17-08-2022 08:17

İslam ve başörtüsü

Her devirde güçlü ya da cılız olsun Allah’a karşı çıkmalar, O’nun emirlerini nefislerine uydurma tezahürleri görülmüştür. O’nu açıkça reddetmeye az rastlanmakla birlikte olmuştur. Lâkin Allah’a karşı çıkma daha çok O’nu bilen ve tanıyanlardan sâdır olmuştur. Kureyş’in de Allah’ı bildiğini, O’nu yücelediğini biliyoruz. Tamamen teorik düzeydeki bu yücelemenin hayatın gerçeklerinden uzak, hayattan uzak bir yüceleme olduğunu da görüyoruz.

İslam ve başörtüsü

Ercümend Özkan

Geçen sayımızdaki yorumumuzda değindiğimiz gibi bir sun’î fırtına başlatıldı. Belli idi ki arkasından bir yağış olacak. Başörtülerine yağan bir yağış görüyoruz. Müslüman kadın, erkeğinin de inandıklarına inanandır ve her hususta hayatını kavrayan Rabb’inin iradesinin çerçevesi içinde hareket etmekle yükümlü bilendir kendisini. Nasıl içkiden, kumardan, fuhuştan uzak duruyorsa bunlar gibi ma’siyet (Allah’a isyân) olan diğer bütün münkerden de uzak duracaktır. Nasıl ki namaz kılmayı Rabb’inin emri biliyorsa dişiliğini helâline saklamayı da Rabb’inin emri bilmektedir. İslâm bütününe ait ve ayrı mütâlea edilmesi olanaksız cüzlerdir İslâm bütününü oluşturan parçalar. Zira İslâm Allah’ı üstün, büyük (Kendisinden büyük bulunmayan büyük) bilme ve bu vasıflarıyla ortağı bulunmayan bilme esasına dayanır. Eğer Büyük’ ün emirleri dinlenecekse —ki dünya bu kanun üzerine kuruludur— müslüman En Büyüğü büyük bilene denir ki Büyük ve Büyüklüğünde emsalsiz olan Allah’tır. Büyük’ün emirleri de, yasakları da büyüktür. Büyüğün tavsiyeleri de büyüktür. Zira Allah büyüktür.

Müslüman kendini ve kâinatı yaratan Allah’ı büyük bilendir. O’ndan sonraki büyükler O’nun büyüklüğüne bağlı olarak büyüklük kazanırlar. İhrâz ettiği mevki ne olursa olsun, kulu O’ndan daha büyük ya da O’nun kadar büyük olduğunu iddia edemez. Edenleri tarih yazmıştır tabii meş’um sonlarıyla birlikte yazmıştır. Eski Mısır’da devlet başkanlığı anlamına gelen Fir’avunluk makamında bulunanların, halkına ve kendilerine tebliğ için gönderilen Allah’ın elçisi Musa (a.s.)’ya söylediklerinden anlıyoruz bunu. Kur’an’da Allah tarihî bir olay olarak bu ve benzeri olaylardan bizi haberdâr ediyor. Kur’ân’ın tarihe ilişkin yanıdır bu tür nakilleri..

Her devirde güçlü ya da cılız olsun Allah’a karşı çıkmalar, O’nun emirlerini nefislerine uydurma tezahürleri görülmüştür. O’nu açıkça reddetmeye az rastlanmakla birlikte olmuştur. Lâkin Allah’a karşı çıkma daha çok O’nu bilen ve tanıyanlardan sâdır olmuştur. Kureyş’in de Allah’ı bildiğini, O’nu yücelediğini biliyoruz. Tamamen teorik düzeydeki bu yücelemenin hayatın gerçeklerinden uzak, hayattan uzak bir yüceleme olduğunu da görüyoruz. Zira yaşanan hayatta O’na teorik bir yer verilmesine rağmen pratikte hiçbir yeri bulunmuyor ve bütün yeri insanların kuruntularıyla oluşturdukları “Velî-Dost”lar kaplıyorlardı. Bugün de birçok örneğine en yakınlarınızda bile rastlayabileceğiniz yoğunlukta bulunan bu hâli devlet büyüklerinden, halkın bildiklerine kadar nicesinde görmeniz mümkündür.

