğumuzun farkında bile değiliz. Anladığımız dilden okumuş olsaydık böyle bir tartışmaya, endişeye gerek kalmayacaktı.

Çünkü onlarca ayette; anlaşılması için Arapça olarak gönderildiğini, öğüt alınması için kolaylaştırıldığını, anlaşılması için ayetlerinin uzun -uzun açıklandığını, düşünen, akleden bir kavim için indirildiğini kendi gözleriyle görecek ve kulaklarıyla işiteceklerdi. Belki o zaman üzerinde düşünüp anlarlardı.

İlk nesil bizden farklı olarak Kur’ anı nasıl okuyorlardı ki, Allah’ın razı olduğu müjdesine muhatap olmuşlardı. (Beyyine 98/8)

Merhum Seyyid Kutub “Yoldaki İşaretler” isimli kitabında şu tespitlerde bulunmuştur:

1-Onların tek kaynağı Kur’an idi.Onu hak biliyor ve ondan başkasına itibar etmiyorlardı. O dönemde de bilgi kirliliğini meydana getiren İran ve Bizans mitolojileri, İsrail oğullarının bölgede yaydıkları mişnaları, atalarından gelen bir yığın hurafeleri mevcuttu. Fakat hiç birisine itibar etmiyorlardı.

2-Kaynaktan yararlanma metodu. İlk dönemin örnek nesil, Kur’an’a, kültürünü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yaklaşmazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında uygulanacak olan hayat tarzının nasıl olması gerektiği ile ilgili Allahın emrini öğrenmek üzere Kur’an’ı ele alırlardı. Söz konusu emri de, savaş alanında aldığı emri, derhal uygulayan bir ordu gibi, duyar duymaz tatbik etmek üzere alırlardı. Bu şuur, uygulamak üzere öğrenme şuurudur.

3- O zaman İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu. Biz de bugün, İslam’dan önceki cahiliyenin tıpkısı, hatta belki de daha koyusu içindeyiz. Çevremizdeki her şey cahiliye damgası taşıyor. Buna göre İslami hareket metodu uyarınca girişeceğimiz eğitim ve olgunlaşma dönemi boyunca, içinde yaşadığımız ve dayandığımız tüm cahiliye etkilerinden sıyrılmamız gerekmektedir.

İşte insanlığa bunu temin edecek okuma “Hakkıyla okumadır.”

Bunu bize temin edecek okumayı yapabilmek için de Allah Teâlâ’nın Resulü için önerdiği okuma yöntemini uygulamamız gerekmektedir.

a- Tertil ile ağır ağır anlayarak, üzerinde düşünerek geceleri sakin bir ortamda okumak.

b- Allah’ın huzurunda, sizi gördüğünü düşünerek, onunla konuştuğunuzu ve onun kelamını okuduğunuzun huşuunu duyarak okumak. Bunu hissettiğiniz an, kalbinizin atışları değişecek, gözleriniz yaşaracak ve burnunuz kemiği sızlayacaktır.

c- Okumadaki güdülen tek amacın Allah’a gereği gibi kulluk yapabilmek olmalıdır. Bu cümleden olarak öğrendiğimiz doğruları hemen hayata geçirmek, yine öğrendiğimiz yanlışları da terk etmeliyiz.

Aksi halde Kur’an’ın ifadesiyle kitap taşın fakat ondan istifade edemeyenlerin derekesine düşenlerden oluruz.”

KUR’ANÎ İLİMLER:

Kur’an’ın anlaşılmasının konuşulduğu bir yerde Kur’anî ilimlerin de konuşulması elbette kaçınılmaz olacaktır. Bu konuda Tefsir Usulü kitaplarında şu başlıklar altında 22 konunun işlediğini görüyoruz: Kur’an’ı anlamayı anlamak için verilen bir lütuf olan bu konular aslında iki konuya da indirilebilir. Muhkem-Müteşabih, Nasih-Mensuh gibi. Ancak hepsini sayacak olursak.

1-Ayet veya surelerin nüzül sebepleri (Esbabu’n nüzül)

2-Nasih ve Mensuh (Nesh Meselesi)

3-Muhkem ve Müteşabih

4-Bazı surelerin Başındaki Harfler (Hurufu’l Mukatta’a)

5-Surelerin Başlangıcı (Fevatihu’s Suver)

6-Garibu’l Kur’an (Yabancı veya Kureyş lehçesi dışında kullanılan kelimeler)

7-Üslubu’l Kur’an (Kur’anın Kendine özgü konuları anlatım biçimi) Müteşabih, tekrar/ mesanî, mecaz hakikakt v.b. yöntemlerle.

8-Kur’an’ın Eşsizliği (İ’câzü’l Kur’an) Benzerini getirin ayeti…

9-Kur’an’ı Kerimde Yeminler (Aksamu’l Kur’an) Asra yemin oldun ki…v.b.gibi

10-Kur’an’ı Kerim’de Kıssalar (Kısasu’l Kur’an) Yusuf, Musa, mağara ehli ve ben.

11-Kur’an’ı Kerim’de Tekrarlar (Yeri ve zamanına göre bazı ayet ve konuları tekrar etmek)

12-Kur’an’ı Kerim’de Meseller (Emsalü’l Kur’an) Özlü sözler, Darbı meseller: Lokman (as) oğluna vermiş olduğu öğütleri, Kafirlerin amelinin rüzgarlı havadaki küle ben… İnsana kendi duygularından örneklerle Allah’ın da mülkünde ortak istememesi gibi.

