İslam İnkılabı’nın dün ve bugününe kuşbakışı bir nazar..
Selahaddin Eş Çakırgil, İran İslam Devrimi`nin 31. yıldönümü vesilesiyle, dünya tarihinin gördüğü belki en görkemli halk hareketlerinden olan devrim sürecini kaleme aldı.
Selahaddin Eş Çakırgil, İran İslam Devrimi'nin 31. yıldönümü vesilesiyle, dünya tarihinin gördüğü belki en görkemli halk hareketlerinden olan devrim sürecini kaleme aldı. İşte İslam Devrimi'ni yakından takip etmiş olan Çakırgil'in kaleminden devrim sürecinin satır başları:
Bir büyük ‘inqılab’ın, ‘İslam İnqılabı’nın dün ve bugününe kuşbakışı bir nazar..
Selahaddin E. Çakırgil / Haksöz Haber
11 Şubat veya 22 Behmen..
Bu tarih, 31 yıldır, sadece İran halkına değil, bütün müslümanlara ve bütün dünya halklarına da bir şeyler anlatıyor..
(Önce bir noktaya dikkati çekmekte fayda olsa gerek:
İran’da bugün Hicrî takvim kullanılır.. (Şah’ın son dönemlerindeki şehinşahî denilen ve 2530’ları gösteren takvim uygulaması öncesinde de, hicrî takvim kullanılırdı; ama, Şah, son yıllarında hicrî takvimi kaldırtmıştı..)
Yani, Resul-i Ekrem (S)’in Mekke’den Medine’ye hicretini esas alan ve müslüman takviminin başlangıç noktası..
Ama, bu hicrî-qamerî ve hicrî-şemsî diye iki farklı takvimi ifade eder..
Hicrî-Qamerî takvim, 355 günlük ay yılını esas alır..
Bilindiği gibi, Ramazan ve Hacc dönemlerinin belirlenmesi gibi müslüman ibadetlerinin birçokları, qamerî takvime göre şekillenmiştir.. Namaz vakitleri, oruç için iftar ve imsak saatleri ise, güneşe göre ayarlandığından, hicrî- şemsî takvim geçerlidir.
Bu iki yıldan hangisi asıl ve sâbit kabul edilirse, ortaya çıkan şemada, diğerinin, her yıl 10 günlük bir ileri veya geriden geldiği görülür..
İran’da kamu hayatının genel düzenlemesi, Hicrî- Şemsî yıla göredir ve hâlen, 1388 yılını son demlerini yaşamaktadır. 21 Mart 2010 gününden itibaren 1389 yılına girilecektir..
Hicrî - Qamerî takvimin ise, bilindiği üzere, 1431 yılının ikinci -Safer- ayında bulunuyoruz.. Demek oluyor ki, Hicret’in başından bu yana, 1400 yıl içinde, şemsî ve qamerî takvimler arasındaki 10 günlük farklar yüzünden, bu iki takvim arasında yaklaşık 42 yıllık bir açı farkı meydana gelmiş bulunmaktadır..
Bu izah, İran’daki takvim uygulamalarının anlaşılması açısından faydalı olabilir.)
*
Evet, 22 Behmen (11 Şubat) günü, dünya müslümanlarının yakın tarihi açısından çok önemli bir gün..
Çünkü, 31 yıl önce, hicrî-şemsî 1357 (miladî- 11 Şubat 1979) tarihinde, 2500 yıllık bir geçmişi olduğunu ileri süren Şehinşahlık düzeni tarihin çöplüğüne atılıyordu.. Ve bu çetin ve büyük sonuç, son yüzyıllardaki en büyük müslüman halk hareketlerinden birisi olan İslam İnkılabı Hareketi eliyle gerçekleştiriliyordu.. Halbuki, Şahlık düzeni, elinde silahı olmayan ve sadece ‘Allah’u Ekber’ diyerek zulme karşı çıkan milyonları arkasındana sürükleyen bu hareketi bastırmak için her türlü baskı, zulüm ve cinayeti işlemiş, yüzbini aşkın insanı öldürmüş ve amma, yine de başarıya ulaşamamış ve meydana getirdiği kan deryasında kendisi boğulmuştu..
Hedef ise, hareketin başından itibaren, İran şehirlerinin duvarlarına, ‘Biz İslam Cumhûriyeti istiyoruz..’ diyerek açıkça yazılmıştı, çeşitli dillerde.. Yani, hedef, sadece Şah’ın veya bir yönetici kadronun def’edilip, yerine başkalarının gelmesi değil; temelden, bir sosyal bünyeye, halkın inanç değerlerinden imbiklenmiş bir yönetim tarzını giydirmekti..
