İslam`ın devlet talebi yok mu?
Geçmiş ulemânın tamamı, çağdaş İslâm hukukçularının da büyük ekseriyeti `İslâm`ın belli nitelikleri bulunan bir devleti öngördüğü, bunu gerçekleştirmeyi Müslümanlara vazife kıldığı` tezini savunmuşlar, buna delil olarak da Kur`ân-ı Kerîm ve Sünnet`te devletin unsurları ve vazifeleri ile ilgili bulunan âyetleri, Hz. Peygamber`in (s.a.) uygulamasını ve zarûret prensibini göstermişlerdir. Zarûret prensibinden maksat ise, İslâm`ın fert ve toplumla ilgili amaçlarının, bu amaçlara yönelmiş bir devlet bulunmadan gerçekleşmesinin imkânsız olmasıdır.
İslam, devlet ve siyaset
Hayrettin Karaman / Yeni Şafak
İslamcıların 'islâmî devlet'i bazı zaman ve zeminlerde merkeze almalarına karşı, 'İslam iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir, devlet, siyaset ve hayat düzeni insan aklına ve tecrübesine bırakılmıştır' diyenler, bugün de var ve tartışmayı taze tutuyorlar. Aşağıdaki yazım yıllarca önce bu iddiaya karşı yazılmıştı:
İslâm'da mefhum, muhtevâ, şekil ve fonksiyon (kavram, içerik, biçim ve işlev) açılarından devlet, iki ana kaynak olan 'Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet' yanında, fıkıh kitaplarının 'kazâ, siyer, imâmet, bağy (devlete isyan) salât, zekât, velâyet' bölümlerinde ele alınmış, ayrıca 'el-ahkâmu's-sultaniyye, es-siyâse-tü'ş-şer'iyye ve kelâm' kitaplarında işlenmiştir. İslâm dünyasında modern hukuk sistematiği benimsendikten sonra ise devlet ve anayasa hukûku (nizâmu'd-devle, nizâmu'l-hukm) hukûkun ayrı bir bıranşı hâline gelmiş ve müstakil kitapların konusu olmuştur.
Başlangıçtan yirminci asra kadar İslâm'ın devletle ilgisi, başka bir deyişle devletin İslâm bütünü içinde yer almış olduğu inancı ve görüşü tartışma dışı tutulmuş, yalnızca bu ilişkinin şekil ve şümulü tartışılmıştır. Asrımızın başlarından itibaren İslâm dünyasında Batı'nın etkisi güçlendikçe, tartışma konularının içine 'İslâm'ın devlet ile ilgisi' de girmiş, bu konuya müsbet ve menfî olarak karşıt yönlerden yaklaşan taraflar ortaya çıkmıştır. Tâhâ Hüseyn, Ali Abdurrâzık gibi modernistler, İslâm'da devletin ve hükûmetin şekli, ilgili kurumlar ve bunlarla ilgili düzenlemelerin eksik olduğundan hareket ederek 'İslâm'da devlet ve İslâmî devlet'ten söz edilemeyeceğini, dînin hedefinin iman, ibâdet ve ahlâktan ibâret bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna karşı geçmiş ulemânın tamamı, çağdaş İslâm hukukçularının da büyük ekseriyeti 'İslâm'ın belli nitelikleri bulunan bir devleti öngördüğü, bunu gerçekleştirmeyi Müslümanlara vazife kıldığı' tezini savunmuşlar, buna delil olarak da Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'te devletin unsurları ve vazifeleri ile ilgili bulunan âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulamasını ve zarûret prensibini göstermişlerdir. (Bu delillerin detaylı açıklaması, Mukayeseli İslam Hukuku isimli kitabımın 1. cildinde vardır.) Zarûret prensibinden maksat ise, İslâm'ın fert ve toplumla ilgili amaçlarının, bu amaçlara yönelmiş bir devlet bulunmadan gerçekleşmesinin imkânsız olmasıdır. 'İhtiyaç genel olsun, özel olsun, zarûret sayılır.' Müslümanların maddî ve mânevî varlıklarını, değerlerini korumaya, düzene ve adâlete ihtiyaçları vardır; bu ihtiyaç neyi gerektiriyorsa (kurum, kuruluş vb.) onu gerçekleştirmek dînî vazifedir; 'farzı (vâcibi) tamamlayan şey de farzdır' cümlesi, fıkıhta bir genel kaidedir. Bu tezi haklı olarak savunanlara göre kaynaklarda devlet ve hükûmetin şekli, kurumların detayları ile ilgili bilgi ve talîmatın bulunmaması ihmâl değil, hikmet eseridir; hikmet ise Müslümanlara, içinde bulundukları şartlara uygun olarak amaca ulaştıran şekli seçme imkânı vermekten ibarettir.