13-Hakikat Ve Mecaz (Mecaz: Bir kelimeyi gerçek anlamından başka bir anlamda kullanmaktır.) ölülere duyuramazsın, sağırlara işittiremezsin…

14-Müşkilu’l Kur’an (İki söz arasında bulunan uyumsuzluk tenakuz demektir ki, sözün zahirinde görülen tenakuz demektir. Bu ise gerçekte Kur’ an için söz konusu değildir.

“Hâla Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” (Nisa 4/82) ayeti durumu açıklamaktadır.

15-Mücmel ve Mübeyyen (Kapalı olan lafızlara mücmel, onları açan ayet ve lafızlara da Mübeyyen beyan eden açıklayan denir.) bazen bir kelime iki anlama da gelebilir. “kuru hem renklilik hem de temizlik anlamına gelmekte. ve asase” hem gelen gece hem de geçen gece anlamına kullanılmaktadır.

16-El Vücuh ve’n Nezair (Vücuh, bir kelimenin değişik ayetlerde değişik manaya gelmesine denir. Nezair ise bir çok kelimenin aynı manaya gelmesine denir.)

17-Kur’an’daki Müphemler (Müphematü’l Kur’an) Kur’an’da ismi açıkça zikredilmeyip de zamirler ve ismi mevsuller ile işaret edilenlerin neye ve kime delalet ettiğidir.

18-Halkul Kur’an (Kur’an Allah’ın kelamı olduğu için onun mahlûk olup olmama meselesidir.)

19-Kur’an’ı Kerim’de Hitaplar (Peygambere ve onun dışındakilere yapılan hitaplar)

20-Kur’an’ı Kerim’de Soru ve Cevaplar (Sorulan sorular ve verilen cevaplar)

21-Kur’an’ın faziletleri (Fedâilü’l Kur’an) Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir. (H.Ş.)

22-Ayet ve Sureler Arasındaki Uygunluk ve Tutarlılık (Tenasüb ve İnsicam) Mana bütünlüğü, anlatımdaki güçlülük, ifadedeki uyum ve ahenk bir birini takip etmektedir.

Kur’anî ilimlerle ile ilgili bilgileri topluca verdikten sonra, vaktimizin elverdiği kadar sırayla Konuları ayrı ayrı açmaya çalışacağım.

 ESBÂBU'N-NÜZÛL

Kur'an-ı Kerim ayetlerinin iniş nedenleri bazı ayetler, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e yöneltilen bir soru ya da vuku bulan belli bir olay üzerine inerdi. Ayetlerin inişinde etken olan soru ya da olaya 'nüzul sebebi' denir.

Ayetlerin nüzul sebepleri, ancak bu olaylara şahit olmuş kimselerden yani sahabeden nakledilen sahih rivayetlerle tespit edilir. İctihâd ile nüzûl sebebini tespit etmek mümkün değildir. Hadis kitaplarının tefsirle ilgili bâblarının büyük çoğunluğunda nüzul sebepleri kaydedilmektedir.

Nüzûl sebebini bilmenin tefsir ilminde büyük önemi vardır. Nüzûl sebebini bilmek, ayeti doğru anlamayı kolaylaştırır. Bu konuda ilk müstakil eser veren kişi, Buhâri'nin hocası Ali b. el-Medinî'dir. Bu alanda en çok şöhret yapmış olan eser ise, Vâhidî'nin "Esbâbu'n-Nuzûl" isimli eseridir.    

Nüzul sebebini bilmenin yararlarından biri, teşri edilen hükmün hikmetini bilmeye yardımcı olmasıdır. Hiç şüphesiz Allah hiçbir şeyi boşuna emretmemiş ve yasaklamamıştır; her emir veya yasağının bir hikmeti vardır. Biz bu hikmetleri bazen aklımızla idrak ediyor ya da başka ilimler yardımıyla öğreniyoruz. Bu konuda bize rehberlik eden ilimlerden biri de nüzûl sebebidir.

Meselâ, Ashâbdan bize gelen bilgilerde anlatıldığına göre, "Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz" (en-Nisâ, 4/43) ayeti şu olay üzerine nazil olmuştur: Sahabeden bir grup Abdurrahman b. Avf'ın davetlisi olarak evinde toplanmışlardı. Yemeklerini yeyip içkilerini içtikten sonra namaz vakti geldiğinde onlardan biri, sarhoş bir vaziyette onlara namaz kıldırmış; namazda Fatiha'dan sonra Kâfirûn suresini okumuş ve surenin lâfızlarını birbirine karıştırmıştır); "Ey kâfirler, sizin taptığınıza tapacak değilim" âyetini, "Ey kâfirler, taptığınıza taparım" şeklinde okumuştur. (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır 1968, s.87)

Bu olay üzerine yukarıda söz konusu ettiğimiz ayet inip ayık olmadan namaza yaklaşılamayacağını bildirdi. Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması tedrici bir surette olmuştur. Bu ayet, yasaklamaya doğru ikinci aşamayı teşkil etmektedir.

Nüzul sebebini bilmenin yararlarından biri de, ayetin manasındaki kapalılığın giderilmesine yardımcı olmasıdır.

Meselâ, “Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır” (el-Bakara, 2/1 1 5) ayetinden hareketle namazlarda Kâbe'ye yönelmenin şart olmadığı kanaatine varmak mümkündür. Ama nüzul sebebini araştırdığımızda ayetin, yolculukta bir bineğe binmiş nâfile namaz kılan ya da kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmeyip bir değerlendirme yaptıktan sonra bir tarafa yönelip namaz kılan, sonradan da yöneldiği tarafın kıble olmadığını gören kimse hakkında inmiş olduğunu öğrendiğimizde durum açığa kavuşmaktadır (Zerkanî, Menâhilu'l-İrfan fî Ulûmi'l kur'ân, Mısır (t.y), I, 102-103).

Yine, “İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur" (el-Mâide, 5/93) ayetine bakarak içkinin mubah olduğunu söyleyenlerin çıkması mümkündür. Ama ayetin, içkinin yasaklanmasından önce içki içmiş ve ölmüş Müslümanların durumlarının ne olacağına dair tereddütleri yok etmek için indiğine nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerden öğrendiğimizde; ayetin, sadece bu kimseler hakkında olduğuna hükmediyoruz (Zerkeşî, el-Burhan Fi Ulûmi'l-Kur'an, Kahire 1957, I, 28).

Sebebin hususiliği, Hükmün umumîliğine mani değildir. (Mecelle)

Bir ayetin belli bir olay ya da Peygamber (s.a.s.)'e yöneltilmiş bir soru üzerine inmiş olması, o ayeti o olay ya da soruya özgü kılmaz. Ayet o olay hakkında geçerli olduğu gibi benzeri diğer olaylar için de geçerlidir. Sebebin özel oluşuna değil ayet lâfızlarının kapsamına giren hususlara itibar edilir.

hbulbul3.jpg

NASİH VE MENSUH:

Nesh kelimesi Ne Se Ha kökünden türetilmiştir. Kelime anlamı: Yok etmek, Yazmak, Bir yerden başka bir yere aktarmak, istinsah etmek anlamlarına gelmektedir.

Neshin ıstılah anlamı ise: Önce gelmiş olan şer’i bir hükmü, sonra gelen şer’i bir hüküm ile öncekinin hükmünün kaldırılması demektir.

Bu manada NESH Kur’an’da var mıdır? Bu güne kadar varlığını ve yokluğunu savunanlar olmasına rağmen Varlığına dair Peygamberimizden sahih bir tek hadis bile gelmemiştir.  

Neshi kabul edenler ve etmeyenler Kur’an’da ki şu üç ayete dayanmaktadırlar: Bakara 2/106, Nahl 16/101 ve Rad 13/39. Bu ayetler ile anlatılmak istenenin ne olduğunu, bulundukları bağlama bakarak anlamaya çalışalım.

1-“Ehl-i Kit ab’dan kâfirler ve müşrikler Rabbinizden size hiç bir hayır indirilmesini istemezler. Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir. “(bakara 2/105)

“Biz bir ayetten (Bu ayet mucize veya şeriat anlamınadır.) her neyi nesh eder veya unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun mislini getiririz. Bilmez misin ki Allah Teâlâ her şeye kemaliyle kâdirdir.”(Bakara 2/106)

Bu ayetlerin öncesinde zikredilen ayetlerde Ehli kitabın Peygamberimize karşı takındığı tavırdan bahsedilmektedir. Ehli kitap Peygamberimize karşı hazımsız bir anlayış içerisindedir. Bekledikleri Risaletin kendilerine gelmemiş olması ve kendi ellerindeki Risalet kozunu kaybetmiş olmalarının verdiği kin ve kıskançlıkla saldırmaktadırlar. Her fırsatta İsmail Oğullarına verilen Risaleti ve Peygamberi dilleriyle incitmektedirler. Onun yanına geldiklerinde “Râîna “ ifadesiyle onu güdücü çoban olarak nitelediklerini 104. ayetin beyanından anlıyoruz. Bunun devamındaki ayette ise:      

“Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve müşrikler sizin üzerinize Rabbiniz tarafından bir hayrın indirilmesini istemezler. Allah Teâlâ ise rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah Teâlâ büyük ihsan sahibidir.”(2-Bakara/105) buyruluyor.

Burada indirilen hayır onların şeriatının hükmünü yürürlükten kaldıran yeni Risalet ve beraberinde verilen yenişeriattır. İşte Ehli kitabın kıskandığı konu budur. Bu bağlamda 106. Ayette belirtilen “ayetten” kastedilenin de her hangi bir Kur’an ayeti değil, Kur’an’dan önceki gönderilmiş olan Yahudi ve Hıristiyanların Kitap ve Şeriatlarıdır. Buradaki ayetin anlamı budur. Allah Kur’an’ı göndermekle bunların hükmünü nesh etmiştir.

Konunun bir başka delili ise, Kur’an’da “ayet” ifadesi tekil olarak zikredildiği zaman mucize ve Burhan anlamında kullanılır. Kur’an ayetleri kastedildiği zaman çoğul olarak “âyât” şeklinde ifade edilir. Bu nedenle burada ifade edilen ayetin Kur’an’ın herhangi bir ayeti olması mümkün değildir. Bu ifade Kur’an’dan önce gelmiş olan kitaplar ve şeraitlerdir.

“İşte o şeraiti hükümsüz kılar veya unutturursak ondan daha hayırlısını ya da benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misiniz?” ifadesiyle Allah mülkünde dilediğini yapacak güç ve yetkinin sahibi olduğunu vurgulamaktadır.

Bununla birlikte 109. ayette Yahudi ve Hıristiyanlar Peygamberliğin İsmail oğullarına verilmesini kıskanmalarından dolayı, Müslümanları küfre döndürünceye kadar entrikalarına devam edecekleri bildirilmektedir. Böylece ayetin bulunduğu bağlamda esas sözün muhatabı Ehli kitap olduğu ve onlara cevap verildiği açıkça anlaşılmaktadır.

2- “Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde ki, Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, “Sen sadece uyduruyorsun” derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler.”(16-Nahl/101)

“De ki: Onu Ruh-ul Kudüs, müminlerin imanını pekiştirmek, Müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbin katından hak ile indirmiştir.”

“Andolsun ki; ona mutlaka bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Kastettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık bir Arapçadır.” (16nahl/102-103)

Görüldüğü gibi Yapılan itiraz Kur’an’ın her hangi bir ayetine değil bütünüyle birlikte Peygamberimiz (as)’ın Risaletinedir. Güya Peygamberimizin okumuş olduğu ayetlerin Allah ile bir ilgisi olmadığını ve ona bir Rum gencinin öğrettiğini söylüyorlar. Böylece Elçinin Allah ile irtibatını kesmeye çalışıyorlar.    

Bu ayetlerin hiç birinde kitabın kendi içindeki bir hükmünün neshiyle alakalı bir karine olmadığı gibi, Peygamberimizden de Kur’an’ın herhangi bir ayetinin Kur’an’ın bir ayetiyle neshine dair sahih bir hadis gelmemiştir.

3-“Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.” (13-Rad/39) ayetini de siyak ve sibak ilişkisi içerisinde değerlendirmeye çalışalım:

“Ve işte Biz o Kur'an'ı Arapça bir hüküm olmak üzere indirdik. Andolsun ki eğer sen, sana vahiyle gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, sana Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir koruyucu”(13Rad/37).

“And olsun ki, senden önce nice peygamberler gönderdik; onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet (Mucize, kitap, şeriat) getiremez. Her şeyin vakti ve süresi yazılıdır.”

“Allah dilediğini siler. Dilediğini olduğu gibi bırakır; Ana kitap O'nun katındadır.”(13-Rad/39)

“Onlara vadettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek yahut seni, onu görmeden vefat ettirsek, yine de sana düşen sadece tebliğ etmek, bize düşen de hesaba çekmektir.”(13-Rad/40)

Burada ayetlerin verdiği mesajdan anlaşılan, yine Ehli Kitabın ve müşriklerin Kitaba ve peygamber (as) olan itirazlarıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ meydan okuyarak:  

“Ana Kitab’ın kendi katında olduğunu, dilediğini silip dilediğini bırakacağını” bildiriyor. Peygamberlerin elinde bir şey olmadığını, istedikleri zaman bir ayet/kitap getiremeyeceklerini ve her kitabın geleceği vaktin yazılı olduğunu açıklıyor.

Burada şöyle bir durumun varlığı da anlaşılıyor: Müşrikler ve Ehli kitap Kuranın bazı ayetlerinin Tevrat ve İncil’de geçen bazı ayetler ile benzerlik arzetmiş olmasından dolayı Kur’an’ın kendi arzularına uymayan taraflarına itiraz ederek;

“Şunları aynen alıyorsun da bunları niye almıyorsun “ gibi bir itiraza cevap olarak, ”Allah dilediğini siler dilediğini de aynen bırakır. Ana Kitap onun katındadır” ifadesiyle onlara cevap veriyor.

Yine burada silinen ve bırakılan bir önceki şeriatlardır. Takdir edersiniz ki, Beşeri sistemlerde bile zaman- zaman anayasa değişiklikleri yapılmaktadır. Köklü bir rejim değişikliği olmadığı sürece eski anayasa tümüyle bırakılmaz. Belli bir yüzdesi değiştirilir. İçinde eski anayasadan birçok madde aynen almasına rağmen artık bunun adı yeni anayasadır. Eski anayasa yürürlükten kaldırılmıştır. Artık o hükümsüzdür.

Kur'an ayetleri için unutturmak, değiştirmek ifadelerini kullandığı­mızda vakıaya uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır.                                                  

“Cebrail sana Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu sana açıklamak Bize düşer.”(Kıyamet 75/16-19)

"Hâlâ Kur'an üzerinde düşün­meyecekler mi? Eğer O, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, Onda birçok tutarsızlıklar bulurlar­dı.“(4/82)

"Zikri biz indirdik; onu koruya­cak olan da Biziz.”(15/9) sözleriyle beraber düşündüğümüzde, Allah Teala onu unutturacağını değil, oku­tup açıklatacağını; değiştireceğini değil koruyacağını bildiriyor. Ancak bunu önceki şeriatlarla ilgili olarak düşünürsek bu ifadelere uygun düşmektedir. Allah (c.c.) İsa (a.s)'ın diliyle bunu şöyle vurguluyor:

"Ben, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet / mucize getirdim. O halde Al­lah'tan korkun, bana itaat edin.”(3/50)

“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında bulunan, yada kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik. Azgınlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.” (6/146)

Bu konuda 4/160, 7/163,16/ 118, 124. ayetlerini de okudu­ğumuzda açıkça görülür ki bir önceki ümmete özgü hataları, isyan­ları sebebiyle Allah'ın onlara yüklediği ağır yükler, onlardan bir son­raki elçinin eliyle kaldırılmıştır.

Benzer bir durumu Maide suresinin 48. Ayeti de ifade etmektedir:

“Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.”(Maide 5/48)

Aslında nesh edildiği zannedilen birçok ayetKur’an’da ki tedrici uygulamayı bir yöntem olarak bizlere sunmaktadır. Malüm olduğu üzere Kur’an, Müslümanların hayatına 23 yılda ayet-ayet veya sure-sure indirilerek tatbik edilmiştir. Buna paralel olarak gelen hüküm ayetlerinin hepsi, Medine döneminde gelmiştir.

Bir içki yasağında izlenen yol, Mekke’de başlamış Medine’nin ikinci yılında sonlandırılmıştır. Faizle ilgili hüküm Medine’nin son yıllarında veda Haccından önce gelmiştir. Kur’an’ın hüküm ayetleri bil umum Medine döneminde gelmiştir. Bunların bu şekilde indirilmiş olması, bir dünya görüşünün toplum hayatına nasıl uygulanacağının metodunu ortaya koymaktadır. Nesh aslında İslam toplumu binasının inşasında Rabbimizin çizdiği mühendislik çizgileridir.

İslam da tedricilik bir yöntemdir. İnsanlık bu yönteme, yeni bir toplumla muhatap olduğunda her zaman ihtiyaç duyacaktır. Çünkü bu din kıyamete kadar inananlarını : “Din tamamen Allahın olup yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihatla görevlendirmektedir. ”(8-Enfal/39)

Hal böyle olunca ulaştığınız her yeni topluma aynı yöntemle yaklaşacaksınız. Bu nedenle diyoruz ki, her toplumun Mekke’si vardır. Her şahsın olduğu gibi. Tedriciliği inşa eden ayetleri silip kaldırırsanız durum ne olacaktır. İşte İslam’ın siyasi anlamdaki hakimiyeti kaybedildi. Bunun yeniden inşası için bu ayetlere yeniden ihtiyacımız olacaktır. Mekke’de gösterilen dikkate, sabır ve sebata, mazlumluğumuzu korumaya, İşkencelere katlanmaya, Medine ortamını bulana kadar güce güç ile mukabele etmemeye, gücümüz oranında karşılık vermeye, tebliğ yolunu tercih edip, kıtalden uzak durmaya çalışmak zorundayız. Bu aynen yıkılan binayı yapmak için izlenilen yöntem gibi. Bir bina yeni inşa edilirken nasıl yapılıyor ve nelere ihtiyaç duyuluyorsa; yıkılan binayı yeniden inşası için de aynı yol ve yönteme ihtiyaç olacaktır. Fazladan olarak bir de enkazını kaldırmak gerekecek. Şu anda yaptığımız gibi. Yılların tortulaşmış kültür enkazını kaldırmak kolay olmuyor. Önce yanlışını silecek, sonra da doğrusunu yazacaksınız.

hbulbul4.jpg

MUHKEM VE MÜTEŞABİH:

Muhkem: Kelime anlamı sağlam, kuvvetli, anlamı tefsir edilenlerden daha kuvvetli ve açık olan söz, sıkı sıkıya, tahkim edilmiş. Hukuk dilinde: Kat’i ve sağlam bozulmaz hüküm demektir.

Muhkemin ıstılahi anlamı ise: Kur’ anda hüküm ifade eden ayetlerin tamamı kastedilmektedir. Helal ve harama, İbadet ve muamelata, itikata ve ukubata taalluk eden ayetlerdir.

Müteşabih: Kelime anlamı, bir veya birkaç yönüyle bir birine benzeyen, teşbih yoluyla bir birine benzeyen ve benzetilen. Kur’ anı kerimde zahiri manası kastedilmeyen, teşbih ve temsil yoluyla hakikatleri beyan eden ayetlerdir.

Müteşabih’in ıstılahî anlamı ise: İnsanların Müşahede alanına girmeyen gaybi âlemle ilgili verilen bilgileri, zahiri âlemdeki nesnelere benzeterek teşbih yoluyla anlatan ayetlerdir. Cennetin, cehennemin, meleklerin özelliklerini anlatan ayetler ile Allah'ın zat ve sıfatlarını anlatan ayetler gibi.

Bunu da iki kısma ayırabiliriz:

1-Lafzı Müteşabih olanlar, Surelerin başındaki harfler gibi.

2-Mahiyeti Müteşabih olanlar, gaybi konuları anlatan ayetler gibi.

Bu konuda maksadımızın anlaşılması için Tefsir ve Te’vil kelimelerinin de ne anlama geldiğini açıklamaya ihtiyaç vardır.

Tefsir: Kelime olarak “ Fe Se Re” kökünden gelmektedir. Fesere, lügatte doktorun hastalığı teşhis için baktığı az miktardaki su anlamına da gelmektedir. Doktor bu suya bakarak hastalığı teşhis eder.

Bu kelime bundan başka şu anlamlara da gelmektedir: Beyan etmek, keşfetmek, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi.

Istılah da ise,kapalı olan bir lafzı açmak ve sözün kastı olan mesajı açıklamak için kullanılan bir yöntemdir. Bu Kur’ an lafızları için kullanıldığı gibi diğer sahalarda da kullanılmaktadır.

Te’vil: Kelime olarak “E ve Le” kökünden gelmektedir. Geri dönme /rücû manasındadır. Ancak Tef’ il babın da ise açıklamak, beyan etmek, bir şeyin hakikatini ortaya koymak anlamına da gelmektedir.

Istılahta, ayetin muhtemel olduğu manalardan birine döndürülmesidir veyaAyetin siyak ve sibakına uygun olan bir manaya hamledilmesidir.

Tefsir ve Te’vil kelimeleri zaman içerisinde bir birinin yerine de kullanılmıştır. Ancak Tefsir Te’vil’den daha önce kullanılan bir kelimedir.        

Te’vilkelimesinin, bir şeyin gerçeğini ortaya koymak anlamı da bulunduğunu ifade etmiştik. Özellikle Ali İmran yedinci ayetinde geçen “Onun Te’vilini Allah' tan başka kimse bilmez “ şeklinde ifade edilen şey “Müteşabih olanların gerçek mahiyetini (Kur’anda anlatılan ayetin anlamını değil, ayetin anlamı açık fakat anlatılan şeyin mahiyeti bize kapalı ve bizim onun gerçek mahiyetini ortaya koymamız imkansız olduğundan onun te’vilini ) Allah'tan başka kimse bilemez ve açıklayıp ortaya koyamaz” denilmektedir.

Bu ön açıklamalardan sonra konumuza esas olan ayetleri anlamaya çalışalım.

 

hbulbul5.jpg

A-TÜMÜ MUHKEM:

1. “Elif. Lam. Ra. Bu öyle bir kitaptır ki, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri MUHKEM KILINMIŞ / sağlam şekilde tanzim edilmiş; sonra da bütün tafsilatıyla açıklanmıştır.”

 “Ki, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz. (Ey peygamber! De ki, ) ben O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.”(Hud 11/1-2)

Birinci ayette bahsedilen Muhkemlik: Ayetlerin bir biriyle uyum içinde birbirini açıklayıcı olarak verdiği öğütlerin açık ve anlaşılır olması, Dünya ve Ahiretle ilgili ortaya koyduğu hükümlerin birbiriyle çelişkisiz ve birbirini açıklayıcı konumda olduğu gibi; Verilen bilgilerin eşyanın tabiatına, insanın fıtratına ve aklın ilkelerine uygun olmasıdır.    

Bu bilgilerin hiçbir düşünce tarafından çürütülemeyecek sağlamlıkta olması Ve insan aklını tatmin edecek derecede bütün tafsilatıyla açıklanmış olmasıdır.

Surenin devamındaki ayetlerin verdiği bilgilere bakıldığında: İnsan, hayat ve kâinatın yaratılışını, sebep ve sonuçlarını, hayatın tüm gerçeklerini gözler önüne sererek, ölümün ve yeniden dirilişin, yapıp ettiklerimizin sonuçlarını tüm ayrıntılarıyla ortaya koymuş olduğu görülecektir.

B-TÜMÜ MÜTEŞABİH:

Onun ayetlerinin Müteşâbih oluşuyla ilgili Zümer suresinin 23. ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır:

2. “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu (Müteşabih) ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan (Mesani) bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden derileri ürperir, derken hem derileri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” (39/23)

(İşte bu Kitap, Allah'ın doğruluk rehberidir,onunla istediğini doğru yola eriştirir. İfadesini yeniden hatırlatarak, bir takım insanların “Müteşâbih” için getirmiş olduğu tanımları -Çok anlamlı, anlamı bilinmeyen, kapalı gibi- değerlendirmeleri, doğruluk rehberi olan bir kitap için düşünülmesi mümkün değildir.)

Bu ifadelere bakıldığında Kur’an’ın olayları anlatım biçimiyle, üslubuyla alakalı olduğu görülecektir. Bu nedenle cennet ve cehennem, ödül ve ceza, emir ve yasaklar, aydınlık ve karanlık, hak ve batıl, Haklar ve ödevler, yer ve gök, Dünya ve Ahiret; tekrar, teşbih, mecaz ve hakikat gibi her türlü edebi sanat kullanılarak insanın idrakine sunulmuştur.

“MESANΔ, “mesna”nın çoğuludur ve gerçekleri ifade etmek için çeşitli şekilde sürekli tekrarlanan anlamına gelmektedir. Bu nedenle Fatiha suresinin bir ismi de ‘Tekrar edilen yedi anlamında’ “es Seb’ul Mesani”dir. Allah, Kur’an’ı öğüt olması için indirdiğini birçok ayette tekrarlarken, verdiği öğütleri de Kur’an’ın her suresinde sürekli tekrarlamaktadır.

(İman ve salih amel sahibi olanların cennete, şirk, inkar ve günahı kendini kuşatmış olanların da cehenneme gideceği yüzlerce defa tekrarlanmış olması gibi.)

Ayrıca zahiri âlemin dışında olup müşahede alanımıza girmeyen âlemle ilgili bilgileri verirken, bilinmeyenleri bilinenlere teşbih ederek vermiştir.

Ahiret hayatıyla ilgili, ödül ve ceza teşbih yöntemiyle anlatılırken; Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilgili bilgiler ise mecazen anlatılmıştır. Görüp idrak edemediğimiz şeyler, gördüğümüz ve idrak edebildiğimiz şeylere benzetilerek anlatılmaktadır.

Örneğin: Cennetteki içeceklerden bahsedilirken:

“Onlara kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır. Berraktır, içenlere lezzet verir. O içkide ne sersemletme vardır, nede onunla sarhoş olma.” (37/45-47) şeklindeki açıklamayla bildiğimiz içeceklerin bir takım vasıflarına benzetilerek anlatılmak suretiyle anlamamız sağlanmıştır.

C-BİR KISMI MUHKEM BİR KISMI MÜTEŞABİH

Bir kısmı Muhkem bir kısmı Müteşâbih olarak ifade edilen Ali İmran suresi yedinci ayetinde ise şöyle buyruluyor:

3. “Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bazı ayetleri muhkemdir. Bunlar kitabın anasıdır/ esasıdır. Diğerleri ise Müteşâbihlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve kendilerine göre te’vil etmek için onun müteşabihine uyarlar. Oysa onların Te’vilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar ise :”Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır ”derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir.

(Burada ilimde derinleşenler de bilirler şeklindeki anlayışı kabul etmek, âlimlerin de gayba muttali olduğunu kabul etmek anlamına geleceğinden mümkün değildir.)

hbulbul7.jpg

KUR’AN’IN İNSANLARA SUNDUĞU İKİ ALEM VARDIR:          

Kur’an’ın üzerinde durduğu ve insanlara takdim ettiği iki âlem vardır. Biri bu Dünya âlemi, diğeri ise tümüyle bize gayb olan Ahiret âlemidir. Kur’an, bilinmeyen âlemi insan için bilinen âlemdeki nesnelere benzeterek insanın anlayabileceği bir yöntemle anlatmaktadır. Anlatılan şeylerin gerçek mahiyeti ise sadece kendisine benzetilenlerin mahiyetiyle tıpa tıp aynı demek değildir. Bilinen bir şeye benzetilerek anlamamız temin edilmektedir.       

Bunlar ister cennet hayatıyla ve içindeki nimetlerle ilgili olsun, ister cehennem ve içindeki yiyecek ve cezalandırma ile ilgili olsun, anlayabileceğimiz bir yöntemle anlatılmaktadır. Allah'ın zatı ve sıfatlarıyla alakalı anlatımlar da böyledir. Hudeybiye’deki, Rıdvan biatı anlatılırken: “Allah'ın eli sizin elinizin üzerinde idi.” (Fetih 48/10) İfadesi mecazen ifade edilmiştir.

Nur suresindeki Allah'ın nuru anlatılırken de aynı yöntemle anlatılmıştır. “Melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı kıldık” derken de aynı yöntem kullanılmıştır. Biz bunlara iman ederken, mahiyeti ile ilgili her hangi bir yoruma girmeyiz. Hepsi Rabbimizdendir iman ettik demekle yetiniriz. Ayetin son cümlesinde verilmek istenen mesaj da budur diye düşünüyoruz.

Müteşabihin te’vilineyeltenenlerin vasıflarının gayet açık bir ifadeyle ortaya konulduğunu görüyoruz. “Kalbinde eğrilik bulunanlar, Fitne çıkarmak için bu yola tevessül ederler“.

Yukarıda te’vil kelimesini açıklarken Tefsir ve yorumdan ayrı bir anlama da geldiğini söylemiştik. Geri dönmek, döndürmek, ayeti muhtemel manalardan birine hamletmenin yanı sıra, bir şeyin gerçek mahiyetini ortaya koymak anlamına da gelmektedir. Her hangi bir insanın erişemediği gayb âlemine ait olan bir şeyin hakikatini ortaya koyma gücü olmadığından Allah Teâlâ, “onun Te’vilini Allah'tan başkası bilmez” buyurmaktadır. İlimde derinleşmek gayba muttali olmak anlamına gelmediğinden Râsihûn’un da :”Hepsi Rabbimizdendir iman ettik” demekle teslimiyetlerini bildirirler. Bunu da ancak akılını kullanabilen akıl sahiplerinin düşünebileceği belirtilmiştir.

Bununla müteşabihat konusunda Müslüman’ın nasıl inanıp davranacağı belirlenmiş olmaktadır. Yoruma girmeden “hepsi Rabbimizdendir” diyerek teslim olmak ve olduğu hal ile inancını oluşturmak durumundadır. Bu konuda mahiyetini ancak Allah bilir ise ki öyle ifade ediliyor, söylenecek her söz, karanlığa taş atmak olacağından bir değer ifade etmeyecektir.

Beyhaki’nin Ebu Hureyre’den naklettiği bir hadiste şu ifadelere yer verilmektedir:

“Kur’an beş vecih üzerine nazil oldu: Helal, haram, muhkem, Müteşabih ve emsal. Helali işleyin, haramdan kaçının, muhkeme tabi olun, Müteşabih’e inanın ve emsalden de ibret alın.” İmam Şafii bunu, bir müfessir için bilinmesi gerekli Kuran ilimlerinden olarak nitelendirmiştir.

Buraya kadar olan açıklamalardan sonra şöyle bir hükme varmamız mümkün olacaktır:

Kur’an ayetlerinin birbiriyle çelişkisiz, açık, anlaşılabilir nitelikte ve ayetleri bir biriyle desteklenerek uyum içerisinde tahkim edilmiş; her yönden gelecek irdeleme, eleştirme karşısında sarsılmaz oluşuyla tamamı Muhkem;

Kur’an, geldiği yer ve kaynağı itibariyle, insanın erişip ulaşamayacağı bir kaynaktan yani Allah'tan olması nedeniyle tümüyle Müteşâbih;

Kur’an’da yer alan konuların mahiyeti itibariyle ise, bir kısmı Muhkem ve bir kısmı Müteşabih’tir (ayetler konuları itibariyle bir kısmı gaybi konulara, bir kısmı da müşahede alemine dünyaya ve ef’aline aittir.) Bu kelimelerin kullanıldığı ayetlere bakıldığında bu gerçeği görmek mümkündür. Bu nedenle ayetlerde geçen değişik ifadeler asla birbiriyle çelişki oluşturmamaktadır.

Bunun Kur’an’daki bir başka örneği de Allah'ın zahir ve batın oluşudur. Allah'ın varlığı yarattığı eserleri ile zahir iken, Zatının mahiyetinin bilinemezliği ile batındır. (Hüvel evvelü, vel ahiru, vez zahiru, vel batın)

Müteşabih ayetleri “manası bilinmeyen ve çok anlamlı ayetler” diye açıklamak, mesaj için gönderilmiş bir kitabın ruhuna asla uygun düşmemektedir. Manası bilinmeyen bir sözün gönderilen muhatap açısından bir anlamı olmadığı gibi; gönderen açısından da bir şey ifade etmez. Her mesaj sahibi mesajının, maksadının kedisine gönderilen tarafından anlaşılmasını ister. Aksi halde göndermenin bir anlamı olmayacaktır. Aksini iddia etmek abesle iştigal olur ki Allah bundan müstağnidir. O halde, Kur’an’ın muhatabı olan ilk toplumda her ayetin ifade ettiği bir manası mutlaka vardır. Bize düşen ilk toplumun anlayışına ulaşmak için gayret göstermektir.

Eğer bir ayetin zannedildiği gibi birden çok anlamı olursa, dindarlar arasında birliği temin etmek mümkün değildir. Allah ise insanları Kur’anla, Kur’an’da birleşmeye çağırıyor. İnsanları hangi anlamında birleştireceksiniz? Bu asla mümkün olmazdı.

hbulbul6.jpg

KUR’AN’DA HAKİKAT VE MECAZ:

Bir dilde kullanılan kelimelerin iki anlamı vardır, biri HAKİKİ diğeri ise MECAZİ anlamıdır. Kelimenin hangi anlamda kullanıldığını, içinde kullanıldığı cümlenin ifade ettiği mana belirler.

“Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir baksana. Toprağı öldükten sonra nasıl diriltiyor? İşte O; bütün ölüleri de muhakkak diriltecek. O; her şeye kadirdir.

Tabiidir ki sen ölülere katiyen işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.” (Rum 30/50-52)

Burada birinci ayette geçen “ölüler” ifadesi gerçek anlamında kullanılmış, ikinci ayetteki ölüler sözü ise mecazî anlamında kullanılmıştır. Ayrıca (2/73, 259-260, 3/49, 5/110, 7/57, 22/6, 30/50) hakiki anlamında, (Fatır 35/ 22 ) de de mecazi anlamda kullanılmıştır.

İslam âlimleri mecazın Kur’an’da olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerse de, çoğunluk varlığını kabul etmiştir. Kabul etmeyenler mecazı yalanın kardeşi olarak kabul ettiklerinden Allah’ın ayetlerinde böyle bir şeyin olamayacağını söylerken;

Kabul edenler ve Belâgat sahipleri, “mecazın hakikatten daha beliğ olduğunda ittifak etmişlerdir. Kur’an ibaresinin tatlılığı, çekiciliği ve güzelliği biraz da kendisinde mevcut olan mecazlardan ileri gelir” demişlerdir.

Mecazı iki kısımda mütalaa etmek mümkündür: Birincisi MECAZI AKLÎ, Diğeri ise MECAZI LÜGAVİ’dir.

1- Mecazi akliye Mecazı Müfred de denilmektedir. Örnek Bakara suresinin 16. ayeti: “Onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu yüzden yaptıkları ticaretten kazanç elde edememişler ve de hidayete erememişlerdir.”

“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih 48/10)

Buradaki Allah’ın eli, satın almak ve kazanç ifadeleri mecazı müfret veya mecazi akli olarak kullanılmıştır.

2-Mecazı Lügavî: Bir lafzın başka bir manaya kullanılmasının çeşitli yönleri vardır. Güç yönünden, güzellik yönünden, büyülük yönünden v.b. Bütün bir parça için de kullanılabilir. Bir kimsenin güç yönünden, cesaret yönünden v.b. yönlerden aslana benzetilmesi veya güzellik, ahlak yönünden meleğe benzetilmesi gibi.     

Ve Allah ile beraber başka bir ilaha tapma. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun yüzünden (zâtından) başka her şey helak olucudur. Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/88)

Burada da Allah’ın zatı yerine vechi/yüzü ifadesi kullanılmıştır. Bu konuda ilk eser, Ebu Ubeyde Ma’mer El Müsenna (Ö. 210/ 825)’nın Mecazü’l Kur’an’ıdır. Son olarak da Seyyid Kutup’un Et Tasvirü’l Fenniyyü’l Fil Kur’an adlı eseridir.”

Konferans katılımcılardan gelen çok sayıda nasih-mensuh,şefaat,recm ve Kurani konulardaki soruların cevaplanmasından sonra, beraber kılınan ikindi namazı ve geleneksel hale gelen simit ve çay ikramı ile sona erdi. 

YORUMLAR
  • hasan mensur    08-10-2012 10:08

    ilkaw kur'anı hakkıyla okumak konusundaki çalışma güzel ve faydalı olmuştur allah ecirlerini kat kat artırsın selam ve dua ile

  • POLAT   05-10-2011 15:15

    BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM İlKAV adına yaraşır şekilde, İslami tebliğ görevini yapmağa çalışan gayretli insanların marifetleriyle devam etmektedir.Bizler İlkav’ı bir okul olarak görüyoruz..İyi niyetlerinden emin olduğum bu insanların hakkı tebliğ noktasında, son derece ağır bir sorumluluk taşımaktadırlar.Ankara da bir öncü olarak, ilmi araştırmalar üzerine yoğunlaşarak insanları aydınlığa çağıran kardeşleri tebrik ediyorum. Hüseyin BÜLBÜL kardeşimize teşekkür ederim.Konuya hakimliğiyle, gerçekten güzeldi .