‘ŞAH KARŞITI OLMAK’LA, ‘İSLAM’I TALEB EDEN BİR HAREKET’ ARASINDAKİ FARKI GÖRMEK..
Şah düzenine karşı gerçi daha önce de birçok silahlı veya silahsız mücadeleler yürütülüyordu ve bunların başında komünist, solcu ve de çeşitli etnik taleblere dayalı (ve ülkenin belli yörelerinde ağırlıklı olarak bulunan halk kitlelerine dayalı azeri- türkçü, kürdçü, türkmenci, arabcı, belûçcu ve hattâ farsçı vs.) kavmiyetçi hareketler geliyordu.. Ama, bunların hiçbirisi, geniş halk kitlelerini celbedemiyor, arkasından sürükleyemiyor ve Şah’ın korkunç zulüm düzeninin kan seli, giderek kabarıyordu..
Bu durum karşxısında, halk kitleleri, kendilerine rehberlik- öncülük –liderlik- imamlık edecek bir İslâm âliminin zuhûrunu bekliyorlardı.. Çünkü, kurtuluş reçetesini sadece ve sadece İslam’a göre oluşturulacak bir yönetim tarzında görüyorlar; diğer bütün yönetim şekillerinin yaldızlı kurtarıcılıklarının ‘çıkmaz’dan başka birşey sunmadığına inanıyorlardı..
Ve müslümanlar, geçmişin acı tecrübelerini de yaşamışlardı..
1890’larda büyük ulemâdan Şeyh Mirzâ’y-ı Şirazî’nin önderliğinde gelişen ‘Tömbeki (tütün) Qıyâmı’yla, ingiliz emperyalizmini ülkeden kovmuşlardı, ama, emperyalizmin öncü birlikleri, rûşenfikr/ münevver/ aydın kılığında, sosyal bünyenin içindeki etkilerini yeniden arttırmaya başlamışlar ve İran, 1906’larda Meşrutiyet (Şah’ın iktidar ve yetkilerine şartlar- sınırlar getirmeyi hedefleyen) hareketlerine sahne olmuştu.. (Tahran’daki İngiliz Sefareti/ Büyükelçiliği, -sözde-‘ münevver’lerin, ‘aydın’ların akıl aldıkları bir mekan olarak, -tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi- Meşrutiyyet yıllarında, hep aslî rol oynamıştı..) Siyasî iktidar ise, şeklen, dünyanın o zamanki büyük güçleri arasında, bir tahtırevalli gibi, bir o yana, bir bu yana gidip gelen Qacar Khanedanı ve şahlarının elindeydi..
‘MEŞRUTİYET’ DEĞİL, ‘MEŞRUİYYET’ İSTEMEMİN BEDELİ ELBETTE AĞIR OLACAKTI..
O gelişmeler içinde, ulemâ da, kendi hedefine doğru ilerlemek istiyordu ki, zamanın seçkin ulemâsından ve ‘Meşrutiyet değil, Meşruiyyet (Şah’ların iktidar ve yetkilerini sınırlandırmak değil, şeriata, İslam’a dayalı bir yönetim) istiyoruz’ diyen Şeyh Fazlullah Nûrî, Meşrutiyetçiler tarafından kurulan bir halk mahkemesinde, iki saatlik bir yargılama sonunda, ‘Meşrutiyet düşmanı’ diye idâma mahkûm ediliyor ve hemen oracıkta, onbinlerin şaşkın bakışları arasında, Tahran’da asılarak öldürülüyordu..
Daha sonra, 1920’lerde halka önderlik yapmak isteyen Seyyid Hasan Muderris isimli bir büyük İslam âlimi daha meydana çıkıyor ve amma, o da, (son Şah’ın babası) Rızâ Khan’ın eliyle ağır baskı, işkence ve sürgünlere uğratılıyor ve sonunda da zehirletilerek öldürülüyordu..
Daha sonra ise, Rızâ Khan’ın 1934’lerde Türkiye’ye gelerek bizzat görüştüğü ve akıl aldığı ve örnekler edindiği M. Kemal’den de etkilenerek, ilk planda ulemâ kesimiyle ve medreselerle ve müslüman hanımların ve erkeklerin giyimleriyle mücadeleye girişti.. (Keşf-i Hicab- İslamî örtünün açılması) ve ‘erkeklere zorla şapka giydirilmesi’ gibi diktatörce uygulamalara karşı halkın tepkileri yükselirken, baskı da da daha bir artıyordu.. Ki, bunların en büyüğü, Rızâ Khan’ın bu gibi diktatörce uygulamalarına Meşhed’de bir câmide itiraz eden halkın üzerine ateş açılması ve 750 müslümanın öldürülmesiyle neticelenen ‘Gevherşâd Mescidi Qıyâmı’ idi.