Allah şu konuda şöyle şöyle buyurmuşken, bu sözlerinizi dinleyen yanınızdaki birinin ya da başınızdakilerden birinin filân böyle böyle diyor dediğini işitip durmuyor musunuz? Allah, kulları için kıyâmete kadar müşkillerini çözecek esasları içinde bulunduran Kur’ân’ı gönderdiğini söyleyip dururken, bugün Kur’an’a göre hayatı tedvir edemeyeceklerini sananların beyânlarını işitmiyor muyuz? Çağdaş ya da Çağdışı gibi moda tâbirlerin anlamını da açıklığa kavuşturmamışlarken hevâlarına uyarak İslâm için çağdışı diyebilenleri görmekte değil miyiz? Kaldı ki İslâm bizzat çağların dünya görüşü, hayat tarzı, yaşam biçimi iken, onu çağdışı sayıp, kendininkini çağdaş saymanın gülünçlüğüne şahit olup durmuyor muyuz? Tıpkı tepesine kadar fitnenin içinde bulunduğu halde kendisini fitneden kurtarmaya çağıranı fitnecilikle suçlayanın durumu gibi değil midir gördükleriniz? Dürüstlüğü çağdışı sayanların fuhşun içine boylu boyuna battıklarını görmüyor muyuz? Eğer ölçüleri belirlemeyi insanlara bırakırsanız görmektesiniz ki nice pisliklere boylu boyunca batanlar, temiz olanları pislikle suçlamaktadırlar. Namusu(!) ile çalıştığına dâir beyânlarını basından öğrendiğimiz fâhişelere göre namussuzluk herhalde namusunu yalnızca helâli ile paylaşanların hâli olsa gerektir. Kavramların tariflerini insanlara bırakmanız halinde akla-hayâle gelmez derecede her şeyin tepetaklak olduğunu görmeniz kaçınılmazdır. Nitekim elinde büyük yetkiler bulunduğu halde ‘çalmayan’lara aptal diyenleri, kendileri tüm varlıklarıyla aptallık çukurunun içinde kaybolmuşlardan duyuyor değil miyiz? Hayatını yaşayacağını söyleyip başkalarının pis hayatlarının malzemesi olmaktan başka alternatifi olmayanları görmüyor muyuz?

Allah kumarı yasakladığı halde bir koca ülkenin insanlarını üretkenlikten uzak tutarak manasını da cebine indirerek kumarbaz yapan bir düzen ve onun uygulayıcıları sizlere neler düşündürüyor?

Allah’a meydan okuyanların, O’nun emir ve nehiylerini anlamak istemeyenlerin, hayatlarını O’na isyanla geçirenlerin akibetleri tarihte olsun, günümüzde olsun rüsvây olmaktır. Kâhhâr (Kahredici) olan yalnızca Allah’tır. Kullarının bazıları kendilerinin de öyle olduğunu sansa da.. Kullarının bazıları Allah’ı bilmiyor diye Allah da o kullarını bilmiyor değil ki.. Bilmiyor olsa idi Allah olmazdı.

Yıllar önce bir posta memurunun ikamette teslim olarak para havalesi getirdiği evde başı örtülü olarak kendisini karşılayan havale alacaklısına: “Bacım okuman varsa şuraya imza at, yoksa parmağını bas.” dediği devirler geçeli çok olmadı. Daha bundan on dokuz yıl önce idi.(1968 yılı) Zira halktan biri olan ve olsa olsa o yıllarda bir ilkokul mezunundan başka tahsili bulunmayan posta memurunun yaşadığı ülkede okuyup da başını örten görmeyişi ona böyle söyletmişti. Lâkin köprülerin altından çok sular aktı o yıllardan bu yana.. Deniz, atılan taşlarla doluyormuş, dolarmış. Dolar da elbet. Ama anlamayana, anlamak istemeyene bunu deniz dolmadan anlatmak, denizi doldurmaktan zordur biliriz, yaşıyoruz.

