12-05-2008 19:34

İslam “Siyasal”dır!

İslam`ın `siyasal dili`ne baktığımızda ise, `hükm`, `kudret`, `kuvvet`, `sultan`, `emr`, `hilafet`, `velayet`, `raiye`, `şevket` gibi kavramlar etrafında şekillenen devasa bir literatürle karşılaşırız.

İslam “Siyasal”dır!

İktibas Dergisi, İslam ve siyaset ilişkisi konusunda bir soruşturma dosyası hazırladı. Hamza Türkmen, Atasoy Müftüoğlu, Abdurrahman Arslan, M. Kürşad Atalar, Cihan Aktaş, Rasin Özdenören önemli isimlere yöneltilen dört soru etrafında oluşturulan dosyada önemli tesbit ve açılımlar yer alıyor. İslam ve Hayat olarak, bu dosyayı okuyucularımızla paylaşmak istedik. İlk olarak M. Kürşad Atalar'ın cevaplarını yayınlıyoruz. İşte sorular ve Atalar'ın cevapları:  

1. İslam, 'siyasî' karakterli bir din midir? 'Siyaset' olgusunu nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanım doğrultusunda İslam'ın siyaset olgusuyla ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

2. İslam'ın bir 'siyaset modeli' var mıdır? İslam bir 'yönetim biçimi' önenir mi, yoksa İslam'ın bizatihi kendisi bir 'siyasal model' midir?

3. İslam'ı bir 'din' (religion), siyaseti ise 'dünyevî' (veya seküler) bir alan olarak gören yaklaşım için ne düşünüyorsunuz? İslam'da din ile dünyayı birbirinden ayırmak mümkün müdür?

4. İslam ile siyaset arasında özden bir ilişki olmadığını savunan tezi, İslami Uyanış sürecini sekteye uğratmak için 1990'lı yıllardan sonra hız kazanan 'kuşatma' politikası ile ilişkilendirmek mümkün müdür? Bu bağlamda BOP ve Ilımlı İslam projesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

M. Kürşad Atalar'ın yukarıdaki, sorulara "İslam “Siyasal”dır! üstbaşlığıyla verdiği cevaplar ise şöyle:

1: İslam-siyaset ilişkisini tartışırken, öncelikle 'siyaset'in mahiyetini bilmek gerekir. Bu konuda 'siyaset bilimi'nin yaklaşımına bakıldığında 'olgu'nun iki farklı açıdan tanımlanmaya çalışıldığı görülür. İlk yaklaşım, 'devlet' kavramı merkezlidir. Buna göre, siyaset, 'yönetim'le ilgilidir; siyasal faaliyet de devletin kurumlarının faaliyetleridir. Olguya 'işlevsel' gözle bakanlara göre ise, siyasal faaliyetin yöneldiği hedef ve süreç içinde gelişen ve oluşan hadiseler önemlidir. Burada 'iktidar', 'karar-alma', 'çatışma' ve 'kaynakların tahsisi' kavramları öne çıkar. Buna göre siyaset şöyle bir süreçtir: "farklı çıkar, düşünce ve tercihleri olan (yani 'çatışan') gruplar, iktidarı (gücü) ele geçirmek ve amaçları doğrultusunda onu kullanmak isterler. Bu yönde gösterdikleri çabalar, bir süre sonra 'denge' noktasına ulaşır ve burada artık 'yönetim' olgusu belirleyici olur. Toplumsal yapının devamı için, gücü elinde bulunduranlar, 'karar alıp' eldeki kaynakları en iyi şekilde tahsis etmeye çalışırlar." Modern siyaset biliminin 'siyaset olgu'sunu tanımlama çabasını bu şekilde özetlemek mümkündür. İslam'ın 'siyasal dili'ne baktığımızda ise, 'hükm', 'kudret', 'kuvvet', 'sultan', 'emr', 'hilafet', 'velayet', 'raiye', 'şevket' gibi kavramlar etrafında şekillenen devasa bir literatürle karşılaşırız. Burada da karşımıza 'siyaset olgusu'nun değişmeyen karakteri çıkar. Çünkü siyaset, toplumsal yaşamın (ya da cemiyet veya cemaat halinde yaşayan insan topluluklarının) zorunlu bir sonucudur. Nerede bir toplumsal yaşam pratiği varsa, orada 'siyaset' olacaktır. Dolayısıyla, aslında Müslüman terminolojisinde 'hüküm' ve 'hakimiyet' (İbni Haldun) kavramları üzerinden yürüyen tartışma, modern siyaset biliminde 'iktidar' (Lasswell) ve 'karar alma' (Almond) kavramlarıyla yapılmaktadır. Yine İslami terminolojide siyaseti "rai ve raiye" (İbni Teymiyye) kavramlarıyla izah eden yaklaşımın, siyaset düşüncesinin "yöneten-yönetilen" (Mosca) kavramlarıyla açıklama çabasından çok da farklı bir içeriği yoktur. Aynı şekilde Kur'an'ın "hüküm Allah'ındır" buyruğunun (En'am:57; Yusuf: 40, vd.) içerdiği siyasal anlamların bir bölümünü, modern literatürdeki 'egemenlik' (sovereignty) ve 'yasama' (legislature) kavramları etrafında şekillenen tartışmada bulabilmek mümkündür. Özetle söyleyecek olursak, 'siyaset olgusu' bütün toplumlarda 'sine qua non' (olmazsa olmaz) bir durumdur ve sonuçları da büyük ölçüde birbirine benzer.