İNGİLİZ EMPERYALİZMİ, KUKLA DEĞİŞTİRİYOR VE ‘BABA ŞAH’IN YERİNE OĞLU OTURTUYORDU..
Rızâ Khan, kendisini 1923’lerde iktidara getiren ingilizlere karşı biraz mesafe koyar gibi yapıp, Hitler Almanyası’na doğru yönelince, bunun bedelini iktidardan uzaklaştırılmakla ödedi ve ingilizler onu alıp, Güney Afrika’ya sürgüne gönderirken, yerine oğlu genç Muhammed Rızâ’yı yeni Pehlevî Şahı olarak taht’a oturtmuştu.. Hattâ, o kadar ki, yeni culûs merasiminin en ince bütün teferruatına kadar herşeyi, İngiltere’nin Tahran’daki Büyükelçiliği’nce tertiblenmişti..
İran herşeyiyle ingiliz emperyalizminin elindeydi ve özellikle de, İran’ın zengin petrol kaynakları..
İkinci Dünya Savaşı’nda İran savaşa girmediği halde, İran’ın Azerbaycan bölgesi, Sovyetler tarafından işgal edilmiş ve ayrıca merkezi yine Sovyet Rusya destekli olarak Mahabad şehrinde olmak üzere, Gazi Muhammed isimli bir ‘molla’nın önderliğinde de, bir Kürdistan Cumhûriyeti kurulmuş ve fakat, bu hükûmet 9 ay kadar ayakta kalıp, sonra yokedilmiş ve Gazi Muhammed ve arkadaşları idâm olunmuşlardı..
İkinci Dünya Savaşı’nı artık kendi lehlerine çevirdiklerine inanan Amerikan Başkanı Roosvelt, ingilizi lideri Churchill ve Sovyet lideri Stalin’ arasında yapılan ünlü Tahran Konferansı’nda, İran’ın hemen hemen hiçbir etkisi yoktu.. Güvenlik tedbirleri bile, bizzat Müttefik ülkelerce alınmıştı..
Ve savaş sonunda ise, galib tarafın, Müttefikler’in bir kanadı olan Stalin Sovyetleri, Doğu Avrupa’yı yutmuş ve amma, ’kapitalist/ emperyalist dünya’nın baskılarıyla karşılaşınca, Azerbaycan’dan çekilmek zorunda kalmıştı..
Bu da, İran halkında, Batı dünyasına, kapitalist dünyaya küçümsenmiyecek bir itibar kazandırmıştı..
Ama, İran’ın bütün zenginliklerini yağmalayan kapitalist emperyalizmin şef ülkelerinden İngiltere’ye karşı, giderek daha bir fakirleşen halk kitlelerinde yükselen bir tepki gelişiyordu..
Ve İran Azerbaycanı’ndan geri çekilmeye zorlanmanın da hıncıyla, Sovyetler, -dünyanın en eski komünist partisi olan İran Tudeh Partisi eliyle- İran halkı içindeki etkinliğini yeniden kazanmaya çalışırken..
‘İRAN PETROLLERİNİN MİLLİLEŞTİRİLMESİ’, YENİ BİR DÖNEMİ BAŞLATIYORDU..
Artan sosyal rahatsızlıklar artar ve de ard-arda gerçekleştirilen siyasî suikasdler İran’ı sarsarken (Şah’a başarızsız kalan suikasd teşebbüslerinde bulunulurken), etkili bir derebeyinin oğlu ve Paris’te okuyan ve amcası da Maliye Nâzırlığı yapan ve kendisi de ilk gençlik yıllarından itibaren, uzun yıllar boyu Valilikler ve Bakanlıklar’da da bulunmuş ve ‘Musaddıq’us’Saltanah’ (saltanatın doğruyalıyıcısı) unvanını almış, yani Şah rejiminin elinde büyümüş olan Muhammed Musaddıq bile, ‘Cebhe-i Millî’ adında oluşturduğu bir siyasî parti ve aynı adı taşıyan gazetesiyle, muhalefet bayrağı’nı kaldırmış ve ‘petrolün millîleştirilmesi’ proğramıyla, 1950de seçimlerle Meclis’e girmişti.. Şah, İngiltere’nin özellikle petrol konusundaki yeni taleblerini karşılayacak Başbakan bulmakta zorlanırken, General Razmârâ’da karar kılmış ve amma, kısa süre sonra, Razmârâ bir suikasd sonunda öldürülmüştü..
Şah, o dönemin büyük İslam âlimlerinden Âyetullah Ebû-l’Qaasım Kaşânî’nin de desteğini alarak siyasî sahnedeki gücünü arttıran Musaddıq’ı Başbakanlık makamına getirmeye mecbur kalmıştı, 1951’de..
Musaddıq, petrolün millîleştirildiğini açıklayınca, halkın en güçlü önderlerinden birisi durumuna gelivermiş ve Şah, bir kukla haline dönüşmüş ve meydana gelen büyük yönetim krizi sırasında, genç Şah, eşi Sureyya’yla birlikte Roma’ya kaçmak zorunda kalmıştı..
Musaddıq, bir halk kahramanı durumunda idi..
Ama, kısa sürede, bu gücünü tamamiyle ideolojik bir temele dayandırmaya çalışacak ve Meclis Başkanlığı’na getirilen Âyetullah Kaşânî’yi etkisizleştirmek için, medyada ve kamuoyunda, İslam ulemâsı’yı küçük gösterecek, karikatürize edecek tavırlardan kaçınmıyordu..
Bu durum, Musaddıq’a verilen halk desteğinin mısa sürede zayıflamasına yol açmış ve (Amerikan Başkanı Obama’nın geçtiğimiz aylarda resmen ve açıkca itiraf ettiği üzere) CIA tarafından tertiblenen bir darbe planı ile ve sadece 200 bin dolar harcanarak, General Zâhidî eliyle yaptırılan bir günortası darbesi ile, Musaddıq alıp götürüldüğünde, halk kitleleri sessizliğe bürünecek, kaçışından 45 gün kadar sonra, Şah yeniden İran’a ve tahtına dönecek ve General Zâhidî’yi damad da edinecekti.. (General Zâhidî, bir tanka binip, günortası, Başbakanlık’ın avlusuna dalmış ve orayı korumakla görevli ve direnmek isteyen birkaç askeri hemen oracıkta kurşunlayıp, Başbakanlık binasına girmiş ve Musaddıq’ı alıp götürmüştü.. Darbe bu kadar kolay ve inanılmayacak derece basit bir hamle ile gerçekleşmişti..)
İlginçtir, Şah İran’a döndüğünde, onu karşılıyanlar arasında Musaddıq’a da yer verilmiş ve Şah’ın elini öper vaziyetteki resimleri topluma yansıtılmış ve arkasından da Musaddıq, yıllarca süren bir yargılamayla ağır cezalara çarptırılmış ve sonunda da, gözhapsinde tutulduğu evinde 1967’de vefat etmişti..
Musaddıq’ın o yargılamalar sırasında yaptığı tesbitlerin en çarpıcılarından birisi ise, herhalde, ‘3. Dünya ülkelerinin (gerikalmış ülkelerin) orduları, kendi ülkelerinin işgalcisi durumundadırlar..’ şeklindeki cümlesi olsa gerek..
‘AK DEVRİM’ MASALIYLA GÜÇLENEN DİKTATÖRLÜK VE ‘İMAM RÛHULLAH KHOMEYNÎ’NİN SAHNEYE ÇIKIŞI..
Savaş sonrasında, dünyada, teknolojinin sivil alanda ve özellikle otomasyon ve otomobil kullanımındaki hızlı yükselişle birlikte yükselen petrol ihtiyacı yüzünden, Şah’ın petrol geliri dev rakamlara ulaşıyordu.. Bu güç, onun Ortadoğu’nun en büyük askerî gücü haline dönüşmesini sağlıyor ve ayrıca sosyal hayatta da kapitalist emperyalizmin ürettiği sosyal değerlere ve zevklere uygun yeni bir hayat oluşturma çabası, dev adımlarla gelişiyor ve İran’ın müslüman halkı, kendi tarihî geleneğinden bugüne taşıdığı aslî değerlerini korumak isterken, nesiller arası bir çatışma ortaya çıkıyordu.. Şah, toplumu bütünüyle yeniden yapılandırmayı ve Tahran’ı ‘Ortadoğu’nun Parisi’ yapmak rüyasını dile getiriyordu..