Bugün mevkii, makamı ne olursa olsun yaşanan gerçekleri görmek istemeyenleri olaylar ve olayların gelişmesi hizaya getirecektir. Anlamak istemediklerini anlamaları kolaylaşacaktır. Ne var ki kaybeden ve zamanla gelişen gerçeklerin gerisinde kalacaklar onlar olacaklardır. Kaybedenlerden olmayı sevenleri ne kadar da çok insanoğlunun..

Bu iğreti ve tepeden inme fakat aşağılara kesinlikle ulaşamayanların itibarı her geçen gün azalmaktadır. Bu tür atlar arabayı çekemez ancak devirirler. Tarihte örnekleri çoktur. Vatanı kurtaracağını sananlar (ittihatçılar)ın onu paramparça ettiklerini pek yakın tarihte yaşamadık mı? Bunların durumu bir adamı ölümden kurtardığını fakat minareden mi, kuyudan mı olduğunu karıştırdığı için adamı öldürdüğünü söyleyenin durumuna ne kadar da benziyor. Bayram haftasından, mangal tahtası anlayan mantığı Karagöz’le Hacivat ne güzel canlandırır. Ama onları seyredenler düşünmek değil de gülmeyi tercih ederlerse nasıl anlayabilirler bu espriyi?

Ana babalarından farklı olmaya yüz tutmuş kızlarımız, oğullarımız geleneksel olarak dindar olunamayacağını farketmişlerdir. Özellikle İslâm Dini hayat gerçeğini tam kavrayan, tümüyle kapsayan boyutlarını yeni nesillerin üzerine germeye başlamıştır. Bu gelişmelere engel olabilmeyi umanlar ne yapsalar kaybedeceklerdir. Nasıl dünyanın (sünnetullaha uygun) doğal seyri ile şu veya bu yarımküresinin güneşe yaklaşmasının kimseler önüne geçemez ise tıpkı onun gibi İslâm güneşine yeniden yaklaşmaya başlayan müslümanların bu yaklaşımlarının önüne geçmek de mümkün olmayacaktır. Baharın belirtileri görüldüğüne göre, yazın gelişini kimseler engelleyemeyecektir.

Asırların miskinliğini üzerinden atan müslümanlar, üzerlerindeki geleneklerin hükmünü de aşmaktadırlar. Analarından farklı kapanan kızlar, bu yüzden akledemeyenleri korkutuyorlar. Halbuki korkmalarına hiç de gerek yoktur. Zira Allah, korksunlar için İslâm’ı göndermemiştir. Kullarına, kurtulsunlar, çelişkilerden uzaklaşsınlar, fıtratlarına uygun bir hayat yaşasınlar diye göndermiştir İslâm’ı. İslâm kendini, bulunduğu yerde farkettiren dindir. Yaşanmaya başlaması farkedilmesini beraberinde getirmektedir.

İbâdetin ne olduğunu bilmeyenler, Allah’ın kullarını Kendine “İBADET-KULLUK” yapsınlar diye yarattığını bilmeyenlerdir. Kullar, kulluk etmeden edemeyeceklerse —ki şuna veya buna etmeyeni yoktur— Allah’a kulluk etmek daha şerefli değil midir? Büyüğe, daha büyüğe kulluk etmekse şereflilik, kendisinden büyük olmayan Allah’a kulluk ederek, daha küçüklerin kulluğundan, kişiliklerini yok eden kulluğundan kurtulmuş da olacaklardır.