Bu açıdan bakıldığında, İslam'ın elbette 'siyasal karakterli' bir din olduğu söylenmelidir. Çünkü İslam, her şeyden önce, Hakk'ı temsil eder. Hakk ise, elbette 'hakim' olmak isteyecektir. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Hayat, esas itibarıyla, yanlış ('batıl') üzerinde yürümez. Bu, ancak 'zulümle' mümkündür. Fakat Hakk'ın hakimiyetinin temelinde 'hakikat' yatar. Dolayısıyla Hakk, bir toplumun inanç ilkelerini belirlediği gibi, 'yaşam kurallarını' da belirleyecektir. Yani 'yasama'nın kaynağı da Hakk'a ait olmalıdır ki, toplum hakikat üzere var olabilsin. İşte "hüküm Allah'ındır" ayetinin yorumu bu şekilde yapılmalıdır. Karar verme yetkisi Allah'a ait olmalıdır. Çünkü neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda ondan daha 'doğru' hüküm/karar verebilecek yoktur, olamaz. Bu nedenle, bu hususta aklın 'mutlak' otorite olabilmesi mümkün değildir. Akıl, yanılabilir. Hele, yeterli bilgi olmadan hüküm vereceği konularda, aklın yanılma ihtimali çok yüksektir. Bu alanlarda aklın vardığı hükümler ya zan olur ya vehim ya da hayal. Ama, "külli şeyin alim" (her şeyi bilen) Allah için (Ahzab:54) böyle bir şey söz konusu değildir. O'nun her konudaki hükmü hakk'tır, hakikattir. Örneğin, 'zina' konusunda, Allah'ın bir hükmü varsa, o hüküm hakikati temsil eder. Bütün insanların akılları zinayı suç olmaktan çıkarmak üzere birleşse dahi, bu konuda verecekleri hüküm, Allah'ın hükmünden doğru olamaz. Eğer Allah, bütün sıfat ve fiilleriyle 'kusursuz' varlık ise, bu böyle olmalıdır. Aynı şekilde, bütün insanlar birleşse ve "hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" dese dahi, bu hüküm, "hüküm Allah'ındır" ayetinin hakikat olduğu gerçeğini iptal etmez. İslam, Allah'ı 'üst otorite' bilenlerin dinidir. Müslüman da bu 'hakikate' teslim olmuş kişidir. Müslüman için Allah, hem 'ilah' hem de 'rab'dır. İlah ve rab olarak Allah'ı kabul eden bir kişi ise, bir başka kişi veya varlığa/kuruma/yapıya ilahlık veya rablık vasfı atfedemez. İşte İslam'ın siyaset olgusuyla ilişkisini kurarken, bu temel kalkış noktalarından hareket etmek lazımdır.

2- İslam'ın 'siyaset modeli' veya bir 'yönetim biçimi' önermediği yolundaki iddiayı, genellikle 'modernizm'in etkisi altında kalan kişiler dillendirmektedir. Bu görüşü ilk kez Mısırlı Ali Abdurrazık, İslam'da Hükümet (1925) adlı eserinde ortaya atmıştır ve kastı da özetle şudur: "Müslümanların tarihinde pratize edilen 'hilafet' modelinin 'dini' bir zorunluluğu yoktur. Siyaset alanı, 'seküler' bir alandır. 'Demokrasi' veya 'cumhuriyet' yönetimleri de pekala İslamî olabilir!" Bu tezin, modern dönemde pratize edilen 'yönetim biçimleri'ni meşrulaştırma işlevi gördüğü açıktır. Benzer tezleri daha sonra İslam dünyasında bir çok 'Batıcı' veya 'modernist' kişi de dillendirmiştir. Bendeniz, bu (ve benzeri) tezleri, ciddiye almamak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü burada basit bir öykünmeci tavır vardır ve meselenin özüne ilişkin tahliller yapılmamaktadır. Örneğin 'hilafet' kurumuna karşı getirilen eleştirilerin bir bölümü 'makul' görülebilir ancak burada asıl tartışılması gereken konu 'hükmün kaynağı' ile 'model' arasındaki ilişkinin ne olduğudur. Nitekim demokrasilerde yasamanın kaynağı 'halk' (veya 'çoğunluk iradesi') olduğu için, 'meclis' gibi bir kurum ihdas olunmuştur. Çünkü 'yasama' görevini icra edecek bir organa ihtiyaç vardır. Bu meclis, 'her konuda' hüküm vermede tam yetkilidir. Fakat İslamî bir yönetimde, yasamanın kaynağı, esas itibarıyla Allah'tır (ya da 'vahy'dir). Dolayısıyla, İslamî yönetimde 'toplanma'nın amacı, demokrasilerden tamamen farklıdır. İslamî yönetimde bir 'meclis' olacaksa, burada temsilci hüviyetindeki kişiler, asla örneğin zinanın, faizin ve içkinin haramlığını iptal edecek şekilde 'yasa' çıkarma önerisinde bulunamazlar. Çünkü bu konuda hükmü Allah koymuştur. Dolayısıyla, İslamî yönetimde 'meclis'in mahiyeti/işlevi, demokrasilerden özü itibarıyla farklıdır. Konuya bu açıdan bakınca, modernistlerin tezlerinin asılsız olduğu gayet net bir şekilde görülür. Nitekim bu nedenledir ki, modern dönemde pratik edilen İran İslam Cumhuriyeti örneği, hiçbir Batıcı veya modernist tarafından 'demokrasi' olarak adlandırılmamıştır. Bu kişiler, İran'ı hep 'teokrasi' ile yönetilen bir ülke olarak tanımlamışlardır. İran'ın 'teokrasi' ile yönetilip-yönetilmediği ayrı bir tartışma konusudur ama bir 'demokrasi' olmadığı şüphe götürmez. Aynı şekilde Hz. Peygamberin kurduğu devletin yönetim biçimi de, Hulefa-i Raşidin'in dönemindeki yönetim biçimi de bir demokrasi değildir. Muaviye ile başlayıp Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar geçen sürede hakim olan sistemin adı ise, 'saltanat'tır. Bu yönetimi, Batı'daki 'monarşi' (krallık rejimi) ile karşılaştırmak mümkündür ve bir çok bakımdan eleştiriyi hak ettiği de söylenebilir. Fakat hilafet veya saltanat yönetimini eleştirmek ayrıdır, bunların yerine demokrasi veya cumhuriyet rejimini olumlamak ayrıdır. Hilafet (hatta saltanat) yönetiminde, idarenin meşruiyeti yine Şeriat'tan gelmesine rağmen, demokrasilerde meşruiyetin kaynağı 'halk'tır. Burada böylesine belirleyici bir fark vardır ve bu bakımdan İslam'ın ayrı bir siyasal 'model' olduğu da söylenebilir. Çünkü bizzat Hz. Peygamber, Mekke'deki eski düzeni yıkıp, yerine 'yenisini' kurmuştur. Burada bir 'düzen' vardır. Yani bir 'siyasal yapı' vardır. Aksi taktirde tarihsel pratiği açıklamak mümkün olmaz. Fakat bu yapının 'tanımlanması' ayrı bir konudur. Bu yapının lideri ve bağlıları vardır. Bu toprakların 'sınırları' bellidir ve nöbetçiler tarafından korunmaktadır. Burada 'karar alan' bir merci vardır ve 'uygulama' da yapılmaktadır. Bu topluluk, işlerini aralarında 'şûra' ilkesine göre çözmektedir. Fakat konunun tabiatına göre, kararlar kimi zaman çoğunluğun istediği şekilde, kimi zaman da liderin inisiyatifine göre alınmaktadır. Dolayısıyla demokrasiye özgü 'çoğunluğun iradesi'nin belirleyici olduğu fikri, bu yönetimde yasamanın kaynağında da uygulamada da asıl değildir. Bu yönetimde belirleyici olan hakk ve hakikatin tesisidir. Hakikati kim temsil ediyorsa, onun görüşü benimsenir. Bu vaaz dinleyen sıradan bir kadın da olabilir; idarecinin kendisi, danışmanı veya veziri de olabilir. Hakikati ortaya çıkaracak olan sürecin adı ise 'danışma'dır. Bu süreci işletmeyen veya aksamasına neden olan idareci sorumludur. Bütünüyle iptal eden yönetici ise meşrûiyetini yitirir. Çünkü o zaman yönetimin adı artık despotizm veya tiranlık olur. Dolayısıyla İslamî yönetimde karar alma sürecinde, her ferdin 'söz hakkı' vardır. Bu hakkın kullanılışı, 'doğrudan' da olabilir, şartlar gereğince bir takım 'temsili' kurumlar aracılığıyla da olabilir. Ama mutlaka ve mutlaka bu süreç işletilmelidir. Çünkü konu, "umûmun umûru"nu ilgilendirmektedir ve mutlaka "her bilenin üstünde bir bilen vardır."