Ayrıca, petrol gelirlerinin yüzde 60’ını Şahlık hakkı olarak Pehlevî Khanedânı’na intikal ettiren ve geriye kalanını da, yine kendisine bağlı kamu kuruluşları aracılığıyla belli kesimlere yansıtan Şah düzenine duyulan tepki giderek gelişiyor ve köylerden şehirlere akın eden fukara kitlelerden oluşan bir ‘fakirler ordusu’, özellikle marksist silahlı grupların verdiği mücadelelerin iştahını daha bir kabartıyordu.. (O dönemde, Nevvâb Safevî liderliğinde Fedaiyân-ı İslam’ gibi İslamî gruplar da ses getiren teşekküller olarak ortaya çıkmışlarsa da; Nevvâb Safevî ve arkadaşlarının idâmından sonra, müslüman gruplar uzunca bir süre, silahlı mücadeleye bir daha el atmadılar..)
Şah ise, o dönemde, ‘Ak Devrim (İnqılab-ı Sefîd)’ adını verdiği bir projeyle, İran’ın tarihî sosyal yapısını, özellikle de kültürel açıdan temelden değiştirmeyi hedefliyen dev adımlar atıyordu ve de İslam ulemâsının ve İslamî medreselerin etkisini kırmaya çalışıyordu.. Çünkü, yapmayı düşündüğü sosyal değişikliklerin karşısındaki en büyük engel olarak onları görüyordu..
İşte o dönemde, (şia fıqhına göre) müctehidlik makamına erişmiş bulunan Rûhullah Khomeynî isimli bir İslam âlimi, Şah’ın ‘Ak Devrim’ adını verdiği büyük yabancılaştırma ve köleleştirme projelerine karşı, verdiği vaaz ve yayınladığı bildirilerle toptan bir isyan bayrağı açmıştı..
Ve nihayet, 5 Haziran 1963 günü, büyük bir halk ayaklanması, başkent Tahran, Qum ve (Tahran yakınlarındaki Şehr-i Rey ve Varamin) şehirlerinde patlak vermiş ve bu qıyâm, onbinlerin öldürülmesiyle kanlı bir şekilde, bastırılmış ve halk kitlelerinin rehberi, lideri olarak sivrilen Rûhullah Khomeynî tutuklanmıştı ve bütün şehirlerde kefen giymiş olarak gösteriler yapan kitleler giderek büyüdükçe, Şah, bu yargılamayı uzatmadan ve başına daha büyük belâlar sarmamak için, onu gizlice zamanın Türkiye
Başbakanı İsmet İnönü ile anlaşıp Bursa’ya sürgüne göndermişti..
Ama, Türkiye kamuoyunun bu qıyâm’dan da, sürgün edilen o şahsiyetten de haberdâr edilmeyip, bir yıl kadar sonra da tekrar sürgün edilecek ve Irak’ın Necef şehrine gönderilecekti..
*
SIRTINI AMERİKAN EMPERYALİZMİNE DAYAYAN ŞAH, ARTIK KARŞI KONULMAZ BİR GÜÇ OLDUĞUNU SANIYORDU..
Ve bunlar olurken, dünyanın en büyük şeytanî güçleri elbirliğiyle İran coğrafyasındaki temsilcileri olan Şah’larını vargüçleriyle desteklemişlerdi..
Bu arada, silahlı marksist ve diğer solcu gruplar Şah’a karşı mücadele veriyorlardı, ama, bu kesimler acımasızca eziliyorlardı, Şah düzeni tarafından..
1974’de Şah, maddî ve askerî gücünün zirvesindeyken, Pers İmparatorluğu’nun 2500’ncü yıldönümünü kutlamak adına, milyarlarca dolar harcayarak, Orta İran’daki Persepolis harabelerinde dev ve tantanalı çadırlardan bir imparatorlukk şehri oluşturarak, binbirgece masallarını hatırlatan, dünyanın yığınla devlet başkanlarının katılımıyla gerçekleştirilen törenler düzenlemesi, İran’ halkının kültürel ve ekonomik acılarıyla problemleriyle alay eden bir tablo oluşturmuş ve Şah’a duyulan kin daha bir yükselmişti..
Şah ise, hemen bütün dünyanın imrenerek baktığı dev askerî ve ekonomik gücüyle, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, dünyanın hemen bütün rejimlerince desteklenen birisi olarak, gücünün zirvesinde hissediyordu, kendisini..
Ama, mazlum ve fukara halk kitleleri bütün hastalıkların asıl kaynağı olarak gördükleri Şahlık düzenine besledikleri kinlerini frenliyorlar, gözyaşlarını gizliyorlar, bu zulüm düzeninden kurtulmak için dualarına sığınıyorlardı..
Ve öyle bir zaman diliminde, İmam Khomeynî’nin Necef’ten gelen teyp bandları, kasetleri ve bildirileri, toplumu içten içe örgütlüyordu..
