İslam toplumunun özellikleri nelerdir?
İslam toplumunun iyiliği emredip kötülükten sakındırması, iki yönlü bir faaliyettir. Bu yönlerden biri, îslam toplumunun kendi içindedir. İslam toplumunun fertleri, kendi toplumlarında bu görevi yerine getirirler. Her fert, kendi toplumuna karşı duyarlıdır ve çevresinde olup bitenlere lakayt kalamaz. Toplumuna iyiliğin hakim olması için çalışır.
Müslümanlar olarak özlemini çektiğimiz "İslam toplumu" hangi özelliklere sahiptir ve nasıl bir organizasyonla yapılanmaktadır? Kur'an'ın bu konudaki ölçü ve öngörüleri nelerdir. Prof. Dr. Sait Şimşek'in Beyan Yayınları tarafından yayınlanan "Kur'an'ın Ana Konuları" isimli kitabından bu soruların cevabının yer aldığı bölümü İslam ve Hayat sayfalarına taşıyoruz:
Vasat/Orta Toplum:
İslam ümmetinin vasat/orta ümmet olduğunu bildiren âyette şöyle denilmektedir:
"Böylece sizi vasat/orta bir ümmet kıldık ki, insanlara şahit olasınız. Peygamber de size şahit olsun."[369]
Vasat kelimesi orta, dengeli, adaletli, bir şeyin iyisi ve hayırlısı gibi anlamlara gelir. Âyet, kıble değişikliğinden söz edilen bir ortamda zikredilmektedir. Burada Ehl-i Kitab'ın kıble değişikliğine karşı çıkışlarından bahsedilmekte ve bu arada islam ümmetinin vasat bir ümmet olduğu belirtilmektedir. Anlatımdan bu özelliğin, islâm ümmetinin temel ve genel bir özelliği olduğu anlaşılmaktadır, Müfessirler de âyeti bu şekilde anlamışlardır. Kurtubi: "Kabe nasıl dünyanın tam ortasında ise, islam ümmeti de, orta bir ümmettir" demektedir.[370] Ardından Hıristiyanların peygamberlerini tazim konusunda aşırı gittiklerini, Yahudilerin ise, onlara gereken değeri vermediklerini belirtir.[371] Buna göre islam, hem kendi peygamberi ve hem de diğer peygamberler konusunda orta bir yol izlemiştir. Çağdaş müfessirler de, meseleye aynı zaviyeden bakmış, fakat ona daha geniş bir açılım getirmişlerdir. Bu müfessirlerden Muhammed Esed, şöyle demektedir:
"Lafzen (ayetin kelime anlamı), 'orta bir toplum' yani, aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten ve hem zevk ve sefahati, hem de mübalağalı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkânlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan bir topluluk. Kur'an, sıkça tekrarladığı, hayatın her cephesinde dengeli ve ölçülü olma çağrısı ile uyumlu olarak müminlere, hayatlarının bedenî ve maddî yönüne çok fazla ağırlık vermemelerini öğütler; ama aynı zamanda insanın bu 'bedenî hayat' ile ilgili ihtiyaç ve isteklerinin ilâht iradenin eseri ve bu nedenle de meşru olduğunu kabul eder. Daha ileri bir tahlilde, 'dengeli ve ölçülü bir toplum' ifadesinin insanın varoluş problemine Islamî yaklaşımı temsil ettiği söylenebilir: Ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünün reddi ve insan hayatının bu ikili cephesindeki labil ve ilahî bütünlüğün açık bir teyidi. İslam'a özgü olan bu dengeli davranış, doğrudan Allah'ın birliği ve bütün hilkatin temelinde yatan amacın tekliği kavramından doğmaktadır. Böylece, burada 'dengeli ve ölçülü toplum'dan söz edilmesi, Allah'ın birliğinin bir sembolü olarak Kabe temasına uygun düşen bir giriştir."[372]
Toplumsal meselelere tefsirinde geniş yer ayıran Seyyid Kutub ise, âyetin tefsirinde şöyle demektedir:
"Bu ümmet, bütün anlamlarıyla gerçekten 'orta' bir ümmettir. 'Vasat' kelimesi, ister fazilet ve güzellik anlamına gelen 'vesâtat' kökünden türemiş olsun, isterse itidal ve kasd anlamına gelen 'vasat' kökünden gelmiş, ya da asıl anlamıyla 'vasat' kökünden türemiş olsun, her bakımdan 'orta' bir ümmet... Bu ümmet, inanç ve düşüncede orta yolu izler: Ne sırf ruhî bir hayata dalar, ne de maddeye boğulur. Aksine o, bedene girmiş bir ruh veya ruha sarılmış bir beden sentezinden meydana gelen fıtrat kanunlarına uyar. Değişik güçlerden meydana gelen bu bünyeye, muhtaç olduğu bütün gıdalardan hakkını tastamam verir. Hayatın korunmasına ve devamına çalışırken, ruhun ilerlemesi ve yükselmesini de ihmal etmez.
Arzu ve istekleri, ifrat ve tefrite varmadan, denge ve uyum içerisinde serbest bırakır.
Bu ümmet, düşünce ve şuurda-vasattır: Bildiklerini dondurup, deneysel ve pozitif bilimlere kapılarını kapatmaz. Her sesin arkasına düşmediği gibi, gülünç bir maymun taklitçiliği de yapmaz. Her şeyden önce kendisinde bulunan düşünce, metot ve esaslarına sımsıkı bağlanır. Sonra bu düşünce ve deney sonuçlarını pratik hayatında görür. Onun daimî özelliği: 'Hakikat müminin yitiğidir, nerede bulursa alır' hadis-i şerifidir.
Bu ümmet, düzenleme ve uygulamalarında vasati-tır: Hayatı büsbütün duygu ve vicdanın emrine terk etmediği gibi, tamamen ceza kanunlarına da bırakmaz. Kişisel vicdanları eğitim ve yönlendirmeleriyle ulvîleşti-rir. Toplumun düzenini de yasal yaptırımlarla güvence altına alır. Böylece ikisini bir arada kaynaştırır. İnsanları, bir diktanın sultasına terk etmediği gibi, yalnız vicdanın emirlerine de bırakmaz. Aksine ikisini birlikte düşünür.
Bu ümmet insan ilişkilerindeki karşılıklı muamelelerde de vasattır. Kişilerin şahsiyetini ve değer yargılarını göz ardı etmediği gibi, onları toplumun veya devletin kişiliğinde de eritmez. İnsanın yalnızca kendi çıkarını düşünen bencil ve açgözlü biri olarak kalmasına da izin vermez. Fakat ferdin kişiliğini geliştiren ve dinamizmini sağlayan itici gücünü ve enerjisini, kişiliğini ve oluşmasını gerçekleştirecek olan tabiî özelliklerini ve. fıtri arzularını serbest bırakır. Sonra bir taraftan taşkınlıkları frenleyecek bazı engeller koyarken, diğer taraftan da topluma hizmet konusunda ferdin isteğini harekete geçirecek etkenler yerleştirir. Bir ahenk ve düzen içerisinde, bireyi topluma yardımcı kılan, toplumu da bireyin koruyucusu durumuna getiren görevler ve sorumluluklarla ilgili düzenlemeler yapar.
Bu ümmet mekân itibariyle de vasattır: Yeryüzünün yaşanabilir en normal yerindedir. Müslümanların üzerinde yaşadığı topraklar, her yönden; doğu, batı, kuzey ve güney yönlerinden, yeryüzünün en orta bölgesinde olagelmiştir. Bu konumuyla da insanlığı gözetlemekte, onlara karşı şahitliği omuzlamakta, sahip olduğu maddî, manevî değerleri bütün yeryüzü sakinleriyle paylaşmaktadır. Düşünce ve ruhun meyveleriyle, tabiatın meyveleri onun yoluyla her tarafa yayılmaktadır. Bu hareketi icra ederken de, maddesi ve manasıyla birlikte çalışmaktadır.
Bu ümmet zaman bakımından da vasattır: Kendisinden önceki insanlığın çocukluk devresini sona erdirir. -Geldikten- sonra da insanlığın akıl ve olgunluk çağını yaşamasını sağlar. Ortada durup, insanlığın çocukluk döneminden kalma vehimlerini ve hurafelerini silkip atar. İnsanlığın akıl ve duygularla saplantıya düşmesine engel olup, peygamberler döneminden kalma ruhî mirasıyia devamlı gelişen aklî kontrol mekanizmasını birleştirerek, ikisinin arasında doğru yolda yürür."[373]
Günümüz düşünce sistemlerini göz önünde bulundurduğumuzda islam'ın hâlâ orta bir yol takip ettiğini görürüz. Ferdiyetçilik ile toplumculuk, seküler anlayışlarla teokratik anlayışlar, dünya ile âhiret, kalem ile kılıç arasında orta bir yol takip etmektedir.
Vasat kelimesinin anlamlarından biri de, adalet idi. Nitekim birçok müfessir, âyetin tefsirinde bunu açıklamaktadır. Şayet Kur'an'da bir âyet veya kelime, birden fazla anlama gelip bu anlamlar birbirlerini destekliyorsa, bu anlamların tamamı geçerlidir. Zaten Kur'an'm birçok âyetinde adaletli olmak, emredilmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de, adaletli olan anlamında "el-AdV'dir. Bunun sonucu olarak dini de bütün alanlarda adaleti öngörmektedir: "Rabb'inin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir "[374]
Kur'an'da Allah'ın âdil olduğu belirtilmekle yeti-nilmemiş, adalettin zıttı olan zulümden münezzeh olduğu da birçok âyette ifade edilmiştir. O'nun adaleti hem dünyaya, hem de âhirete yöneliktir. Gerek bu dünyada yaptıklarından dolayı cezalandırılan toplumların cezalandırılmaları anlatıldığında, gerek âhirette cezalandırma söz konusu edildiğinde Allah'ın adalet sahibi olduğu ve insanlara zulmetmediği Kur'an'da özenle zikredilmektedir. Ayrıca O'nun, suçlan dengi bir ceza ile cezalandırdığı halde iyiliklere kat kat mükâfat verdiği de belirtilmektedir. Her vesile ile Allah'ın adaletinin vurgulanması, Müslümanların da âdil olmasını gerekli kılmaktadır:
"Allah, iyiliği emreder; aşırılıktan, kötü işlerden ve azgınlıktan (saldırganlıktan) da uzak durmanızı isteri[375]
"Allah size emanetleri sahiplerine teslim etmenizi emrediyor, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da, adaletle hükmedin ."[376]
Adalet, bahanesi ne olursa olsun göz ardı edilecek bir şey değildir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim, daha önce
haksızlık etmiş bir topluluğa, öc alma duygusuyla aşırı gidilmemesi gerektiğine dikkat çekmektedir:
"Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırganlığa sevk etmesin, iyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın, Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı idi''[377]
Hayırlı Toplum:
İslam toplumunun ikinci temel özelliği, hayırlı bir toplum olmasıdır. Bu özelliğe sahip bulunması ise, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran dinamik bir toplum olmasından kaynaklanmaktadır. Konuyla ilgili âyette şöyle denilmektedir:
"Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız ve Allah'a inanırsınız"[378]
Âyette zikredilen en hayırlı ümmet ile Peygamberin ashabından ilk İslam'a girenler mi, yoksa ashabının tamamı mı veya İslam ümmetinin tamamının mı, kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Haddizatında hayırlı olmanın gerekçesi âyetin kendisinde belirtilmektedir ki o da, iyiliği emredip kötülükten sakmdırmaktır. İslam tarihinin hangi döneminde ümmet, bu görevini yerine getiriyorsa, en hayırlı ümmettir.[379]
İslam toplumunun iyiliği emredip kötülükten sakındırması, iki yönlü bir faaliyettir. Bu yönlerden biri, îslam toplumunun kendi içindedir. İslam toplumunun fertleri, kendi toplumlarında bu görevi yerine getirirler. Her fert, kendi toplumuna karşı duyarlıdır ve çevresinde olup bitenlere lakayt kalamaz. Toplumuna iyiliğin hakim olması için çalışır. Öyle ki, Peygamber hadisinde, yolda gelip geçenlere eziyet eden bir taşın kaldırılıp atılması bile, imanın bir şubesi olarak değerlendirilmiştir. Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediği anlatılır:
"İçinizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle hugzetsin. îmanın en zayıj derecesi de budur"
İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın diğer yönü ise, dışa yöneliktir. İslam, iyiliğin insanlık toplumunun tamamına hakim olmasını ve kötülüklerin de tamamından kalkmasını ister. Bu sebeple, diğer toplumlara zarar verecek davranışlara da engel olmaya çalışır. Hatta başka toplumlarla savaşın temelinde de bu espiri yatmaktadır. Müslüman toplum, sırf hakimiyet alanını genişletmek ya da maddi çıkar elde etmek için başka toplumlara savaş açmaz.
O halde İslam toplumunun en hayırlı olmakla nitelenmesi, boşuna değildir. Ancak güçlü bir iman olmadıkça bunun sağlanması imkân dışıdır. Bu sebeple âyet, İslam ümmetinin Allah'a iman ettiğini belirtmektedir.[380]
Birlik İçinde Bir Toplum:
İslam toplumunun birlik ve beraberlik niteliğini ifade eden âyette şöyle denilmektedir:
"Ve işte sizin bu ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim, benden korkun."[381]
Kur'an-ı Kerim, insanların tamamının aynı anne ve babadan geldiklerini haber vermektedir. O halde insanların tamamı arasında bir akrabalık bağı mevcuttur. Bu sebeple farklı ırklara mensup olmaktan kaynaklanan ayrımcılığın önüne geçilmiştir. Peygamber, etnik farklılıkları körüklemeyi ve bunların peşinde gitmeyi cahiliye olarak nitelemektedir. Hatta bu uğurda savaşanların, İslam'la bir ilişkilerinin kalmadığını belirtmektedir.
Her şeyden önce mevcut insanların tamamı tek nefisten yaratılmışlardır. Peygamber'in, Veda hutbesinde şu söyledikleri, Kur'an'ın bu konuda söylediklerinin bir özeti mahiyetindedir:
"Ey insanlar! Muhakkak ki, Rabb'iniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz; Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin, başkaları üzerinde üstünlüğü yoktur. Şeref ve üstünlük, ancak takva iledir. Binaenaleyh, bütün Müslümanlar birbirlerinin kardeşidir. Hepiniz, müşterek bir kardeşliğin üyelerisiniz- Birinize ait olan bir şey, gönlünüzün rızası olmadıkça, başkası için helal olmaz. Zulüm yapmaktan kendinizi koruyunuz- Halkın haklarını zulümle almayınız. Onların haklarını gasbetmeyiniz- Benden sonra, kâfirlerin yaptığı gibi, sakın birbirinizle boğuşmayınız. Size bir şey bırakıyorum ki, ona sımsıkı sanlırsanız, asla sapıklığa düşmez ve yolunuzu şaşırmazsınız, tşte o şey, Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim'dir."
Daha dar ve daha özel bir kardeşlik ise, inananla-rın/müslümanlarm kardeşliğidir. Ancak islam evrensel bir din olduğu için, henüz İslam'a girmemiş olanlar, her an için Müslüman olmaya adaydır. Bu sebeple diğer inanç mensuplanna iyi ve âdil davranmak esastır. Diğer inanç mensuplanna iyi ve âdil davranmak, sadece günün birinde İslam'ı kabul edebilecekleri ümidiyle de değildir. Çünkü bu şekilde davranmak, bizatihi Müslüman olmanın bir gereğidir.
Toplumun birliğini sağlayan altyapı oluşturulmadan toplumun birliğini istemenin herhangi bir anlamı yoktur. Yapay olarak sağlanan birlik, bir müddet sonra ortadan kalkacaktır. Toplumda birliğin sağlanmasının, en önemli âmillerinden biri, fertler arasında adaletin sağlanmasıdır. Şu veya bu nedenler ileri sürülerek toplumda bazı kesimlerin kaymlması, bazı kesimlerin ise kimi haklarının gözetilmemesi, toplumda birliği bozan en önemli etkendir.
Toplumda birliği bozan diğer önemli bir etken de, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve zenginlerin fakirleri gözetmemeleridir. Kur'an-ı Kerim, zekât gibi zorunlu bir ibadetin yanısıra fakirlerin gözetilmesini de teşvik etmektedir. Böylesi teşvikler konusunda inancın etkisi bilinmektedir.
Toplumda birliğin sağlanmasının etkenlerinden bir diğeri de, fertlerin yönetime katılmaları ve görüşlerini özgürce dile getirebilmeleridir. Kur'an, şûraya başvurmayı, Müslüman olmanın bir özelliği olarak zikretmektedir. Vahiy alan Peygamber'e bile, Müslümanlara danışması Kur'an'da tavsiye edilmektedir:
"Onların işleri aralarında şûrâ/danışma iledir."[382] "Allah'ın rahmetinden dolayı ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın, eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat bir kez karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever."[383]
Kur'an, hangi temele dayanırsa dayansın toplumda sınıflaşmayı reddeder. Kuşkusuz bu, toplumda hiçbir farklılığın olmayacağı anlamında değildir. Bizim burada kastettiğimiz sınıflaşma, toplumun hak gaspına dayalı, hukuk karşısında eşit olmayan ve aralarında birinden diğerine geçme imkânı bulunmayan gruplara ayrılmasıdır. Yoksa, İslamiyet de cahil ile âlimi bir saymamış, âlimi üstün tutmuştur. Ancak hukuk karşısında âlim ile cahil arasında bir fark yoktur. Ayrıca cahil kişi, ilim elde ederek âlimler sınıfına geçiş yapabilir. Yine Kur'an~ı Kerim, rızık konusunda ve maddi gelirde insanların birbirlerinden farklı olduklarını kabul etmekte, hatta bunu Allah'a nispet etmektedir:
"Ey Muhammedi Rabb'inin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabb'inin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.[384]
Ancak fakir ile zengin hukuk karşısında eşit olduğu gibi fakir, çalışarak zengin olabilir. İlim ve rızıkta üstünlük, bir gaspa ya da etnik bir guruba ait değildir.