3- 'Din' ile 'dünya işleri'ni ayırma düşüncesi, malum olduğu üzere, Aydınlanma döneminde 'özel' bir anlam kazanmıştır. Burada 'din'in devlet alanına (siyasete) müdahalesi artık meşruiyetini yitirmiştir. Böylece siyasi yapı 'laik' bir karakter kazanmış ve dinin toplum hayatında belirleyiciliği kalmamıştır. Artık 'seküler' yaşam biçimi egemendir. Rasyonel kararlar alabilen 'birey' (ya da 'vatandaş'), kendi özel yaşamında da doğru/yanlışa kendisi karar verebilir. Hakeza rasyonel bireylerden oluşan toplum da, siyasal düzenin 'yasalarını' akılcı tercihlerle belirleyebilir. Dolayısıyla modern dönemde 'din', artık siyasal alanda etkin değildir. Bu yaklaşımda din, basit bir 'inanç' (faith) mevzuu ve bireyin 'özel' hayatına ait bir alan olarak meşruiyet bulur. Ancak İslam söz konusu olduğunda, böyle bir ayrımın mümkün olamayacağı çok açıktır. İslam'a göre her insan 'dinli'dir. Ateistin bile bir 'dini' (yani 'yaşam tarzı') vardır. Dolayısıyla 'modern yaşam tarzı' da, tanım gereği, bir 'din' olarak görülebilir. Çünkü kendine özgü ilkeleri, kavramları ve pratikleri vardır. Üstelik bu kural ve pratikler, özü itibarıyla İslam'ın ilkeleriyle çelişmektedir. İslam hayatı düzenlemek isterken, bu yaşam tarzı, dinin toplum ve siyaset alanına müdahalesine izin vermemektedir. Dolayısıyla laik (veya 'seküler') yaşam tarzı ile İslam'ın bağdaşması mümkün değildir.

Fakat burada üzerinde durulması gereken bir başka gerçek vardır ki o da 'dine karşı din' olgusunun kaçınılmazlığıdır. Tarih boyunca siyasal iktidarların bir nevi 'dinî' karakteri olmuştur. Bütün siyasal iktidarlar, kendilerine bir biçimde dinî meşruiyet aramışlardır. Firavun'un din adamlarına ihtiyacı olduğu gibi, modern iktidarların da 'bilim dini'nden meşruiyet temin ettikleri rahatlıkla söylenebilir. Nitekim 'scientism' (bilimcilik) denilen şeyin özünde de bu vardır. Post-modern söylem, 'bilim adamları'nın burada oynadıkları rolü gayet güzel bir biçimde resmetmiştir. Dolayısıyla, modern tecrübedeki laiklik uygulamasını, Hıristiyanlığa karşı takınılmış 'özel' bir tavır olarak almak gerekir. Bu nedenle, modern dönemde hakim olan uygulamayı 'dinsizlik' olarak adlandırmak doğru değildir. Bilakis bu yaşam tarzının bağlılarını gayet rahatlıkla 'bilim dininin müminleri' olarak nitelendirmek de mümkündür.

4- İslam ile siyaset arasında özden bir ilişki bulunmadığını savunan tezin 'modern' karakterli olduğu ortadadır. Bu tezin İslam dünyasını 'kuşatmayı' amaçlayan program veya planlarla da elbette ilgisi vardır. Biliyoruz ki, İslam'ın siyasi projesinin olmadığını iddia edenlerin büyük çoğunluğu, mevcut Batılı siyasal modellerden birinin benimsenmesini önermektedirler. Ve bu model, çoğunlukla 'demokrasi' olmaktadır! Demokrasinin benimsendiği yerlerde de Batı'nın çıkarlarının güvence altına alındığı (tarihsel pratiğin tanıklığıyla) açıktır. Son çeyrek asırda İslamî Uyanış sürecine engel olmak isteyen güçlerin, özellikle 'kavramlar' dünyasında iğdişleştirme politikaları uyguladıkları malumdur. Bunun tipik formülasyonu ise "demokrasi İslam'la bağdaşır" cümlesinde özetlenmiştir. Bu terminolojiyi zihinlere yerleştirmek için daha rafine çalışmalar yapıldığı da bilinmektedir. Özellikle 'hoşgörü', 'kardeşlik', 'sevgi' ve 'diyalog' gibi kavramlara 'özel' anlamlar yüklenerek, Müslümanların küresel sisteme karşı direnişleri kırılmak istenmektedir. Bu yöndeki çabaların, geniş kitleler üzerinde etkili olduğu unutulmamalıdır. Küresel sistemin bânîlerinin uyguladığı bu strateji, 'ılımlı' yaklaşımları desteklerken 'radikal' eğilimleri marjinalleştirmeye çalışmaktadır. Fakat 'kuşatma' politikası sürmekle birlikte, İslamî Uyanış süreci de devam etmektedir. Müslümanlar, artık "etkinlik için yetkinliğin gerektiği"nin ve bu yetkinliğin de öncelikle 'düşünce alanı'nda görülmesinin elzem olduğunun farkına varmaya başlamışlardır. Bu süreç, sağlıklı bir şekilde işlerse, 'kuşatma' politikalarının akîm kalacağına şüphe yoktur. Çünkü dışsal etkiler, içerde güçlü olan yapıları asla çökertemezler. Belki zarar verebilirler ama bu zarar 'ölümcül' olmaz. Hatta "öldürmeyen darbe, darbeyi alanı daha güçlü bile kılabilir." O yüzden, önemli olan, sürecin sağlıklı bir şekilde işlemesidir. Bu konuda ne denli hassasiyet gösterirsek, geleceğimiz de o kadar aydınlık olacaktır. Müslümanlar olarak, önceliği, 'düşüncede devrim'in ardından, 'düşüncenin okullaşması'na vermemiz gerekmektedir. Düşünce okullaştığında, sağlam siyasal yapılarını da üretecektir.