Ve o döneme aid Amerikan belgelerinden anlaşıldığına göre, Şah ve etrafına ve kendilerini ‘aydın’ olarak niteleyen Şah düzeninin seçkinlerine , ‘İslamî muhalefet’in olup olmadığına dair sorular sorulduğunda, ‘Biz onları 5 Haziran1963’de son kez olarak tepeledik.. Bir daha ayağa kalkmaları mümkün değil..’ cevabını alıyorlardı..
*
Ama, 1977 yılında yeni protesto gösterileri patlak veriyordu.. Şah’ın dünyaya yansıttığı şaşaalı güçlü İran görüntüsü ile, bu fukara kitlelerin sergilediği dev protesto gösterileri tam bir tezad oluşturuyordu..
1977 yılı ortasında başlayan ve daha ilk merhalede bile, ‘Allah’u Ekber!’ nidâlarıyla sadece İran toplumunu değil, bütün müslüman coğrafyaları ve hattâ bütün dünya kamuoyunu da sarsan sosyal hadiseler, kısa zamanda Şah’ın heykellerinin yıkılması, başta devlet daireleri olmak üzere her yerde var olan Şah resimlerinin yırtılıp sokaklarda ateşe verilmesi ve hattâ kağıt paralardaki Şah resimlerinin gözlerinin bile sigara ateşiyle yakılması gibi eylemlere kadar yaygınlık kazanmıştı..
İlan olunan sıkıyönetimler, halkın üzerine tanklarla, mitralyözlerle ateş açışlar, binler halindeki ölümler, toplumu sindirmek yerine, cenaze merasimlerindeki gözyaşı ile, toplumu daha bir dönüşü olmayan mücadelelere sürüklüyor ve acılı kitleler arasındaki sosyal dayanışma, her geçen an daha bir kabaran bir Şah rejimi karşıtlığına ve dahası, İslamî esaslara göre bir yönetim talebinin dillendirilmesine dönüşüyordu..
Ve artık, verilen mücadelelerin rehberi de, hedefi ve çerçevesi de belirlenmiş gibiydi.
‘Allah’u Ekber.. Khomeynî Rehber..
Merg ber Şah (Şah’a ölüm..)..
La Garbiyye, la Şarqıyye.. Hükûmet-i İslamiyye.. (Batı’ya, kapitalist emreryalizme de; Doğu’ya komünist emperyalizme de hayır! İslam Hûkûmeti..)’
*
DEV GÖSTERİLERE MÜSLÜMAN HANIMLARIN ÖNCÜLÜK ETMESİ..
Ve daha da ilginç olanı, bu dev gösterilere, verilen insan kayıplarının en büyük acısını çeken çadurlu (çarşaflı) kadınlar öncülük ediyorlardı..
Milyonlar dalga dalga katılıyordu, her gün tekrarlanmakta olan bu gösterilere ve hergün binlerce insan katlediliyordu, düzeni sağlamak adına..
Şah ve Generalleri, korktukça öldürüyorlar ve öldürdükçe daha bir korkuyorlar ve tekrar daha çok öldürmekten meded umuyorlardı..
Bir faasid dairenin içine düşmüşlerdi..
Şah ve şahlık rejimi karşıtı olmalarıyla bilinen marksist ve diğer solcu gruplarla, etnik hareketlerin bağlıları ise, hiç bir zaman halk kitlelerini böylesine sürükleyemedikleri halk kitlelerinin bu muazzam ve İslamî taleblerle süslenen qıyâmı karşısında ne yapacaklarını belirlemekte zorlanıyorlardı..
Şimdi ya, Şahlık rejiminin yanında yer alıp, Şah ordusunun tanklarının gölgesinde, halka karşı çıkacaklar; ya da bu halk kitlelerinin arasına karışacaklardı..
Birinci şıkkın, intihar etmek manâsına geleceğine biliyorlardı..
İkinci yolu tercih ederlerse, hiç değilse, ilerde belki halk kitlelerinin ateşi sönünce, ve hadiselerin seyrini kendi istedikleri yöne çevirmek ihtimali vardı..
Halk kitlelerinin arasına karıştıklarında, kendi marksist veya kavmiyetçi sloganlarını dillendirmeye kalkışınca, susturuldular.. Çünkü, müslüman kitleler, şiarlarını, sloganlarını, hedeflerini, rehberlerini çok net olarak ortaya koymuşlardı ve bunun sulandırılmasına müsaade edemezlerdi..
Bunun üzerine o gruplar da kalabalığın içinde sessiz kalmaya ve çıkacak fırsatları beklemeye koyuldular.. Yani, bugün bazı çevrelerce iddia olunduğu üzere, ‘komünistler, solcular, laikler de yardımcı oldular, ama, İslam İnqılabçıları onları sonra ezip geçtiler..’ değil..
*
EMPERYALİST ODAKLAR, MÜSLÜMAN HALK KİTLELERİNİ ‘ÇAPULCULAR, GERİCİLER’ OLARAK NİTELİYORLARDI..
Dünya ise, tam bir şaşkınlık içindeydi..
Şah’ın ve rejiminin gümbür gümbür yıkılmakta olduğu korkusu kalblerini sarmıştı..
zamanın iki büyük askerî ve uluslararası baskı gücünden birisi olan Sovyetler Birliği’nin lideri Leonid Brejnev, İslam İnqılabı Hareketi içindeki milyonları ‘çapulcular, ayak takımı, gericiler’ olarak nitelerken; Amerikan emperyalizminin başındaki Jimmy Carter liderliğindeki kapitalist dünyanın hemen bütün liderleri ve onların toplumlarındaki kamuoyunu oluşturan baskı grupları ve güç odakları da, Şah’ın, İran’ı modernleştirmekteki üstün ve emsalsiz (!) başarılarını öve öve bitiremiyorlar ve İslam İnqılabı Hareketi ile, İran’ın bir karanlığa gömüleceğini söylüyorlardı..
Ve, İran NATO üyesi olmadığı halde (Türkiye’nin doğu sınırındaki komşusu olması hasebiyle NATO bölgesinin güvenliğini de ilgilendirir şeklindeki bahaneyle), Avrupa’daki NATO Kuvvetleri Başkomutanı (tabiatiyle Amerikalı olan) Gen. Huyser, Tahran’a gidiyor ve durumu kontrol altına almaya çalışıyordu.. İran’da artık kamu düzenini kontrol eden otorite, Şah düzeninin otoritesi değildi ve elindeki en modern silahlarla donatılmış olan 800 binlik dev ordu, darmadağın olmuş; sosyal hayatı düzenleyen otorite, elinde Kur’an-ı Kerîm’den başka silahı olmayan ve 1978 sonbaharında Irak’tan çıkarılınca, Paris’e gitmek zorunda kalan 79 yaşındaki bir İslam âliminin dudağından dökülen kelimelere göre şekilleniyordu..
(İmam Khomeynî, evet, 15-16 yıldır ülke içinde değildi.. 5 Haziran 1963’de, kendi liderliğinde gerçekleşen ve onbinlerce insanın katledilmesiyle bastırılabilen Panzdeh Khordad (5 Haziran) Qıyâmı’ndan sonra, önce Türkiye’de Bursa’ya ve orada bir sene kadar kaldıktan sonra da Irak- Necef’e sürülmüştü. Necef’te 14 yıl kadar kaldıktan sonra ise, Eylûl -1978’de, Şah’ın Saddam’a baskıları sonunda, Irak’tan çıkarılmış, Kuveyt Havaalanı’na götürülüp bırakılmış ve Şah’ın düşmanlığını kazanmamak için, müslüman cografyasından hiç kimse ona sığınma hakkı vermeyince, 16 yıllık sürgün hayatının son 4 ayını geçireceği Fransa’ya gitmişti..Çok kere ise, İmam’ın yıllarca Fransa’da kaldığı sanılır..)
*
İmam Khomeynî’nin, İran’a komşu olan Irak’dan uzaklaştırılmasından sonra, uzaaak bir ülkeye, Fransa’ya gitmek zorunda kalmasıyla, İran toplumuyla irtibatının zayıflayacağı sanılırken..
Fransa’ya gidiş, hasb-el’qader, tam tersi bir hayırlı sonuç vermişti..
Fransa’da Paris’in banliyösündeki Neuphle-le Chatoux (Nöfl-lö-Şato) denilen yerde kiralık bir evde kalan İmam, hele de dünya medyasının kendisine kolayca ulaşabileceği bir yere varınca, mesajının dünyaya daha yaygın şekilde ulaşması imkanına kavuşmuştu...
Sosyal hayat tamamiyle durmuştu adeta..
O zamana kadar daha çok komünist veya (azerî-türkçü, kürdçü, arabçı, beluçcu, türkmenci ve hattâ farsçı) kavmiyetçi hareketlerin bağlılarının tutuşturdukları Şah karşıtı gösteri ve silahlı-silahsız mücadelelere pek ilgi göstermeyen geniş halk kitleleri, şimdi milyonlar halinde, Şah karşıtlığı’nda birleşmişlerdi. Bu milyonları yönlendiren temel, İslam inancı idi, Kur’an idi, onlara Kur’an’a göre çözüm yolu gösteren ve vaad eden ulemâ, mollalar değil, (ki onlardan pek çoktu), sadece ve sadece İmam Rûhullah Khomeynî ve onun talebeleri ve onları takib eden milyonlar idi.. Onun içindir ki, ‘Allah’u Ekber’ şiarının devamı da kafiyeli olarak ‘Khomeynî Rehber..’ şeklinde telaffuz ediliyordu, milyonların hançerelerinden..