Namaz kılmanın kulluk(ibadet) olduğunu, oruç tutmanın, hacca gitmenin kulluk(ibadet) olduğunu bilenlerin içkiden uzak durmanın, kumar oynamamanın, oynatmamanın, zinadan, faizden uzak durmanın, teraziyi doğru tartmanın, komşusuna iyi davranmanın, insanların iyiliğini istemenin, her işini Allah’ı râzı etmek için yapmanın ve elbette ki Nûr ve Ahzâb surelerinde kendilerinden istenildiği gibi BAŞÖRTÜLERİNİ YAKALARININ ÜSTÜNE SALMANIN da kulluk(ibadet) olduğunu, aralarında çıkan ihtilafları Kitab ve Sünnet’e göre çözme gereğinin de kulluğun vazgeçilmez gereklerinden olduğunu bilmiyor oluşu gerçekten bir garipliktir. Neden insanlar doğruyu böyle eğer-bükerler de ondan sonra kendileri de altından kalkamazlar söylediklerinin, yaptıklarının?

Sokak, çarşı, pazar, kütüphane, daire, okul, yurt insanın evi dışındaki uğradığı, gezdiği, çalıştığı yerlerdir. Ancak evinde de bir kadının nasıl davranacağı, ne şekilde örtüneceği, nerelerini gösterebileceği ve kimlere gösterebileceğini belirlemiştir İslâm.(1)

Allah’ın bir sözünü dinleyip, diğer sözünü dinlememek kulluk gereği midir? Olabilir mi bu? Her şeyin bir kaidesi, bir usulü vardır. Müslüman olmak da Allah’ın hükümlerine teslim olmaktır, tabii ki teslim olduğu hükümler içinden seçim hakkı olmadan. Ya tümüne teslim olur insan ve ona müslüman denir, ya da birini bile kabul etmediğini söyleyenle, tümünü reddeden arasında fark olmaz ve kalmaz ve bu durumdaki insana da müslüman denemez. “Siz âyetlerin bir kısmını kabul bir kısmını red mi ediyorsunuz?”(2) buyuran Allah da bu durumu böylece açıklamaktadır. Neden insanların bazıları akledemiyorlar? Akledemedikleri için de örneğin hem namazımı kılarım, hem rakımı içerim; hem orucumu tutarım hem faizle alışveriş ederim diyebiliyor. Başörtüsünü şurada, burada takabilir fakat filân ve falan yerde örtemez, devletin de bir düzeni vardır diyebilir? Eğer devlet, Allah’a karşı çıkmak için kurulmuş bir devlet değilse bu nasıl düşünülebilir? “Doğrusu benim mü’min kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabb’in vekil olarak yeter”(3) buyuran Allah, peygamberi için bile böyle söylemişken, nasıl olur da hele peygamber bile olmayanlar bunun tersi iddiada bulunabilirler ve bulundukları halde de halâ, ‘müslümanım’ diyebilirler? Doğrusu bunu anlamak mümkün değildir. Ya gerçekten bilmezlikten (akledememekten) ya da bile bile böyle yapıyor olmalıdırlar ki her iki hâl de ‘müslümanım’ diyen için mazeret olamaz, olması mümkün değildir.(4)

İnsanların tutarsızlıkları yüzünden başlarına açtıkları müşkilleri çözmek kabil değildir. Müslümanın da, müslüman olmayanın da tutarlı olması zarureti vardır. Özellikle de müslümanın tutarlı olması, her düşünce ve davranışının Kitab ve Sünnet’in sahih naslarıyla bir uyum içinde bulunması müslümanlığının gereği olup, müslümanlıkla tutması gerekmektedir düşünce ve davranışlarının ki ona müslüman denebilsin. Tutarsızlık dengesizlik doğurur ve dengesizlik, iki ayrı kişiliğin ortaya çıkmasına sebep olur. Buna engel olmanın yolu ise mutlaka tutarlı olmaktan geçer. Bütünlüğü korumak, bütünü tümüyle üzerinde bulundurmakla mümkündür. Eğer din Allah’ın ise ve insan onu kabul ettiğini söylüyor ise mutlaka onun bütün hükümlerine tutunmak ve böylece tutarlı olmak zorundadır ki sonuç alabilsin. Çelişkiye düşmemenin vazgeçilmez yolu da tutarlı olmaktan geçmektedir. Başka başka kişilikler sahibi olmamanın yolu da tutarlı olmaktan geçmektedir. İnsan, seçimini yapmak zorundadır. Arada, derede kalmanın ne kendine, ne de başkalarına yararı yoktur, olamaz da. Netleşmek, hem kendi kişiliği için, hem de çevresi ve ülkesi açısından insan için gereklidir. Zira net olmayan insana güven duyulmaz. Güven duyulmayanla birliktelik kurulamaz.

