Harun GÖRMÜŞ

04 Nisan 2016

İSLAM'DA YÖNETİM ŞEKLİ

O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 165).

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk” (Kasas 5).

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır” (A’lâ 6-9).

Özellikle Fransız İhtilâli’nden sonra dünyâ-insanları yeni bir bakış-açısını kabûl ederek toplumlarını buna göre şekillendirmeye başladılar. Bu bakış-açısı kapitâlizmin baskısıyla oluşturulmaya çalışılan laik/seküler/liberâl düşünceye dayalı yönetim şekilleridir. Demokrasi sistemi ile eylemde bulunan Cumhuriyet ideolojisi sâdece monarşiyi iptâl etmekle kalmamış, bunun yanında dînî de yönetimden uzaklaştırarak yönetimi dinsiz/ahlâksız bırakmıştır. Buna, Tanzimat Fermânı ile adım atan Osmanlı İslâm Birliği, 1924 yılından sonra resmî anlamda da katıldı ve İslâmi iddialarından vazgeçtiler.

İslâm artık, fiîli olarak görünür olmaktan çıktı ve kâlplere/vicdanlara hapsedildi. Yâni yönetimden-idâreden uzaklaştırıldı. Bâzı hareketlerin/toplulukların tekrar İslâm’i düzene dönme söylemleri ve eylemleri genişleyip hâkim olamadı ve baskılara dayanamayıp zamanla bu toplumların da söylemleri/eylemleri değişerek liberâlleşti. Neo-liberâl sistemler Dünyâ’da iyice yerleştikten sonra ise artık insanlar bırakın İslâm’i bir devlet/ülke istemeyi, bunu bir şiddet söylemi/eylemi olarak görmeye başladı. İslâm’i bir devletten bahsedildiğinde insanların kâlpleri korkudan titremeye başladı. Böyle bir şeyden bahsetmek komik/ütopik/çirkin/korkunç/ilkel ve hattâ gayrı İslâm’i bir düşünce olarak görülmeye başladı. İslâm’ın böyle bir talebinin olmadığı söylemi yayıldı ve nefislere de hoş gelen bu düşünceye meyil artmaya başladı.

Oysa Allah Kur’ân’da: “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidar sâhibi” kıldıysa, onları da yer-yüzünde “güç ve iktidar sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55) der. Ayrıca “Allah İslâm/barış/selâmet yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir” (Yûnus 25) âyetiyle Dünyâ’da başlayıp cennette kemâle erecek ve noktalanacak İslâm yurdunun/devletinin kurulmasına teşvik eder.

Modern zamanlarda müslümanlar için de demokrasi İslâm’ın yerini almaya başladı ve “demokrasi=İslâm” söylemi, neredeyse her sunumda ve kitapta tekrâr edilir oldu. İslâm’ın yönetim-şeklinin demokrasi ile bire-bir aynı olduğu, bu nedenle de; “zâten Dünyâ’da yürürlükte olan yönetim-şekli özünde demokrasi olduğundan ve bu yönetim-şekli İslâm ile birebir örtüştüğünden, ‘İslâm’da yönetim-şekli nedir’ tartışmaları yerine; demokrasinin mevcut sorunlarını-yanlışlarını-ârızalarını ve “bu sorunları nasıl düzeltebiliriz”i konuşmanın gerektiğine” inanılmakta ve söylemler bu-yönde olmaktadır. Yâni “zâten hakka uygun(!) bir yönetim-şekli (demokrasi) var, fakat bu yönetim-şeklinde bâzı ârızalar mevcut. Bunları İslâm-merkezli düzeltmenin ve ideâl hâle getirmenin çâresine bakılmalıdır” denilmek istenmektedir.

Bu düşünceler müslümanlara ne zaman sirâyet etti?. Mehmet Emin Akın bu konuda şöyle der:

“İngilizlerin İslâm ülkelerini işgâl etmelerinden önce batılı bilimin ışığında bilimsel tefsirlere rastlanmadığı hâlde; Hindistan ve Mısır’ın İngiltere ve Fransa’nın işgâline uğramasından sonra, Kur’ân’ın ve sünnetin karşısında batılı mantık kuralları esas alınarak yorumlar ve şüpheler üretilmeye başlandı. İşte bu târihten îtibâren müslümanlar içinde nifak belirtileri görülür oldu. İdeolojik ve fikrî olarak batılı bilimi takdis eden bir-çok yazar ve düşünür, Kur’ân’ı hevâsına göre yorumlamaya ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti hakkında sayısız şüpheler ileri sürmeye başladılar. Kimi kadın haklarını, kimi kadının hicâbını, kimi İslâm’da yönetim konusunu ele alarak, İslâm’da devlet yönetiminin belli bir şekli olmadığını iddia eder oldu. Bu modernistler; İngiltere’nin müslümanların kendi idârelerini ve İslâm Hilâfetini kurma fikirlerini ve i’tikadlarını tahrip ve tadlil edici eserler yazmaya ve bu fikirleri İngiltere’nin müslümanlar üzerindeki egemenliğini ve sömürüsünü ilim adına, özgür düşünce adına perdelemeye ve gün gibi açık olan kâfir yönetimlerden yana oluşlarının hakîkatini gizlediler”.

İslâm’ın yönetim biçimi “imamlık”tır. “Şûrâ İmamlığı”. Bu şûra sâdece “Yüksek Şûra” değildir; halkın tamâmını kapsayan ve dikkate alan bir şûra’dır. Öyle ki; halkın her ferdi, (vahyin açık hükümleri hâriç) “şûra”nın uygulamalarını eleştirebilir ve “şûra”ya teklif götürebilir. “Yüksek Şûra” bu eleştirileri ve teklifleri/önerileri değerlendirmek ve en kısa-zamanda kişilere değerlendirme sonuçlarını aktarmak zorundadır. Şûra imamlığı, “nebevî imam”lığı örnek almıştır.

“Onlara peygamberleri dedi ki: ‘Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi’. Onlar: ‘Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sâhibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?’ dediler. O (şöyle) demişti: ‘Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir” (Bakara 247).

İslâm’da yöneticilerin seçilmesinde olmazsa-olmaz kural olarak; bu yöneticilerin ilk-başta yüksek ilim ve eylem-adamı olmaları, her yönden iyi bir eğitim almış olmaları; yâni yönettikleri yerlerle ilgili tüm işlerden -elbette istişâre etmek şartıyla- anlamaları; çalışkan, zekî, dürüst, erdemli, fedâkâr vs. tüm fazîletlerle donanmış olmaları zarûridir. Ruhsal ve bedenî yönden işlerine mâni bir durum olmamalı, vedûd bir kişiliğe yâni hem seven hem de sevilen biri olmaları yine olmazsa-olmaz kurallardandır. Bütün bu olumlu özelliklere rağmen “üst kurul” (şûra) denen, başını İmam’ın çektiği, fetvâ makâmı tarafından sınava tâbi tutulmuş ve geçer-not almış olmaları da gerekir.

İslâm’da devlet başkanı aynı-zamanda mânevi lîderdir. Tabî ki bu “o ne derse odur” anlamında bir lîderlik değildir. Hemen söyleyelim ki; İslâm Devleti’nde din ve devlet işleri hiç-bir şekilde ayrılamaz. Ayrılması düşünülemez bile. Yâni laiklik yoktur, olamaz. Dünyâ’nın başının belâsı olan laiklik geçersizdir İslâm’da. Çünkü laiklik, yönetime dînin karışmaması, dolayısıyla ahlâkın karışmaması demektir. Yönetim ahlâksız olunca artık o yönetimden bir hayır beklenmez. Devlet, dînî kullanamaz ama din, devleti kullanır İslâm’da. Devlet de bir araçtır zîrâ. İmam, işini aynı-zamanda hem Dünyâ’yı, hem de âhireti gözeterek ve düşünerek ibâdet aşkıyla/bilinciyle yapar. Bu durum müslümanlarda çok yüksek bir iç-enerjisi meydana getirir. Yöneticiler getirildiği makâma genelde kendi istekleriyle gelmezler. Ülkede oluşturulmuş olan “üst-kurul” en yetkin kişiyi belirler, sonra gidip görevi teklif ederler. Çok nâdir olarak teklif götürülen kişi görevi kabûl etmeyebilir. Bu konuda kesinlikle baskı yapılamaz. Bâzen de devlet tarafından yönetime getirilmek istenen bâzı kişiler “beni şu işin başına getirin, zîra bu işin üstesinden iyi gelirim” diyebilirler ve uygun görülürse o göreve atanırlar. Yâni bâzı kişiler kendilerine teklif edilen görevi kabûl etmek istemeyebilirler, bâzıları da belli alanlarda görev isteyebilirler:

İslâm’da idâreci kesim, toplumu ancak yine toplumla berâber yönetebilir. Toplumu “gütme” işi seküler-dünyâ’nın ve tağutun işi olduğu için, “gütme” anlamında bir yönetim anlayışı olmaz İslâm’da. İslâmi yönetim anlayışında insanları her yönden kuşatmak yoktur. Yâni aşırı bir kontrôl uygulanamaz. Hattâ İslâm’da “en az yöneten devlet en iyi devlet ve yönetimdir” anlayışı vardır. Zâten müslümanlar devleti çok önemli bir organ olarak görmekle birlikte, “devletin insanlar için olduğunu”, “insanların devlet için olmadığını” bilirler ve sürekli dile getirirler.

İslâm’da bâzı yönetim-şekilleri belirlenmiştir. Bunlar Kur’ân’da şu şekilde gösterilmiştir:

1-Hilâfet:

“Ey Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap-gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azab vardır” (Sâd 26).

Bilindiği gibi Allah insanı, yeryüzünü îmar etmekle ve yönetmekle görevlendirmiş ve bu nedenle onu “halife” olarak yaratmış ve atamıştır. Allah kâinâtın kusursuz “ilk yaratılış”ından sonra, “sonraki yaratmalar” yâni halk-ı cedid (îmar) için insanı halife kılarak onu “îmar” ile görevlendirmiştir (Allah-u âlem).

2-Monarşi:

“Süleyman, Davud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her-şeyden (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür” (Neml 16).

İslâm’da yöneticiliğin babadan-oğula geçmesi şart değildir. Çünkü oğul, babası gibi liyâkatli olmayabilir. Kur’ân yöneticilikte liyâkate bakar. İslâm’da kural budur. Fakat oğul liyâkatli biriyse, babasından sonra yöneticiliğe aday olabilir. Buna mâni olunmaz. “Hakîkat, vicdan, adâlet, ehliyet, liyâkat, meşveret; İslâm’ın hedefi bunlardır. Yöneticide bulunması gereken özellikler bunlardır. Bunların olduğu devlette/yöneticide sorun olur ama kriz olmaz. İşte Hz. Süleyman’da, bahsettiğimiz bu özellikler bulunduğu için, babası Hz. Davud’dan sonra yönetime geçmeye hak kazanmıştır. Yâni babadan-oğula bir yönetim-şekli yaşanmıştır ki Hz. Süleyman’dan sonra da yerine oğlu geçmiştir. Fakat Hz. Süleyman’ın oğlu gerekli liyâkatten yoksun olduğundan devleti yönetememiş ve devlet sarsıntıya uğramaya başlamıştır. Demek ki babadan-oğula yönetim-şekli olan monarşi, İslâm’ın mutlak yönetim-şekli olmadığı gibi; hükümdar olan babanın, oğlu da devleti iyi bir şekilde yönetebilecekse, İslâm buna mâni olmaz ve “iyi ve hak yönetim” devâm ettiği müddetçe babadan-oğula yönetim de devâm edip sürebilir. Fakat dediğimiz gibi; yönetimde bozukluk meydana çıktığı anda bu yönetim-şekli de değişir ve “yönetici âile” ile hiç-bir kan-bağı olmayan kişi yönetime gelir.

3-Şûrâ Hükümdarlığı (Kısıtlı Meşrûtiyet?)

“(Hüdhüd’ün mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs) dedi ki: ‘Ey önde gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı”. ‘Gerçek şu ki, bu, Süleyman’dandır ve ‘Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla’ (başlamakta)dır’. (İçinde de:) ‘Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin’ diye (yazılmaktadır). Dedi ki: ‘Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (her-şeye) şâhidlik etmedikçe ben hiç-bir işte kesin (karar veren biri) değilim’. Dediler ki: ‘Biz kuvvet sâhibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız) (Neml 29-33).

Sebe’lilerin yönetim-şekli olan bu yönetim-şekli, âyetin de gösterdiği gibi; bir hükümdârın, danışma-meclisi ile istişâresinden sonra aldığı kararla yürütmenin yapıldığı yönetim-şeklidir. Zulüm karıştırılmadıktan sonra İslâm’a uygun olan bir yönetim-şeklidir bu yönetim-şekli. Sebe’lilerin büyük ve uzun-ömürlü bir devlet-medeniyet kurmalarına bu yönetim-şekli sebep olsa gerek. Gerçi yönetim-şekli ne olursa-olsun, yönetime zulüm karıştırıldığında devlet ve medeniyet sarsıntıya uğrayarak çok da uzun olmayan bir-süre sonra yıkılır. Sebe’liler de şirke düşmekle bu zulme bulaşmışlardı. Bunun sonucunda da, yaptıkları meşhûr baraj MS. 542 yılında yıkılmıştı. Yıkılan baraj, Kur’ân’da bahsedilen ‘Arim Seli’ne yol açmış ve büyük tahribâta neden olmuştu. Sebe Halkı’nın yüzlerce seneden bêri işletmekte olduğu bağları, bahçeleri ve tarım alanları tamâmen yok olmuştu. Barajın yıkılmasından sonra Sebe Kavmi’nin de hızlı bir gerileme sürecine girdiği görülmektedir; barajın yıkılmasıyla başlayan bu sürecin sonunda Sebe Devleti’nin de sonu gelmiştir.

4-Şûrâ İmamlığı

“Rablerine icâbet edenler; namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler ve haklarına tecâvüz edildiği zaman birlik olup karşı koyanlardır” (Şûrâ 38-39).

Bu yönetim-şeklinin bâriz örneği Peygamberimiz ve Medine Site Devleti’dir. Zâten İslâm’ın ideâl yönetim-şekli budur. Hz. Osman’ın yönetiminin ikinci yarısını saymazsak, Peygamberimizden sonra 4 halifenin üzerinde olduğu yönetim-şekli olan hilâfet de, “şûrâ imamlığı” yönetim-şeklidir. Yâni şûrâya dayanır. Bu yönetim-şekli Emeviler’e kadar sürmüştür ve Emeviler’le birlikte “vahiy-merkezli yapılmayan” babadan-oğula yönetim şekli olan monarşiye geçilmiştir. Bu monarşi vahiy/Kur’ân-merkezli olmadığından dolayı mecbûren zulme bulaşmıştır ve hak bir yönetimden uzaklaşılmıştır.    

Son zamanlarda söylene-duran; “İslâm’ın devlet talebi yoktur” gibi anlamsız ve câhilâne sözlere aldırış bile etmiyoruz ve diyoruz ki: Bırakın İslâm’ın bir devlet talebi olup-olmadığını, devletin yönetim şekillerinden bile bahsediliyor Kur’ân’da. Örnek yönetim şekilleri gösteriliyor. Hak-hakîkat ve adâletin gözetildiği bu yönetim şekillerinde insanlar mutlu-huzurlu yaşayabilirler.

Salt “zihinsel ve ahlâki bir din” olmayan ve hayâtın tam ortasına inmiş olan İslâm’da ve Kur’ân’da, bir devletten ve devletin olası yönetim şeklinden bahsedilmemesi söz konusu olamazdı.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.