YORUMLAR
  • HUSEYIN SASMAZ   20-04-2010 13:45

    SİYASET VE SİYASÎ ÇALIŞMANIN GEREKLİLİĞİ Son asırlarda özellikle de günümüzde Müslümanlar arasında siyasetten tiksindirici ve uzaklaştırıcı çeşitli telkinler yaygınlaştırılıyor. Şöyle ki; -Din ayrı siyaset ayrı olmalı. Çünkü dinin sabit değişmeyen kuralları ile her zaman değişken olan siyasi olaylar tanzim edilemez. Onun için din siyasete esas teşkil etmemeli. Aksi halde dünyanın gidişatından geri kalır. -Siyasetin değişkenliği ve kaypaklığından dolayı, siyasetle meşgul olmak kişiyi de kaypak, ikiyüzlü, sahtekar kılar. Onun için iyi bir Müslüman siyasetten uzak durmalı. -Aziz dinimizi siyasetin pisliklerine bulaştırmamalıyız. -Siyaset dinde ayrıntılardandır ve dindeki yeri %5'ler civarındadır. O da önemli değildir. İslâm dini siyasi değil sadece ruhani, ferdi bir dindir. -Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınmalıyız. -Önemli olan Allah'a kulluk yapmaktır. Siyasetle iştigal kişiyi Allah'a kulluktan alı koyar. -İslâm’i bir kitlenin kâfirlerin siyasi işlerini, manevralarını takip etmesi abesle iştigal olur. Elin kâfirinden bize ne nasıl olsa hak gelince batıl zail olur. Bizim dahili ve harici siyaseti takip etmemiz, tahliller yapmamız, konuşmamız abesle iştigal olur. -İslâm'ı yaşarsak devlet nasıl olsa gelir. Önce kendimizi kurtaralım. Devleti yüreğimizde kuralım. Siyasetle meşgul olmaya gerek yok. İşte bu ve benzeri sözleri içinde yaşadığımız toplumda sık sık duyarız. Böyle düşünen insanlarla karşılaşırız. Şu iyi bilinmeli ki, böylesi telkinler ve fikirler güdümlü fikirlerdir. Kasıtlı olarak Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmaktadır ki Müslümanlar kendi yaşamlarındaki, ülkelerindeki ve çevrelerindeki siyasi manevraları göremesinler, kâfirlerin güdümünde kalmaya mahkûm olsunlar. Siyasetin tanımı: Arapça olan bir kelime olan siyaset; ıstılahta belirli bir fikirle insanların ülke içi ve dışı ile ilgili işlerini gütmeye yönetmeye denir. Bu iş, devlet ve ümmet tarafından yapılır. Devlet ve yöneticiler bu işi yönetici olarak, ümmet de takipçi, muhasebeci, nasihat edici olarak yürütür. Bu tanım genel tanımdır. Siyasetin vakıasını ortaya koyar. Bu tanım "siyaset" kelimesinin lügat manasına da uygun düşmektedir. Nitekim Lisanul Arab'da siyaset kelimesi; insanların işlerinin yönetimini üstlenmek anlamında geçmektedir. Kamus El-Muhitde de; "tebaayı siyase ettim" yani; "tebaaya emrettim ve nehyettim" denmektedir. Siyaset kelimesinin lügat ve ıstılahtaki bu manası Şer'î naslarda da aynı şekilde geçmiştir. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadisi şerifte şöyle demiştir: "İsrail oğullarını peygamberler siyasa ediyorlardı (yönetiyorlardı). Bir nebi öldüğünde onu bir başka nebi takip ediyordu. Benden sonra nebi yoktur. Birçok hâlifeler olacaktır." (Buhari Enbiya 50, Müslim İmarat 1842) Yani, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den sonra Müslümanları hâlifeler yönetecektir. Siyasetin tanımının ve vakıasının bu olduğunu gördükten sonra bu vakıaya İslâm'ın bakışını ortaya koymaya çalışalım. Bu hususta ayet ve hadislere bakıldığında İslâm'da siyasetin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. İslâm'ın ona nasıl teşvik ettiğini ve bir yükümlülük olarak Müslümanlara yüklediğini görürüz. Zira Müslümanların maslahatlarına önem vermekle, yöneticilerin işleri ile ve yöneticileri muhasebe etmekle kısaca siyasetle ilgili birçok nas vardır. Bu nasların bir kısmını siyasetin yürütülüş şeklini ortaya koyarak göstermeye çalışacağız. Siyaset: 1- Yöneticiler tarafından insanların işlerinin tanzimi yani, yönetim ile, 2- Tebaa tarafından yönetimi denetleme ve muhasebe ile a- Dahili siyaset, b- Harici siyaset olarak yürütülür. a- Dahili Siyaset: Dahili siyasetle Müslümanlardan talep edilen, Allah'ın indirdikleri ile yönetmek ve yönetilmektir. Allah'ın indirdiklerine göre de muhasebe etmektir. İşte Allahu Teala'nın bu talebini ifade eden naslardan birkaçı şunlardır: 1- Yönetim ile ilgili nasslar: فاحكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم عما جاءك من الحق "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet (yönet). Haktan sana gelenden sapıp da onların arzularına uyma." (Maide 48) ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل إليك وما أنزل من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Zira onlar inkâr etmekle emrolundukları halde tağutla yönetilmek istemektedirler. Şeytan ise onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor." (Nisa 60) Bu ayete göre Allah'ın indirmediği sistem ve hükümlerle yönetime talip olmak şeytanın güdüm alanına girerek sapıtmak ve iman iddiasını boşa çıkarmak oluyor. İşte asıl kendisinden Allah'a sığınılacak husus budur. Demokrasi, cumhuriyet, kapitalizm, sosyalizm gibi çağdaş tağuti sistemlerin siyasetinin yürütücüsü olmaktan Allah'a sığınmak gerekir. Allahu Teala şöyle buyurdu: أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون "Yoksa onlar cahiliye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükümranlığı (yönetim sistemi) Allah'tan daha güzel kim vardır." (Maide 50) Siyasetin yönetim bölümünde Allah Müslümanlara, Allah'ın indirdiği ile yönetmeyi bu ve benzeri birçok nas ile emretmişken bu emirleri yerine getirmeden Allah'a kulluk nasıl olur? 2- Muhasebe hususuna gelince: Hem fert hem de bir parti ile muhasebeyi Allah Müslümanlardan talep etmiştir. Allahu Teala’nın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur: "İleride birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Tanıyacaksınız ve inkâr edeceksiniz. Kim tanırsa beri olur. Kim inkâr ederse kurtulmuş olur. Fakat kim razı olursa ve tabi olursa... Dediler ki; onlarla savaşalım mı? Dedi ki; Namaz kıldıkları (İslâm'ı uyguladıkları) müddetçe hayır." (Müslim 1854) Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem burada yöneticilere karşı kör ve sağır olmayı değil onları takip edip tanımayı ve yaptıkları münkerlere karşı çıkmayı kurtuluşun yolu olarak göstermiştir. Yöneticileri takip etmeyenler onları tanıyamaz ve onlardan hasıl olan şerlerden de ne beri olur ne de kurtulur. Körü körüne onlara tabi olur da dünya ve ahirette hüsrana düşer. Ayrıca Allahu Teala marufu yani Allah'ın rızasına uygun olmayan şeyleri nehyetmeyi müminlerin bir sıfatı olmasını talep etmektedir. Marufu emretmek ve münkerden nehyetmek siyasi bir iştir. Çünkü marufun da münkerin de başı yönetimdir. Yönetim bozuk olursa toplum fesat yani bozuk ve kirli olur. Çünkü yönetim toplumun yapısını teşkil eder. Sosyal ilişkileri tanzim eder. Bu tanzimdeki çarpılık toplumda çarpık, bozuk, kötü, dengesiz ilişkileri beraberinde de zulüm, dolandırıcılık ve yolsuzlukları getirir. Bu da yönetime ve yöneticilere yönelik marufu emretmenin ve münkerden nehyetmenin önemini ortaya koymaktadır. İşte, Allahu Teala bu önemli siyasi işi Müslümanların vasfı olarak zikrederek onlardan kesin bir şekilde talep etmiştir: والمؤمنون والمؤمنات بعضهم أولياء بعض يأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر "Mümin erkek ve kadınlar birbirlerinin velisidirler (dost, yardımcı ve koruyucusudurlar) marufu emrederler ve münkerden nehyederler." (Tevbe 71) Bu ayet de Müslümanlardan davet ve ümmet olarak marufu emretmeyi ve münkerden nehyetmeyi talep etmektedir: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’de şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah hiçbir zaman bir kısım (özel) insanların işledikleri kötülükler yüzünden bütün insanlara azap etmez. Ne zaman ki aralarında kötülüklerin yapıldığını görürler de güçleri yettiği halde o kötülüklere karşı çıkmazlar ya da ortadan kaldırmazlarsa işte o zaman Allah'ın azabı hem günahları işleyenleri hem de bu günahlara karşı çıkmayanları, bütün insanları kapsar." (Ahamet ibni Hanbel) Toplumdaki özel kimseler yöneticiler, toplumu etkileyen liderlerdir. Onları takip etmeyen ve onlardan hasıl olan münkerlere karşı duyarsız ve tepkisiz olan insanlar onların işledikleri cürümden dolayı Allahu Teala'nın göndereceği çeşitli azaplardan kurtulamazlar. Kurtulmaları için yöneticileri ve liderleri denetleyip icraatlarını takip etmeleri ve yanlışlarına tepki göstermeleri gerekir. Bu da siyasetle iştigal değildir de nedir? Hadiste Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:"Hiçbiriniz kendisini tahkir etmesin (küçük düşürmesin). Yanındakiler; Ey Allah'ın Resulü, bizden birisi kendisini nasıl tahkir eder? Diye sordular. O da şöyle dedi; bir kimse öyle bir şey görür ki onunla ilgili bir şey söylemesi Allah'ın onun üzerinde hakkıdır. Fakat o bu hususta konuşmaz (yani insanlardan çekinip konuşmamakla kendisini tahkir etmiş, alçaltmış olur). Allahu Teala da kıyamet günü ona, şu şu meselede niye üzerine düşen sözü söylemedin, söylemene engel olan neydi? Diye hesaba çeker. Adam; konuşmamı insanlardan korkmam engelledi, der. Allahu Teala da; Sen (insanlardan değil) önce benden korkmalıydın, der. (Kütübi sitte C.17 S.538) Bu hadisi şeriften de anlaşılacağı üzere gördüklerine karşı duyarsız ya da tepkisiz olmak yasaklanmaktadır. Özellikle de yönetim ve yöneticilere karşı kör, sağır ve tepkisiz olmak kesinlikle yasaklanmaktadır. Zira Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmaktadır: "Cihadın en üstünü zalim sultan (otorite) karşısında hak sözü söylemektir." "Şehitlerin efendisi Hamza ve zalim bir imama karşı hak söz söyleyip nasihat eden ve bu hareketinden dolayı öldürülen kimsedir." "Kimin asıl önem verdiği husus Allah’tan başkası olmuşsa o, Allah'tan değildir (Allah'la alakası kesiktir). Kim de Müslümanlara (maslahatlarına) önem vermezse onlardan değildir." Müslümanlara ihtimam vermek onların maslahatlarını, haklarını savunmak ve onların takipçisi olmaktır, yani siyasettir. Allah ve Resulünün, siyasetin muhasebe ile ilgili bu taleplerini ve şiddetli teşviklerini göz ve kulak ardı ederek Allah'a kulluk hasıl olmaz b- Dış siyasete gelince: Dış siyasetin manası; devletlerarası ilişkilerdir. Bunu takip etmek ve ondan haberdar olmak da, Allahu Teala'nın Müslümanlara yüklediği risaleti aleme taşımak, fitne, fesat ve zulmü ortadan kaldırmak ve Allah'ın dinini bütün dinler üzerine yani yeryüzünün tamamına hakim kılmak vazifesinin yerine getirilmesi için çok önemli bir şarttır. Allahu Teala, İslâm ümmetini risalet ve cihad ümmeti kılmış, insanlığa risaleti götürmek onları zulüm ve zulümattan, sapıklıktan, kula kulluktan kurtarmak için çalışmakla sorumlu kılmıştır. Onun yolu olan cihadı farz kılmıştır. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurdu: وكذلك جعلناكم أمة وسطا لتكونوا شهداء على الناس "Böylece sizi insanlar üzerine şahitler olmanız, Rasul de size şahit olması için seçkin bir ümmet kıldık." (Bakara 143) وقاتلوهم حتى لا تكون فتنة ويكون الدين كله لله "Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla (kafirlerle) savaşın." (Enfal 39) İslâm ümmetinin bu vazifesini yerine getirebilmesi için dünyada neler olup bittiğinden haberdar olması, düşmanlarına karşı uyanık olması gerekmez mi? Yani dış siyasete, devletlerarası siyasete vakıf olması gerekmez mi? Bunlara vakıf olmayan hem düşmanlarından nasıl korunur? Hem de Allah'ın üzerine yüklediği fitneyi, fesadı ortadan kaldırma yükümlülüğünü nasıl yerine getirebilir? İslâm ümmetinin dış siyasete vakıf olmasının gerekliliği şu hususlarda açıkça ortaya çıkar: 1-Düşmanlarını tanıması bakımından, 2-Fitne, fesadı ortadan kaldırıp Allah'ın dinini hakim kılmak için cihad yapmakla yükümlü olması bakımından, 3-Müslümanların sadece kendilerini kalkındırmak değil tüm insanlığı kalkındırmayı düşünmek ve o azimle çalışmakla yükümlü olmaları bakımından. a- Şu anda yeryüzü, Müslümanların düşmanları olan kâfirlerin devletleri tarafından istila edilip ifsat olmuştur. Kafirler devletlerinin imkânları ile sürekli Müslümanlara kin beslemekte, kötülük düşünmekte ve düşmanlık yapmaktadırlar. Müslümanların mallarını çalmak, ülkelerini sömürmek, onları İslâm'dan uzaklaştırmak ve İslâm'ı tamamen ortadan kaldırmak için hileler, tuzaklar kurmakla meşguller. Planlar ve planlarını uygulamak için çeşitli faaliyetler yapmaktalar. Bu ortamda, Müslümanlar o düşmanlara karşı nasıl gafil olur? Düşmanına karşı gafil olmayı telkin eden bir zihniyet asla İslâm’i zihniyet olamaz. Şu anda yeryüzündeki devletler mademki hep küfür devletleridir, o halde Müslümanların bu devletleri özellikle de ABD, İngiltere, Fransa, Rusya gibi devletlerarası siyasi durumu belirleyen büyük devletlerin vakıalarını tanımaları, onların plan ve desiselerinden haberdar olmaları onların aleyhimizde hazırladıkları tuzaklarına düşmemek için farzdır. Çünkü bir farzı yerine getirmek için gerekli şeyler de farzdır. Nitekim son dönemlerde Müslümanlar bu farzı eda etmedikleri için sürekli düşmanları olan kâfirlerin tuzaklarına düşmektedirler. b- Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi Allahu Teala İslâm ümmetini fitne ve fesadı ortadan kaldırmak ve hak din olan İslâm'ı yeryüzünün tamamında hakim kılmak için cihad yapmakla mükellef kılmıştır. Müslümanların bakışını yeryüzünün tamamına yöneltmiştir. Bununla yükümlü olan bir ümmet elbette ki fitne ve fesadın faillerini tanımak zorundadır. Onların güçlerini, planlarını ve faaliyetlerini tanımak zorundadır. Bu da dış siyaseti takip etmeyi ve siyasi uyanıklığa sahip olmayı gerekli kılmaktadır. c- Allahu Teala, yukarıda da belirtildiği gibi İslâm ümmetini "insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet" "insanlığa şahit ümmet" kılmıştır. Bu vasıflara göre İslâm ümmetinin sorumluluğu evrenseldir. Allah bu ümmete bu ağır sorumluluğu yüklemekle aynı zamanda onu yeryüzünde "en seçkin, en üstün ümmet" konumuna getirmiştir. İşte bu ulvî makam ve sorumluluk gereği Müslümanlar sadece kendilerini düşünmezler ve sadece kendileri için yaşamazlar. Bundan dolayı bugün her ne kadar Müslümanlar kendileri kalkınmak zorunda olsalar da onların bakışı yine de alemin tamamına insanlığın kurtuluşunadır. Müslümanlar kalkınmak için uğraşacaklar fakat sadece kendilerini kurtarmak için değil tüm dünyayı fitne ve fesattan insanlığı da tağuti zulümat ve dalaletten kurtarıp İslâm'ın nuruna hidayet ve adaletine ulaştırmak için yani tüm insanlığı kalkındırmak için bunu yapacaklar. Bu bakışı bize hem yukarıda zikredilen naslar kazandırıyor, hem de Rasul 'in sünneti kazandırıyor. Bilindiği üzere Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem ve sahabeler daha İslâm'ın ilk yıllarında, Mekke döneminde dış siyasetle ilgileniyorlardı. Müşriklerin liderleri aralarında Ebu Bekir'in de olduğu bir grup Müslüman'a; Farslıların Rumlara galip geldiklerini, Rumların Kitap Ehli olmalarının kendilerine bir üstünlük sağlamadığını, aynı şekilde Müslümanların da kendilerine Allah'tan kitap geliyor iddiası ile üstünlük elde edemeyeceklerini söyleyerek Müslümanlara çattılar. Bunun üzerine Müslümanlar Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in yanına geldiklerinde Allahu Teala Rum suresinin 1-4 ayetlerini indirip; Rumların kısa zaman içinde galip geleceklerini, mü'minlerin de müşriklere karşı zafer elde edeceklerini bildirdi. Nitekim Rumlar 616 yılındaki yenilgilerinden 8 yıl sonra, 624 yılında Farsları yendiler. Müslümanlarda Bedirde Müşrikleri yendiler. Bu olay sahabelerin devletleri yokken bile devletlerarası ilişkileri akideleri açısından takip ettiklerini, Allah ve Resulünün de bunu teyit ettiğini ortaya koymaktadır. Mekke'de henüz devletleri bile yokken sahabelerin bu uğraşıları abesle iştigal miydi? Hayır, kesinlikle hayır. Bilakis dünyayı kurtarma sorumluluğunun bilincindeki Müslümanların akidelerinin ve sorumluluklarının zorunlu kıldığı bir uğraşı idi. Zira Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem daha Mekke'de iken çeşitli maddi sıkıntılar içindeki bir avuç Müslüman; zamanın iki süper devletinin fethini Allah'ın dininin hakimiyet için hedef olarak gösteriyordu. Kayser ve Kisra'nın hazinelerini vaat ediyordu. Bu vaat para vaadinden öte iki büyük ülkenin fethinin vaat edilmesiydi. Bir başka örnek ise; Medine de Hendek gazvesinde İslâm devletinin ablukaya alındığı bir esnada korunmak maksadı ile çeşitli sıkıntılar içerisinde hendek kazarken Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Müslümanlara Rum, Fars ve Mısır diyarlarının fethedileceğini müjdelemesiydi. Yani, Müslümanlara sadece bu ablukadan nasıl kurtuluruz gibi bir sıkıntıyla meşgul olmamalarını, gösterilen hedeflere nasıl ulaşılacaklarını düşünmelerini onlara telkin ediyordu. İşte bütün bunlar Müslümanların bugün dahi dünyayı ve tüm insanlığı Allah'ın dinini hakim kılarak kurtarmayı düşünmeleri gerektiğini, bunun yolu olan cihad bilinciyle hareket etmeleri gerektiğini, onun için de bakışlarını dünyaya yöneltip ne olup bittiğini fark etmeleri, takip etmeleri gerektiğini, bu takibi de İslâm’i açıdan yaparak siyasi uyanıklık içinde olmaları gerektiğini ortaya koymaktadır. Siyasi uyanıklık: İşte, İslâm ümmetinin şahit ümmet vasfını koruyabilmesi onda ancak siyasi uyanıklığın hasıl olması ile gerçekleşir. Siyasi uyanıklık ise, siyasi durumlara, devletlerarası duruma, siyasi olaylara karşı uyanık olmayı devletlerarası siyaseti ve siyasi işleri takip etmeyi dünyaya belli bir zaviyeden bakarak yürütmektir. Müslümanlar için siyasi uyanıklık bahsedilen hususlara İslâm akidesi açısından bakmaktır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in şu hadisinde ifadesini bulduğu gibi:"İnsanlar La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah diyesiye kadar savaşmakla emrolundum. Onu söylediklerinde şeriatın hak olarak kıldığı dışında kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." (Nesei) Dünyaya belli bir açıdan bakmamak insanın bakışını sathi kılar, siyasi uyanıklık olmaz. Şu iki husus gerçekleşmeden siyasi uyanıklık gerçekleşmez: 1- Bakış belli bir bölgeye değil tüm dünyaya olmalı, 2- Bu bakış belli bir açıdan olmalı. Bu açı bir ideoloji olabilir. Belirli bir fikir olabilir, belirli bir maslahat olabilir. Ümmet içerisinde siyasi bir hizbin olmasının önemi: Ümmette siyasi uyanıklığı hasıl edecek olan, siyasi bir hizbin faaliyetleridir. Nitekim böyle bir hizbin kurulmasını Allahu Teala emretmiştir: ولتكن منكم أمة يدعون إلى الخير ويأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر وأولئك هم المفلحون "Sizden hayra davet eden marufu emreden, münkerden nehyeden bir kitle (hizb) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Ali İmran 104) Siyasi bir hizbte bulunması gereken özellikler ise şunlardır: 1- Hedefini ve üzerine kurulduğu fikirlerini iyi kavramış olmalıdır, 2- Metodunu ve onunla ilgili hükümleri kavramalı, 3- Kitlesine insanları katma yolunu iyi kavramalı, 4- Mensuplarına üzerine kurulduğu fikirleri kavratmalı ki onların bağlılıkları hissi değil fikri olsun, 5- Siyasi uyanıklık içinde olmalı, işi de sadece İslâm'a davet açısında siyaset olmalı. Hizb bu işleri şöyle yapar: a- Yöneticileri, icraatlarını yakinen takip ederek onların Müslümanların maslahatlarını takipteki ihmalkârlıklarını, yanlışlarını, ihanetlerini deşifre edip Müslümanların dikkatine sunmak. Böylece yöneticilere karşı Müslümanlarda siyasi uyanıklık hasıl etmek. Buna siyasi mücadele denir. b- Kâfirlerin ve küfür devletlerinin Müslümanlara karşı entrikalarını, planlarını ve siyasi işlerini keşfedip Müslümanların dikkatine sunarak Müslümanları dünyadan haberdar etmek ve dış siyasette siyasi uyanıklık sağlamak. c- İnsanların işlerinin yürütülmesinde Şer'î çözümler göstermek. İslâm'a davetin manası da zaten budur. Bu çözümlerin uygulanmasına davet etmektir. Böylesi bir hizbin; 1- Olaylara karşı duyarlı olması, 2- Haberleri takip etmesi, 3- Siyasi bakış ve tefekküre sahip olması gerekir. Siyasi tefekkür insanların problemlerine çözüm düşünmek değil, insanların işlerinin yürütülmesini düşünmektir. Bunun için de olayları ve haberleri, gelişmeleri takip etmektir. İşte siyasi bir hizb; ümmette bu tefekkür ve siyasi uyanıklığı yaygınlaştırmak için uğraşır. Sonra da bu siyasi tefekkür ve uyanıklıkla ümmetin harekete geçip Allah'ın dinini tekrar hakim kılmak ve aleme taşımak için şeriatın ortaya koyduğu ve zorunlu kıldığı Hilâfet Devletini kurmak ve korumak, onunla beraber İslâm risaletini aleme taşıma yoluna girmesini sağlamaya çalışır. İslâm’i siyasi hizbin işinin bu olduğunu da zaten öylesi bir hizbin bulunmasını gerekli kılan ayetlerle Allahu Teala belirlemiştir. Allahu Teala siyasi bir kitlenin işini; 1- Hayra yani İslâm'a davet, 2- Marufu emredip münkerden nehyetmek şeklinde belirlemiştir ki, bu işler fikri ve siyasi işlerdir. Maddi işler değildir. Onun için, İslâm’i siyasi bir hizbten ayetin belirlediği bu işlerin dışında işler beklemek yanlış olur. O hizbten devletin ya da devlete ait kurumların yapacağı maddi işler yapmasını beklemek yanlış olur. Zira o zaman ayeti kerime de ortaya konulan hizb vakıasını anlamamak olur. Dolayısıyla hizbten okullar açmasını, hastaneler açmasını, silahlı ordular kurmasını, yargı işlerini yapmasını ve bu işleri yapamıyorsa o hizb hiçbir iş yapmıyor diye vasfetmek, yaptığı siyasi fikri işi küçümsemek çok yanlış olur. Ayeti kerime de Allahu Teala'nın sınırladığı işleri küçümsemek olur. Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem ve ashabının yapmış olduğu işi küçümsemek olur. Bu konuda böyle düşünmekten Allahu Teala'ya sığınmak gerekir. Şu halde bize düşen bu açıklamaların ışığında siyasetin, siyasi çalışmanın, siyasi hizbin ve işlerinin önemini iyi kavrayıp gereğince amel etmek olmalıdır.