Müslümanım diyen şunu bilmek zorundadır ki İslâm bir bütündür ve müslümanım demekle İslâm bütününü kabul etmiş, o bütüne teslim olmuş kişi (insan) akla gelir. Hem müslümanım demek hem de teslim olduğunu söylediği Allah’ın hükümlerinden şuna uyar, buna uymam demek, diyebilmek tutarlılık değildir, müslümanlık da olamaz. Teraziyi doğru tartmak zorundadır müslüman hıristiyana satarken de, müslümana satarken de.. Yalan söylememek zorundadır müslüman bir budistle konuşurken de, bir müslümanla konuşurken de.. İnsanların iyiliğini istemek zorunda bulunan müslüman, insan olması bakımından yalnız müslüman olanların değil, müslüman olmayanların da iyiliğini istemek zorundadır. Öylesine bunu istemek zorundadır ki iyiliğin tâ kendisi olan İslâm’ı ona anlatmak ve kabul edebilmesine, İslâm’ı tanımasına yardımcı olmak durumundadır. Faizi, ticaret gibi telâkki etmemek zorundadır, zira böyle yapanlar için Allah: “Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, ‘Zâten alışveriş de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helâl, fâizi haram kıldı. Kime Rabb’inden bir öğüt gelir de fâizcilikten geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah’a aittir. Kim fâizciliğe dönerse, işte onlar orada temelli kalacaklardır.”(5) buyurmaktadır. Velhasıl Allah ile kullarıyla yapıldığı gibi pazarlık yapılamaz: O’nun dini ya tümüyle kabul edilir, ya da reddedilir ve sonrası da buna göre hesab görülür. Bilmeyenler bilsinler, öğrenmeyenler öğrensinler.

“Bu indirdiğimiz kutsal kitabdır, ona uyun. ‘Bizden önce iki topluluğa kitab indirildi, bizim, onların okuduklarından haberimiz yok’ demekten, veya ‘Bize kitab indirilseydi onlardan daha doğru yolda olurduk’ demekten sakının ki merhamet olunasınız. Şüphesiz o, size Rabbinizden belge, yol gösteren ve rahmet olarak gelmiştir. Allah’ın âyetlerini yalanlayandan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü, kötü bir azabla azablandıracağız.”(6)

Dipnotlar

(1) Nûr 24/30-31
Ahzâb 33/59

(2) Bakara 2/85

(3) İsra 17/65

(4) Bakara 2/41-98-159-160-174-176
Al-i İmrân 3/4-19-21-22
Nisâ 4/56
Mâide 5/10
En’âm 6/21-27-39-49-93-124-157
A’râf 7/36-37-40-177-182
Enfâl 8/54
Yûnûs 10/17-69-70-95
Hûd 11/18
Nahl 16/56-62-116
Tâ-Hâ 20/100-101
Ankebût 29/23-47-49-68
Secde 32/22
Sebe’ 34/8-38
Zümer 39/60-63-64
Mü’min 40/4-81
Fussilet 41/40-41-52-53
Câsiye 45/11
Vâkıâ 56/81-82
Cum’a 62/5
Hakkâ 69/49-50
Târık 86/15-16
Gâşiye 88/23-26

(5) Bakara 2/275 ve 283. ayete kadar bakınız

(6) En’âm 6/155-156-157

(Kaynak: İktibas Dergisi, Sayı 121, Yorum)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !