Şükrü HÜSEYİNOĞLU
İSLAM COĞRAFYASINDAKİ İKTİDARLARIN ALLAH’I OLSAYDI, ONLARIN DOLARI OLMAZDI
Tarih boyunca insanların ezici çoğunluğunun, Allah’ın varlığına ve birliğine inandıkları bilinmektedir. Ve yine tarih boyunca insanların ezici çoğunluğunun şirke dayalı bir inanç ve pratik üzere bulunduğu da bilinmektedir. Nitekim bu durumu Rabbimiz şu şekilde ifade etmektedir: “Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a iman etmezler.” (Yusuf, 12/106)
Bu ayette ve Kur’an’da çokça dile getirilen söz konusu şirk koşma ameliyesinin ise, genellikle Yüce Allah’ın ilahlık ve rablik gibi, insanların fert ve toplum hayatının sevk ve idaresiyle, dua, ibadet ve itaatla ilgili sıfatları konusunda kendini gösterdiğini de biliyoruz. Bu sebepledir ki Rabbimiz, bizden iman akdini öncelikle kendisinden başka ilah tanımama ve yeryüzünde rablik ve ilahlık taslayan tağutları kesin olarak reddetme sözü/taahhüdü üzerine almaktadır.
Dolayısıyla İslam akidesine göre “Allah’a iman” denildiğinde, O’nu tüm isim ve sıfatlarıyla birlemek ve göklerin ve yerlerin biricik ilahı, rabbi, meliki, hakemi, hâkimi olduğunu kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve bu tasdik ve ikrarla mutabık amel bütünlüğü kastedilmektedir. Yaratıcı ve kâinatı sevk ve idare edici olarak Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, İslam akidesine göre “Allah’a iman”ın sadece bir cüzünü teşkil etmektedir.
Allah’ın kâinatı, kozmik âlemi sevk ve idare ettiğine inanıp, O’nun yeryüzü ve burada yaşayanlar için de yegâne hükümran, sevk ve idarenin kendisinin ölçülerine has kılındığı, yaratmak gibi emretmenin ve insanlara yol göstermenin de kendisine ait olduğuna inanmamak, bu gerçeği teori ve pratikte tasdik etmemek, yalnızca “göklerin rabbi” olan bir Tanrı’ya inanmak anlamına gelir.
Yahut da ihtiyaç duyulduğunda, zorda kalındığında hatırlanarak kendisine yönelinip duada bulunulduğu, insanlar için bütüncül bir hayat nizamı olarak bildirdiği dininin kimi şiar ve mefhumlarından faydalanıldığı halde, bildirdiği ölçüler fert ve toplum hayatında belirleyici kabul edilmeyen bir Allah inancı, “Allah’a iman” anlamına gelmez. Zira burada, insanlar için sınır çizen, had ve hudud belirleyen hâkim değil, haşa kendisine insanlar tarafından sınır çizilmeye kalkışılan, had ve hudud belirlenmeye cüret edilen mahkûm bir Allah inancı söz konusudur.
Sözü buradan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Brunson krizi”nin alevlendiği günlerde yapmış olduğu bir açıklamaya getirmek istiyorum. Konuyla ilgili Rize’de halka seslenen Erdoğan şöyle diyordu: “Şunu unutmayın, onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allah'ımız var.”
Tabi ilk elde kulağa hoş gelen bir söz bu. Hele de Büyük Şeytan ABD’ye karşı bir argüman olarak dile getirilmiş olması insanları mest etmeye yetiyor, her ne kadar birkaç gün sonrasında “Biz ABD’yle stratejik NATO müttefikiyiz, sorunumuz mevcut yönetimle” denilerek çıta epey düşürülmüş olsa da.
İlk elde kulağa hoş geliyor da, ikinci elde ne oluyor diye sorulacak olursa, işte orada yukarıda söz etmeye çalıştığımız üzere, orada dile getirilen Allah inancının mahiyeti ve pratikteki karşılığı üzerinde ciddiyetle durulması gerekiyor.
“Onların dolarları varsa bizim de Allah'ımız var” sözü mikro bir bakışla bakıldığında çok güzel, fakat makro bir bakışla ele aldığımızda, sözün sahibi Erdoğan’ın şahsında İslam coğrafyasındaki mevcut iktidarlar ve yöneticilere şunları söylemek ne yazık ki haksızlık değil: Keşke dediğiniz gibi olsaydı, yani sizin iman düzeyinde bir Allah inancınız ve dolayısıyla da O’na itaat ve ittibanız olsaydı, o takdirde onların asla doları (kapitalist tahakküm güçleri) olmazdı. Elbette bir Allah inancınız olduğunu biliyoruz. Lakin bu, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde bize öğrettiği üzere, yaratmak gibi emretmenin ve yol göstermenin de kendisine has olduğu, hüküm ve hükümranlığın yegâne sahibi, hâkim Allah inancı değil.
Yaratan, rızık veren ve fakat emretme ve hükümranlık/egemenlik konusuna iş gelince laiklik tuğyanıyla haşa kendisine insan hevası tarafından sınır çizilmeye kalkışılan mahkûm bir Allah inancı sizinkisi. Bu sebepledir ki, "Bizim Allah'ımız var" demeye hakkınız yok maalesef. Şayet Allahınız olsaydı, yani bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik her alanda Allah'a boyun eğerek O'nun ölçü ve hükümlerine tâbi olsaydınız hiçbir şey bugünkü gibi olmayacaktı.
Ne yazık ki sizler söylem ve eylemlerinizle sürekli olarak, hâkim değil mahkûm bir Allah inancına sahip olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz. 15 Temmuz meşum darbe girişimi sonrası o dönemki söylem ve eylemlerinize dair gözlemlerimi şu şekilde ifade etmiştim:
1. Perde:
- Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır. Allah onların tuzağını bozdu.
-Allah'tan başka kimse bizi korkutamaz.
-Allah bizimle beraberdir.
2. Perde:
-Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
-Milletin iradesinden başka irade tanımıyoruz.
Birinci perdede Yüce Allah'ın ismi zikredilirken, ikinci perdede niçin Allah'sız bir söylem ve icraat öne çıkıyor? Allah, ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda hatırlanacak, iş hükmetmeye, insanların sevk ve idaresine gelince unutulacak Yunan ve Mekke tanrıları gibi haşa hizmetkâr bir ilah mı sizin gözünüzde?
Başta politikacılar olmak üzere herkes şu temel hakikati bilmelidir ki, Yüce Allah asla insanların ihtiyacı olduğunda kendisini hatırlayacakları "hizmetkâr bir tanrı" değil, insanları kendisine kulluk/itaat etsinler diye yaratmış olan "hükümran" ilahtır.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: "...Haberiniz olsun, yaratmak da, emretmek de O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (A’raf, 7/54)
Yaratmayı, rızık vermeyi, koruyup gözetmeyi Allah'a, emretmeyi/hükmetmeyi ise beşer çoğunluğunun hevasına nisbet eden anlayış, kadim zamanlardan bugünün modernitesine kadar süregelen şirkin ve Allah’a sınır çizme tuğyanının ta kendisidir.
İnsanların çoğu geçmişten günümüze ne yazık ki “Göklerin, yerin ve arasındakilerin rabbi, hükümranı olan” Allah’a değil “Gök Tanrı”ya inanmış, “Göklerin, yerin ve arasındakilerin rabbi, hükümranı olan” Allah’tan değil yalnızca göklerin rabbi/hükümranı olduğu kabul edilen işbu “Gök Tanrı”dan râzı olmuştur.
Rabbimizin râzı olacağı ve “Gir kullarımın arasına, gir cennetime” (Fecr, 89/29-30) hitabıyla muştulayacağı insanlar ancak topyekün hayat bütünlüğünde rab, ilah, melik, hakem ve hâkim olarak Âlemlerin Rabbi Allah’tan râzı olan, bu rızaları gereği O’na gönülden ve iştiyakla boyun eğen, O’nun sözünün üzerinde söz, hükmünün üzerinde hüküm tanımayan muvahhidler olacaktır.