Sonuç olarak Kur'an-ı Kerim, toplumda birliğin sağlanması için iki temel noktayı gündeme getirmektedir. Bunlardan birincisi, insanlığın tamamının aynı anne ve babadan geldiklerini belirtmesidir. Bir toplumu meydana getiren fertler, farklı inançlara ya da farklı ırklara mensup olabilirler. Ama neticede hepsi arasında bir akrabalık bağı söz konusudur ve bu da hepsinin aynı anne ve babadan olmasıdır. İkinci temel nokta ise, inanan fertler arasındaki din kardeşliğidir. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde inanan kimseleri, bir binanın birbirlerine kenetlenmiş tuğlalarına benzetmektedir. İnanan kişi, inanan bir başkasının kardeşidir; onun yardımına koşar; sevincinde de, sıkıntılarında da ona ortak olur.[385]
İslam Toplumu ve Etnik Ayırım
Her türlü etnik ayırım reddedilmiştir. Peygamberin soyundan gelen ile toplumda büyük bir suç işlemiş, şu veya bu soydan gelmiş olan bir kimsenin oğlu eşittir. Atalarının veya akrabalarının işlemiş oldukları herhangi bir başarıdan bir kimsenin, kendisine pay çıkarması reddedildiği gibi, işlemiş olduklan herhangi bir suçtan dolayı sorumlu da tutulamaz. Bu prensip, sadece Kur'an'ın ileri sürdüğü bir prensip de değildir, bütün peygamberlerin vahiylerinde zikredilmiştir:
'Yoksa kendisine haber mi verilmedi; Musa'nın sahifesinde (yazılı) olan. Ve çok vefalı olan İbrahim'in (sahifesinde yazılı olan şu gerçekler): Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez, insana çalışmasından başka bir şey yoktur ve çalışması da yakında görülecektir."[386]
O halde sözünü ettiğimiz prensip, tüm zamanlann bir prensibidir: "Kim hidayete gelirse kendisi için hidayete gelmiş olur, sapan da, kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü çekmez. (Herkes kendi günah yükünü çeker)."[387]
Fertler hakkında geçerli olan bu prensip toplumlar için de aynen geçerlidir. Nitekim islam ümmetinde en üstün nesil olarak kabul edilen ve hem Kur'an âyetlerinde, hem de Peygamberin hadislerinde övülmüş bulunan sahabilerin babaları, Allah'a ortak koşan müşrik insanlardı.
Kur'an-i Kerim'in indiği dönemde bütün toplumlarda etnik ayırımın var olduğu bilinmektedir. Merha-metiyle bilinen Hıristiyanlıkta bu ayırım mevcuttu. Yakın zamana kadar Hıristiyanlar, gökler âleminde siyah ırktan gelen Hıristiyanlarla beyaz ırktan gelen Hıristiyanların eşitliğini kabul ederlerdi ama bu dünya hayatında eşitliği kabul etmiyorlardı. Halbuki Islâmm tâ ilk döneminde siyahı bir köle azatlısı olan Habeş'li Bilal, İslam toplumunda önemli bir değeri olan müezzinlik görevini üstlenmiş ve Peygamber (s.a.v.)'in müezzini olarak şöhret bulmuştur. Ne yazık ki bu ayırım günümüzde hâlâ bir çok toplumda devam etmektedir. Günümüzün medenî ülkeleri olarak kabul edilen Amerika ve Avrupa ülkelerinde bu ayırım hukuken ortadan kaldırılmış olmakla birlikte söz konusu toplumların bunu içlerine sindirebiîdiklerini rahatlıkla söyleyemiyoruz. Sovyetler birliğinin dağılımından sonra ortaya çıkan ülkelerle İslâm öğretisinden uzaklaşmış birçok Müslüman toplumlarda hakim olan koyu milliyetçi akımlar nedeniyle bu ayırımın, yakın bir zamanda ortadan kalkabileceğini söylemek de ne yazık ki mümkün görülmemektedir.
İnananların kardeş olduklarını belirten Kur'an-ı Kerim, birliklerini bozmaya çalışacak kimselerin varlığı konusunda Müslümanları uyarmaktadır, Müfessirler naklederler ki: Peygamber (s.a.v.) döneminde yaşayan Şâs b. Kays isimli Yahudi, Müslümanlara kin ve nefret duygularıyla dolu olan katı bir kâfir idi. Her fırsatta Müslümanların arasını bozmaya çalışırdı. Bir yerden geçerken. İslam'a girmezden önce birbirleriyle kanh-bıçaklı olan Evs ve Hazreç kabilelerine mensup Müslümanların kendi aralarında tatlı tatlı sohbet ettiklerini gördü. Kendi kendine: "Bunların beraberliği devam edecek olursa, bizim hiçbir etkinliğimiz kalmaz; huzur bulamayız" dedi. Yahudi bir genci çağırarak bu gence, gidip aralarında oturmasını ve onları birbirlerine düşürmesini; daha önce bu iki kabile arasında vukubulmuş "Buâs" harbini ve her bir tarafın, kendi tarafını öven ve karşı tarafa hakaretler içeren cahiliye dönemi şiirlerini hatırlatarak onlan birbirlerine karşı kışkırtmasını öğütledi.
Yahudi genç gitti ve nihayet onlan birlerine karşı kışkırtmayı başardı. Taraflar, savaşmak üzere, Medine'de bulunan bir meydana birbirlerini davet ettiler. Her bir taraf, mensuplarına haber gönderdi ve söz konusu meydanda toplanmaya başladılar. Bunu duyan Peygamber (s.a.v.), Muhacirlerle birlikte meydana gitti: "Ey Müslümanlar, daha ben aranızda olduğum halde cahiliye dâvasını mı güdüyorsunuz? Allah sizi İslâm'la şereflendirdi. Cahiliyeden kaynaklanan her kötülükten ilişkinizi kesti. Kalplerinizi bir birlerine ısındırdı. Buna rağmen kâfir olduğunuz dönemde yaptıklarınıza geri mi dönüyorsunuz?" anlamında bir konuşma yaptı.
Evs ve Hazreç kabileleri, oyunu fark ettiler; bunun, şeytanın ve onlara düşmanlık besleyenlerin bir oyunu olduğunu anladılar. Silahlarını atarak birbirleriyle kucaklaştılar. Yüce Allah bu ebedî oyuna karşı Müslümanları uyarmak için şu âyeti indirdi:
"Ey inananlar, Kitap verilenlerden herhangi bir guruba uyarsanız, imanınızdan sonra (onlar), sizi döndürüp kâfir yaparlar. Size Allah'ın âyetleri okunmakta ve O'nun elçisi de aranızda iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah'a sa-nlırsa, muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir. Ey Müslümanlar, Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün."[388]
Hemen takip eden âyette yüce Allah, Müslümanların birliklerinin nasıl devam edebileceğini de şöyle anlatmaktadır:
"Ve topluca Allah'ın ipine (Kur'an'a) yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşman idiniz- (Allah) kalplerinizi birleştirdi. O'nun nimeti sayesinde kardeşler haline geldiniz- Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz. (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz. [389]
Dipnotlar:
[369] 2/Bakara, 143
[370] Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz, II 153
[371] Kurtubî, a.g.e., 11.154
[372] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, İstanbul-1996, 1.40
[373] Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'an, -çev Yakup Çiçek ve arkadaşları-, îstanbul-1991,1.209-210
[374] 6/En'am, 115
[375] 16/Nahl, 90
[376] 4/Nisa, 58.
[377] 5/Maide, 2
M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 174-179.
[378] 3/AIu İmrân, 110
[379] bk. Taberi, Câmiu'l-Beyân an Te'vili âyi'l-Kur'an, Beyrut-1988. 1V44
[380] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 179-181.
[381] 23/Mü'mmûn
[382] 42/Şûrâ, 38
[383] 3/Âlu Imrân 159
[384] 43/Zuhruf, 32. 184
[385] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları: 181-184.
[386] 53/Necm. 36-40
[387] 17/İsra, 15
[388] 3/Âlu İmrân, 100-102
[389] 3/Âlu İmrân, 103
(Kaynak: M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, Beyan Yayınları)
-
ilayda 19-09-2008 15:35
yaaa eilnise sağlık süperdi yaaaaaaaaaaaaaaaa