-
HUSEYIN SASMAZ 16-11-2012 22:49
Madem Kokuşmuş İngiliz Sistemini Çöpe Atıyorsunuz, O Halde Neden İslam Nizamına Yönelmiyorsunuz? AKP Milletvekili ve Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu, gündemdeki başkanlık sistemi tartışmaları konusunda son günlerde televizyon kanallarına yaptığı çarpıcı açıklamalarla Türkiye Cumhuriyeti rejiminin çirkin yüzünü bir kez daha ifşa etmiştir. Her ne kadar bu ifşaat, başkanlık sistemini haklı ve gerekli göstermeye yönelik çirkin bir çabanın ürünü olsa da, yıllardır halkın nasıl aldatıldığını gözler önüne seren ibretamiz açıklamalardır. Sayın Kuzu, CNNTürk TV'de katıldığı bir programda şöyle diyordu: "Bugünkü modellerde denetim diye bir şey yok. Parlamenter rejimde parlamento diye bir şey yok, adı var kendi yok, milletvekili diye bir şey yok, adı var kendi yok, komisyonlar diye bir şey yok, adı var kendi yok, bunları inanarak söylüyorum." Doğru söylüyor söylemesine de, bu milletvekilleri, bu komisyonlar, bu parlamento ve bunların dayandığı laik demokratik cumhuriyet rejimi hakkında bugüne kadar halka söylenen ve bundan sonra da söylenegelecek yalanlar ne olacak? Kuzu konuşmasına şöyle devam ediyordu: "Temsilde adalet ve istikrar sağlanamadığı için bu modelde, %10'luk gibi aklın almayacağı bir baraj koymak zorunda kalmışız, aklın almayacağı dediğim bu barajı ben hep savunuyorum, niye savunuyorum, başka çare yok çünkü. Kaldırdığın zaman perişan olursun." Madem temsilde adalet ve istikrar yok, o halde hükümetin ve muhalefetin meşruiyeti yok demektir, öyle değil mi? Aynen Sayın Kuzu'nun açık açık ifade ettiği gibi: "Ben şimdi soruyorum, Allah aşkına, şimdi şu anda gündemde 6 tane bakan hakkında 7 gensoru var. Şimdi 7 tane gensoru, buradan Anayasa Komisyonu başkanı olarak diyorum ki, 7 gensorunun 7'si de Salı ve Çarşamba günü görüşülecek, hepsi de reddedilecek. Nereden biliyorum ben bunu? Şuradan biliyorum, çünkü parlamenter modellerde mutlak disiplin vardır, başka da çaresi yoktur. Muhalefet kabul oyu verecek, bizimkiler de red oyu verecekler. Hep böyle olmuştur. Bana biri çıksın desin ki parlamenter modelde Türkiye dahil başka ülkelerde filan bakan gensoruda düştü. Böyle bir örnek yok! Adı var, kendi yok! Denetimmiş, neyin denetimi? Hükümet benim içimden çıkıyor, benim parçam, o bakan hakkında ben affedersin Şeytana uyar gibi muhalefete uyup da niye hayır oyu vereyim? Neden düşüreyim ben oradaki kendi bakanımı, hatası olsa bile?" Sayın Kuzu, en çarpıcı ve en isabetli düşüncesini ise Habertürk TV'de katıldığı bir programda şöyle ifade ediyordu: "Türkiye'deki parlamenter model kokuşmuş bir İngiliz sistemidir." Oysa şimdilerde yapılmak istenen; parlamenter modele dayalı bu kokuşmuş demokratik, laik, cumhuriyetçi İngiliz sistemi yerine, bir o kadar kokuşmuş olan, belki de daha beter ve yine demokratik, laik, cumhuriyetçi olan başkanlık modeline dayalı Amerikan tipi küfür sisteminin getirilmesidir. Hükümet içinde muteber bir şahıs olan Burhan Kuzu'nun bu itirafları, 80 senedir savunulan, bekası uğrunda nice insanların hayatının karartıldığı, Müslümanların yıllarca küfür hükümlerine mahkûm edildiği ve AKP'nin de son 10 yıldır ıslah etmeye çalıştığı bu kokuşmuş sistemin, şu anda pazarlanmaya çalışılan Amerikan patentli başkanlık sisteminden şekilsel özelliklerden ve uydu frekanslarından başka hiçbir farkı olmadığının apaçık ispatıdır. Soruyoruz: Müslümanların kendi yönetim sistemi yok mu ki, sömürgeci İngiliz ve Amerikan sistemlerine muhtaç oluyoruz, onlardan medet umuyoruz, birini kokuşmuş ilan edince hemen öteki kokuşmuşa sarılıyoruz? Yalnızca Türkiye halkı için değil, tüm Müslümanlar, hatta tüm insanlık için en sahih ve en hayırlı sistemin İslam Nizamı olduğunu, yegâne kurtuluş yolunun Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in metodu üzere İkinci Raşidi Hilâfet Devleti'nin kurulması yoluyla İslami hayatın yeniden başlatılması olduğunu anlamaları için daha ne kadar itiraf işitmeleri gerekecek? قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا، الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا "De ki: Size, (yaptıkları) işler bakımından en çok hüsrana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir." [Kehf 103-104]