*
ŞAH, KENDİSİNİ DİNDAR GÖSTERMEKTEN MEDED UMMAYA BAŞLAMIŞTI..
Şah, durumu kurtarabilmek için arka arkaya hamleler yapıyordu.. Bunlardan en ilginci, (Org. Başbuğ’un, orduya saldırı emri verildiğinde, Allah- Allah dedirttirildiğini hatırlacak şekilde) Şah’ın Meşhed’de İmam Rıza Türbesi’ni ziyaret etmesi ve çarşafa bürünmüş hanımı Ferah’la birlikte, ellerine bir bez alıp, türbenin tozlarını alırken çekilen görüntülerin ekranlardan topluma yansıtılmasıydı..
Öte yandan, 13 yıllık başbakan Emîr Abbas Huveyda azlediliyor, yerine Şah düzeninin Senato Başkanı Şerif İmamî liberal birisi olarak başbakanlığa getiriliyordu..
(Şerif İmamî’nin bir dindar aileleden geldiği biliniyordu, İran masonluğunun lideri olduğu ise, daha sonra, İnqılab’dan sonra ele geçen belgelerden anlaşılacaktı..Ve çok daha ilginç olanı, ülkenin bir numaralı ismi durumunda olan Şah Pehlevî’nin mason locasının üstad-ı âzamının önünde diz çöker vaziyette, mason âyinlerine katıldığını gösteren gizli resimlerdi.. )
Şerif İmamî, başbakan olur olmaz bir dizi reformlara imza atıyordu.. İçki yasağı getiriliyor, müstehcen filmler oynatılması yasaklanıyor, kız öğrencilerin üniversitelere İslamî örtüyle girmesini yasaklayan geçmiş düzenlemelere son veriliyor, bir kaç yıldır uygulanan ve 2530’lu yılları gösteren Pers Şehinşahlığı takvimi rafa kaldırılıyor ve yeniden Hicrî takvime dönülüyor; başta Huveyda olmak üzere, yüksek dereceli eski yöneticiler hapse atılıyordu..
Yani, bunlarla halkın yatıştırılabileceği sanılıyordu..
Ama, denizde, dev bir geminin harekete geçmesinden sonra kolayca durdurulamayışı gibi, bu inqılab hareketi de artık bu gibi yaldızlı, gönül alıcı palyatif tedbirlerle durdurulamıyacak kadar derinden gelen ve milyonların gönlünden kaynayan bir cûş-i hurûş hareketi sözkonusu idi..
Ve beklenen ve planlanan netice alınamayınca..
Şerif İmamî, iki-üç aylık bir başbakanlık sonunda, bir gece yarısı istifasını Şah’a sunuyor ve Şah da, hemen o gece, Genelkurmay Başkanı General Ezherî’yi yeni hükûmeti kurmakla vazifelendiriyor ve o da, hemen o gece ülke çapında sert askerî tedbirlere başvuruyordu.. Şerif İmamî’nin liberal taktikli uygulamalarına olumlu karşılık vermeyen, mülayemetten anlamadığı, anlayışsızlığı sâbit olan halk’a haddi bildirilelecekti..
Nitekim, kitlelerin üzerine her yerde tanklarla, mitralyözlerle gidilmekte, ülkenin hemen bütün büyük şehirlerinde yüzlerce, bazen binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan bir sindirme ve katliâm sahnelenmekteydi..
Ama, bu tedbirler de netice vermeyince, General Ezherî, hükûmetinin henüz 45. gününde, bir gece, uşağına atladığı gibi Amerika’ya gidiyor ve bir daha da dönmüyordu.. Çaresiz kalan Şah, nihayet, Şahlık rejiminin 30 yıllık gedikli muhaliflerinden birisi olarak bilinen/ sanılan Şapur Bahtiyar’ı yeni hükûmet’i kurmakla vazifelendiriyordu..
Bahtiyar’ın yeni hükûmeti, Şah’ın Meclis’inden güvenoyu alır almaz, Şah, ülkeyi terketmekten başka çaresinin kalmadığını düşünmeye daha bir mecbur kalıyor ve...
(Devamı, inşaallah bir sonraki yazıda..)