Şükrü HÜSEYİNOĞLU
İSLAM DÂVÂSININ/DÂVETİNİN İLK AŞAMASI: HAKLA BÂTILIN AYRIŞTIRILMASI
Rabbimizin bizim için hidayet rehberi olarak inzal buyurduğu Kur’an’daki beyanları ve tarih boyu bu Rabbani beyanlar çerçevesinde hareket etmiş olan Nebilerin (a.s.) mücâdele sünnetleri bize şu gerçeği tartışmasız şekilde göstermektedir ki, İslam dâvâsının/dâvetinin ilk aşaması hak ile bâtılın arasını kesin şekilde ayırmaktır.
Zira hakla bâtılın ayrıştırılmadığı, bugün Türkiye’de zaman zaman iktidar sahiplerinin de yakındığı şekilde at iziyle it izinin birbirine karıştığı zeminlerde kitlesel anlamda insanların haktan yana tercihte bulunması beklenemez. İman etmek; hakkı hak bilip hakka ittiba ve bâtılı bâtıl bilip bâtıldan teberri etmek demektir. Bâtıldan ve onun güncel biçimlerinden teberri etmeden gerçek anlamda hakka ittibadan söz edilemeyeceği gibi, hakka ittiba olmadan bâtıldan teberi etmenin de bir anlamı olmayacaktır. İslam akidesinin temeli olan Kelime-i Tevhid, bu anlamda bize bâtıldan kesin teberi ve hakka kayıtsız şartsız ittibayı talim eden bir manifesto niteliğindedir.
Öncelikle hak katışıksız şekilde hak olarak, bâtıl da bütün yönleri, çeşitleri ve güncel boyutlarıyla bâtıl olarak ortaya konulmalıdır ki, insanlar haktan veya bâtıldan yana tercihlerini yapabilsinler. Aksi halde çok kutsallılık, çok kıblelilik sorunu kaçınılmaz genel geçer kabul ve pratik haline gelmektedir, ki bugün maalesef tanıklık ettiğimiz durum budur.
Türkiye özelinde ifade etmemiz gerekirse, şu an kitlesel anlamda insanların iman edeceği bir zeminin olmadığını belirtmek durumundayız. Ancak fert planında arayıp araştırarak bâtıldan ictinab ve hakka ittiba etme şerefine nail olan insanlardan söz edebiliyoruz. Çünkü mevcut zemin, hakla bâtılın birbirinden kesin hatlarla ayrıldığı, hakkın bütüncül şekilde hak olarak ortaya konulduğu, bâtılın ise hakka karşı açık şekilde konumlandığı bir zemin değildir.
Bilakis, hakla bâtılın alabildiğine birbirine karıştırıldığı, dahası bâtıla hak elbisesi giydirme ameliyesinin zirveye çıktığı ve böylece hakkın hoyratça payandalaştırıldığı bir zemin söz konusudur. Evet, Bakara Suresi 42. ayette[1] Rabbimizin nehyettiği, hakkın gizlenmesi ve hakka bâtıl, bâtıla hak elbisesi giydirilmeye çalışılması fiillerinin, halihazırda muhafazakâr demokrat siyaset ve onun riyasetindeki Diyanet teşkilatı eliyle yoğun şekilde işlendiğini söylemek durumundayız.
Temel paradigma itibariyle laik-kemalist seküler bir yapı ve hükümranlık ilişkilerinden/siyasetinden ekonomisine, eğitiminden kültür-sanat politikalarına her şeyiyle İslam dışı niteliğe haiz bir işleyiş câri olduğu halde, bu yapı ve işleyişin halka benimsetilmesi gayesiyle, bütüncül bir hayat nizamı ve hükümranlık öğretisi olan İslam’ın bu niteliğinden koparılıp dekoratif bir malzemeye dönüştürülmesi ve apaçık bâtıl olan bir yapı ve işleyişe hak kisvesi kazandırılması söz konusudur.
İşte Rabbimizin, Bakara Sûresi 42. ayette İsrailoğulları özelinde “bâtıla hak, hakka bâtıl elbisesi giydirilmesi” olarak vasfettiği bu durum, olması gerektiği üzere hakla bâtılın net ve kesin olarak ayrıştırılması yerine, alabildiğince birbirine karıştırılması, neyin hak neyin bâtıl olduğunun seçilip ayırt edilemeyeceği şekilde karmakarışık edilmesine yol açmaktadır.
Rabbimizin “De ki: Hak geldi bâtıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl yok olucudur." (İsrâ, 17/81) ayet-i kerimesinde ifade buyurduğu üzere hak geldiğinde, apaçık şekilde ortaya konulduğunda bâtıl paradigma olarak zâil olmaya mahkûm iken, mevcut durumda hak, bâtılı yeniden inşa etmenin, onu hasta yatağından tutup ayağa kaldırmanın aracı olarak kullanılmaktadır. Zira olması gerektiği üzere hak, bâtılın üzerine onun örümcek ağı misali[2] zayıf paradigmasını yok etmek üzere atılmamakta[3], bilakis ona payanda kılınmaktadır.
Hakla bâtılın ayrıştırılmak yerine alabildiğine birbirine karıştırıldığı ve dahası hakkın bâtıl hesabına payandalaştırıldığı mevcut durumda biz Müslümanlara düşen ilk sorumluluk, dâvet çalışmalarımızda muhataplar nezdinde hakla bâtılı ayrıştırmaya öncelik vermektir.
Furkân olan Kur’an’la, Hakla Bâtıl Ayrıştırıldı
Bilindiği gibi Kur’an’ı bize tanıtan, onun nasıl bir kitab olduğunu anlatan isimlerinden biri de Furkân’dır. Rabbimiz, Furkân Sûresinin ilk ayetinde ve Bakara Sûresinin 185. ayetinde Kitab-ı Kerimini bu sıfatla nitelemektedir.[4] Furkân yani hakla bâtılı, doğruyla yanlışı ayırt eden. Kur’an’da Bedir Savası gününün de “Yevm el-Furkân/Furkân Günü” olarak nitelendirdiğini görmekteyiz.[5] Hakla bâtılın ve her ikisine taraf olanların kesin olarak ayrıştığı, safların netleştiği gün…
Ayrıca Hesap Günü’nün Kur’an’da zikredilen çeşitli isimlerinden biri de “Yevmul Fasl/Ayırma Günü”dür.[6] Dünya hayatında hakka taraf olup onun safında yer alanlar ile bâtıla taraf olanlar o gün Rabbimiz tarafından ayırt edilerek tercih ve amellerinin karşılığını almak üzere hak ettikleri akibetle karşılaşacaktır. Mesela İnşikâk Sûresinde bu durum şöyle tasvir edilmektedir:
“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O'na varacaksın. Kimin kitabı sağından verilirse, Kolay bir hesapla hesaba çekilecek, Ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Kimin de kitabı arkasından verilirse, Derhal yok olmayı isteyecek, Alevli ateşe girecektir. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarmıştı.”(İnşikâk, 84/6-13)
Evet, İslam dâvâsının/dâvetinin temel vasıflarından biri hakla bâtılı kesin olarak ayrıştırmak olduğu için bu dâvânın/dâvetin rehberi olan Kur’an, onu insanlığa bahşeden Rabbimiz tarafından furkân olarak nitelendirilmiş ve hakla bâtılı kesin olarak ayrıştıran bir içeriğe sahip kılınmıştır. Bu nitelik ve içeriği sebebiyledir ki, ilk günden itibaren bâtılın taraftarlarını rahatsız etmiş ve bu rahatsızlık sebebiyle bir taraftan Allah Rasulü’ne (a.s.) “Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir”[7]teklifi yaparken, diğer taraftan da Kur’an okunurken gürültü yaparak onun mesajını boğmaya çalışmışlardı.[8]
Bunun yanı sıra Kalem Sûresi 8 ve 9. ayetlerde bildirildiği ve sîret kitaplarında aktarıldığı üzere müdahane (ilkeler üzerinde karşılıklı tavizleşmeye dayalı uzlaşma) tekliflerinde bulunmuşlar, tüm bu teklifleri reddedilip istikamet üzere sebat edilince de baskı ve şiddet yoluyla mü’minleri sindirme çabası içine girmişlerdi:“İlâhları tek bir ilâh mı yaptı? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir. Onlardan ileri gelen grup ortaya atılıp (dediler ki): Yürüyün ve ilâhlarınız üzerinde kararlılık gösterin. Çünkü bu (bizden) istenen bir şeydir.” (Sâd, 38/5-6)
Tarih boyu tevhid dâvâsının/dâvetinin temel vasfı hep öncelikle hakla bâtılı kesin olarak ayrıştırmak ve böylece insanların haktan veya bâtıldan yana tercihlerini net olarak yapabilecekleri zemini oluşturmak olmuştur. Lâilahe’siz bir İllallah dâvâsı/dâveti hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Zira bâtılın kalıntıları üzerine bir hak binası inşa etmek mümkün değildir. Zemini bâtılın çerçöpünden temizlemeden, gerekli hafriyat çalışmasını yapmadan girişilecek bir inşadan hak-bâtıl karışımı bir ucûbe veya günümüzde Türkiye’de olduğu gibi bâtılın köhne binasına İslam soslu dış cephe kaplaması, dekorasyonu yapılmak sûretiyle bâtla hak elbisesi giydirme vebali işlenecektir.
Furkân olan Kur’an’da Rabbimiz; dinde zorlama olmadığını, doğrulukla (rüşd) eğriliğin (ğayy) apaçık şekilde birbirinden ayrıldığını, bundan sonrasında her insanın hak veya bâtıldan yana tercihte bulunmakta (sonuçlarıyla karşılaşmak kaydıyla) iradesiyle baş başa bırakıldığını bildirmekte ve bâtılın temsilcileri ve öncüleri cini ve insi tağutları kesin olarak reddederek Allah’a iman edenlerin, yani iman-amel bütünlüğünde O’nun hükümlerine ittiba edenlerin kopması olmayan bir kulba yapışarak kurtulduğunu beyan etmektedir.[9]
İşte bu ayet-i kerime, İslam dâvâsının/dâvetinin temel niteliklerini çok veciz şekilde ifade etmektedir. Dinde zorlama olmadığı ve dolayısıyla mü’minlerin ancak dâvetçi oldukları, kimseyi iman etmeye zorlamak gibi bir yetkilerinin olmadığı; vahyin inzaliyle doğrulukla eğriliğin, hakla bâtılın kesin olarak birbirinden ayrıldığını ve dolayısıyla dâvetin temel vasfı ve zemininin bu ayrıştırma ameliyesi olduğunu; netice itibariyle de bu apaçık-net zeminde tercihini haktan yana yaparak bâtılı ve onun temsilcilerini/önderlerini kesin olarak reddedip Allah’a yönelen, kulluğu/itaati O’na hâlis kılan insanların kurtuluşa erecekleri bildirilerek İslam dâvetinin genel çerçevesi belirlenmiş olmaktadır.
Bugün Türkiye’de olduğu gibi, hakla bâtılın ayrıştırılmak yerine alabildiğinde birbirine karıştırıldığı, “at izinin it izine karıştığı” zeminlerde İslam dâvetçilerine düşen öncelikli görev, hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak apaçık şekilde ortaya koymak ve vahyin bu noktadaki öğretilerini güncele tatbik ederek hakla bâtılın arasını kesin hatlarla ayrıştırarak dâvete uygun zemin oluşturmaktır. Başta da belirttiğimizgibi bu yapılmadığı takdirde ne dâvetten, ne de kitlesel anlamda bir iman olgusundan söz etmek mümkün olmayacaktır.
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Mayıs sayısında Yayınlanmıştır.)
[1] “Hakkı bâtıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. Siz (gerçeği) biliyorsunuz.” (Bakara, 2/42)
[2] Bkz: Ankebût, 29/41
[3] “Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine atarız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsınız o yok olup gitmiştir. Nitelemelerinizden dolayı yazık size.” (Enbiyâ, 21/18)
[4] “Âlemler için uyarıcı olmak üzere, kuluna furkânı indiren Allah ne yücedir.” (Furkân, 25/1)
“Ramazan ayı, içerisinde insanlar için hidayet rehberi, doğruyu gösteren açık belgeleri kapsayan ve hak ile batılı birbirinden ayıran kitap olarak Kur'an'ın indirilmiş olduğu aydır…” (Bakara, 2/185)
[5] Bkz: Enfâl, 8/41
[6] Bkz: Sâffât, 37/21; Duhân, 44/40; Mürselât, 73/13-14
[7] “Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: "Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir" derler. De ki: "Benim onu kendiliğimden değiştirmem sözkonusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım." (Yunus, 10/15)
[8] “İnkâr edenler dediler ki: Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve o okunurken gürültü yapın. Belki üstün gelirsiniz.” (Fussilet, 41/26)
[9] “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd), eğirilikten (ğayy) apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu reddedip Allah'a iman ederse, o sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Bunun kopması yoktur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/256)