-
HUSEYIN SASMAZ 15-10-2012 12:42
Tüm Müslümanları Yeniden Râşidî Hilâfet'i Kurmaya Dâvet Eder İslâm'dan biraz haberi olan herkes bilir ki Hilâfet, İslâm'ın en azîm farzıdır, hatta âlimler onu "tâc-ul furûd" (farzların tâcı) ve "umm-ul furûd" (farzların anası) olarak tanımlamışlardır. Çünkü İslâm, hayatın her anına ve alanına müdâhale eden, yönetime, ekonomiye, devletlerarası ilişkilere, toplumsal yaşama, savaşa, barışa, hukuka, kültüre ve somut hayatın parçası olan her meseleye ilişkin hükümler koyan ve hiçbir şeyi eksik bırakmayan kapsamlı bir hayat nizâmıdır ve bu kapsamlı nizâm bir devlet sistemi olmadan yani Hilâfet olmadan yaşama geçirilemez. Bunun için Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Nübüvvet ile şereflenmesinden bir süre sonra Medîne'de ilk İslâmî Devlet'ini kurarak İslâm Nizâmını fiilen hayata geçirmiştir. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] kurduğu devletin, O'ndan sonraki yöneticilerinin yönetimde kendisine halef olmasından ötürü İslâm'ın bu yönetim sistemine Hilâfet adını vermiş, kendisinden sonraki ilk Hilâfet dönemini, bizâtihi "Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet" olarak tanımlamıştır. Râşidî Hilâfet sonrasında gelen Emevî, Abbâsî ve Osmanlı Hilâfet devletleri ise Kâfirlerin fikrî, siyâsî, kültürel, kimi zaman askerî ve benzeri saldırıları ve saptırmaları karşısında sarsılarak, kusurlar işleyerek, "Râşidî" sıfatını kaybetmişlerse de; Hilâfet Devleti olarak kalmaya devam etmişlerdir. Çünkü onlar bütün eksiklerine, kusurlarına ve zulümlerine rağmen, İslâm Nizâmı'nı uygulamayı sürdürmüşlerdir. Her devletin bir eceli olduğu hakikatinin bir emâresi olarak Hilâfet Devleti, Hicrî 1342 yılının Recep ayının 28'inde Ankara'daki meşum millet meclisinde alınan despot kararla, devlet içinde devlet kuran bir avuç isyankâr zorba tarafından yıkılmış, böylece Müslümanlar devletsiz, lidersiz ve kalkansız kalmışlardır. Devletsiz kalmışlardır, çünkü -Türkiye Cumhuriyeti dâhil- Hilâfet Devleti'nin enkâzı üstüne kurulmuş mevcut devletler Müslümanları temsil etmemekte, onların maslahatlarını gözetmemekte, dertlerine ortak ve derman olmamaktadır. Bilakis bütün bu devletler, öyle veya böyle, daima veya ara sıra, dolaylı veya dolaysız Sömürgeci Kâfirlerin hizmetindedirler. Lidersiz kalmışlardır, çünkü Müslümanların, altmış küsur parçaya ayrılmış İslâm topraklarını birleştirecek hiçbir lideri yoktur. Kalkansız kalmışlardır, çünkü Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Halifeyi (Hilâfet'i) Müslümanların "kendisiyle korundukları ve ardında savaştıkları bir kalkan" olarak tanımlamıştır. Hilâfet'in yıkılmasıyla o kalkan parçalanmış, Müslümanların toprakları her zâlimin, her sömürgecinin, her işgâlcinin can yaka yaka, kan akıta akıta, namus çiğneye çiğneye, gözyaşı döktüre döktüre çöreklendikleri topraklar haline gelmiştir. Dolayısıyla bugün bizim çağrıda bulunduğumuz Râşidî Hilâfet'in özel ve güçlü bir anlamı vardır ve bu anlam; -şer'î açıdan- herhangi bir Hilâfet'in veya İslâm Devleti'nin kurulmasını değil, bilakis Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'nin kurulması gereğini ifade eder ki bu sahîh şer'î delîllere dayalı kapsamlı ve detaylı bir inceleme-araştırma sürecinin ardından ortaya çıkarılmış ve geniş biçimde yayınlarımızda açıklanmıştır. Yine bu anlam; -siyâsî açıdan- İslâm'ın kapsamlı bir hayat nizâmı olmasının gereği olarak bir devlete muhtaç olması ve Müslümanların, canlarının, mallarının, ırzlarının, topraklarının ve daha önemlisi Râsullerinin, Kitâblarının ve Dînlerinin korunması, ayrıca Sömürgeci Kâfirlerin dayattıkları Demokratik-Laik Küfür sistemlerinin ortadan kaldırılması, tahakkümlerine, işgâllerine ve sömürülerine son verilerek topraklarımızdan nihâî olarak kovulması, onların ajanı ve uşağı olarak hizmet veren hâin yöneticilerin başımızdan atılması ve yerine bağımsız, muktedîr, güçlü ve büyük bir devlet kurulması açısından siyâsî aklın gereğini ifade eder ki İslâm Ümmeti, tüm bu sayılanları hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirme potansiyeline fazlasıyla sahiptir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur: كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ "Sizler, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkerden nehy eder ve Allah'a iman edersiniz." [Âl-i ‘İmrân 110] Bununla birlikte Hilâfet'in kurulmasının hayal olduğunu, kurulsa bile "büyük" devletlerin onu hemen darmadağın edip ortadan kaldıracağını söyleyenlerin varlığına şahit olmaktayız. Bunu söyleyenlere ya da aklından geçirenlere deriz ki; Hilâfet'in kurulması asla bir hayal değildir. Bilakis Allah'ın izniyle fiilî bir hakikattir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şu an içerisinde bulunduğumuz "zorba diktatörlük" döneminden sonra tekrar Râşidî Hilâfet'in kurulacağını çok açık ibarelerle müjdelemişken buna hayal demek neyi ifade eder? Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur: تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ "Allah'ın olmasını dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra Isırıcı Meliklik olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır. Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır." Sonra sükut etti. [Ahmed tahric etti] "Büyük" devletlerin kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'ni anında yok edecekleri ise sömürgeci kâfirlerin temennisinden öte bir şey değildir. Zira o "büyük" devletler, aveneleriyle birlikte Irak'ta ve Afganistan'da Müslüman fertlerin karşısında çaresiz kalıp rezil olmuşlarken; nasıl olacak da Râşidî Hilâfet'in başına üşüşüp onu darmadağın edeceklermiş?! Bununla birlikte bir devletin gücünü ideolojik, stratejik, ekonomik, demografik, teknolojik ve askeri konum oluşturmaktadır. Konunun uzmanları da kabul ederler ki ideolojik faktör temel unsurdur. Bu varsa diğer faktörler oluşturulabilir; fakat bu yoksa diğer faktörler değeri ne olursa olsun sonunda yok olmaya mahkûmdur. Bu nedenle Amerika bu gün için güçlü bir ideolojiden mahrum olan Türkiye'den Mısır'dan Pakistan'dan, Endonozya'dan Suriye'den, Ürdün'den daha güçlüdür. Fakat kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'nden asla güçlü değildir. Çünkü İslâm, Kapitalizmden güçlüdür. Çünkü İslâm hak, Kapitalizm batıldır. Hak ve hayır İslâm'da temsil edilmiştir. Bâtıl ve şer ise özellikle de Amerika liderliğindeki Kapitalizmde temsil edilmiştir. Hakka tabii olanların onu açıklama ve desteklemedeki mevcut yetersizliği hakkı bâtıl yapmaz; bâtıla tabii olanların kendi fasit anlayışlarını hak olarak sunmadaki becerileri de bâtılı hak yapmaz. Hak er ya da geç bâtıla üstün gelecektir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur: َقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur! Ey Müslümanlar! Ey Güç Sahipleri! Muhakkak ki Hilâfet, Allah'ın vaadidir ve Rasûlü'nün müjdesidir. Dünyanın ve Âhiretin izzeti, İslâm'ın bütünüyle uygulanması, korunması ve yayılması, tüm insanlığın azgın Kâfirlerden ve karanlık küfür nizâmlarından kurtarılmasının yolu ancak ve sadece odur. Aynı zamanda o, tüm cihandaki hayrın ve adaletin minaresidir. Haydi! Ellerinizi ellerimizin üzerine koyun! Allah'ın vermenizi emrettiği nusreti verin bize! Bizimle irtibata geçin! Bizimle birlikte Râşidî Hilâfet'i kurmak için siz de çalışın! يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ "Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." [el-Enfâl 24] Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilâyeti