İslam ve siyaseti ayrıştırmak, batının telkini
Müslüman dünyasında İslam`ı `dinî`, siyaseti `dünyevî` olarak ayrıştıran düalizm, modern bir oluşumdur. Bu düalizm, batılı paradigmanın uluslaşma süreciyle birlikte imal ettiği seküler doktrinin batı-dışı toplumlara telkinidir...
İktibas Dergisi'nin İslam ve siyaset ilişkisi konusunda hazırladığı soruşturma dosyasına verilen cevapları yayınlamayı sürdürüyoruz. M. Kürşad Atalar'ın cevaplarından sonra bugün de Hamza Türkmen'in cevaplarını ilginize sunuyoruz. İşte sorular ve Hamza Türkmen'in cevapları:
Sorular:
1. İslam, 'siyasî' karakterli bir din midir? 'Siyaset' olgusunu nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanım doğrultusunda İslam'ın siyaset olgusuyla ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
2. İslam'ın bir 'siyaset modeli' var mıdır? İslam bir 'yönetim biçimi' önenir mi, yoksa İslam'ın bizatihi kendisi bir 'siyasal model' midir?
3. İslam'ı bir 'din' (religion), siyaseti ise 'dünyevî' (veya seküler) bir alan olarak gören yaklaşım için ne düşünüyorsunuz? İslam'da din ile dünyayı birbirinden ayırmak mümkün müdür?
4. İslam ile siyaset arasında özden bir ilişki olmadığını savunan tezi, İslami Uyanış sürecini sekteye uğratmak için 1990'lı yıllardan sonra hız kazanan 'kuşatma' politikası ile ilişkilendirmek mümkün müdür? Bu bağlamda BOP ve Ilımlı İslam projesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hamza Türkmen'in Cevapları:
1- Arapça'da insanların sevk ve idare edilmesi siyaset kavramıyla ifade edilir. Grekçe'de devlet ve şehre ait tüm etkinliklere de politika denilir. Her iki kavram çerçevesinde de insanlar arası ilişkiler ön plana çıkmaktadır. İnsanın çevresiyle olan zorunlu ilişkilerini nasıl ve hangi ölçülerle gerçekleştireceği veya bu ilişki türlerinin hangi değerler temelinde toplumsallaşacağı soruları, hayatı nasıl anlamlandırdığımızla da alakalıdır.
Yaratılışın ve hayatın amacı, anlamı ve akıbeti ile ilgili sorular rüşt yaşıyla irtibatlı olduğu kadar, hayatı anlamlandırmaya çalışan her iradeli insanın da cevabını aradığı sorulardır. Yaratılışla ilgili iki cevap vardır: İnsan ya kendiliğinden varoluş halindedir, ya da bir yaratıcısı vardır.
Yaratılış söz konusu ise, insan yaratılış amacını bilmek ister. Bunun için de, insanı yaratıp başı boş bırakmayan ve kurtuluş yolunu gösteren yaratıcının, insan elçiler vasıtasıyla gönderdiği vahyi bildirimleri gereği gibi kavramak ve ölçü almak gerekir. Hayatı ve temel ilişkileri vahyi temel alarak çözümlemek, ilahi adalete kendini açmaktır ki, bu tutarlılığa varıldığında, siyaset/politika konusu da temel ibâdi bir görev olarak algılanır. Hayatın müşkülünü ve siyaseti çözümlemede vahyi belirleyici kılan tutum, mümkün olduğunca nefsî ve beşerî yorum ve çıkarlardan arınarak Allah'ın rızasını ön planda tutar.
Ama insan, kendiliğinden bir varoluş iddiasında ise hayatı, hayatın amacını; idari, sosyal, iktisadi vd. tüm ilişkileri de ben-merkezci bir akıl kullanımıyla çözecektir. Kendiliğindencilik, bütün insanlar kadar akıl farklılığı ve yüzbinlerce galaksiden oluşan hayatın anlamını insanların iradesiyle sınırlandırmak demektir. Hayatı ve temel ilişkileri insan aklını mutlaklaştırarak çözümlemek, beşeri bir ideoloji/hayat görüşüdür ki, bu, siyaset/politika konusunda tiranlığın veya demokrasinin temelidir. Binlerce yıldır ne tiranlık adalet ve esenlik getirebilmiştir, ne demokrasi tiranlardan kurtulabilmiştir.
Bir de yaratıcıyı ve vahiy olgusunu kabul ettiği halde, kendi nefsini ve örfi hukuku ön plana geçiren ve halkı vahye tâbi imiş gibi aldatan münafık, fasık veya müfsid/bozguncu uygulamalar söz konusudur. Hayatın müşkülünü ve siyaseti çözümlemede gerek inkârı ve akılcılığı gerek nefsi ve beşeri örfü ön plana çıkartan tutum, Makyavelizm tanımlanmadan önce de Makyavelizm'in kirli muhtevasını bünyesinde taşıyordu ve bugün de taşımaktadır.
İslami literatürde "din", hayatın öncesi, bugünü ve geleceği ile ilgili temel görüş anlamındadır. Bu anlamda hayatın anlamı, amacı ve akıbeti hakkında beşeri, metafizik veya ilahi temelli görüş bildiren tüm açılımlar/ideolojiler dindir. İlahi temelli dinler ise, o dinin esasını oluşturan vahiy olgusunun korunup korunmadığına göre tasnifleşirler. Bu bağlamda Yahudiliğin ve Hıristiyanlığa dönüştürülen Nasraniliğin temel kitapları tahrif olmuş ve korunamamıştır. İslam'ın vahiy kitabı olan Kur'an-ı Kerim ise korunmuştur ve bu nedenledir ki Yaratıcımız'dan iletilen esas din; yani "Ed-Din", İslam'dır.
İnsan ve toplum ilişkilerini vahiyle değerlendirdiğimizde göreceğimiz gerçek, Allah Teala'nın insanı yarattığı; aynı zamanda hayatın amacını ve anlamını çözmek için yardımcısız ve ölçüsüz bırakmadığıdır. Hz. Adem'le başlayan insanlığın serüveni, insan ve kavimlerin/toplumların gaybî, sosyal, siyasal, ekonomik ilişkilerde vahyi ölçülere tâbi olup olmamalarına göre şekillenmiştir. İnsanların nasıl sevk ve idare edileceği vahyi ölçülere göre mü'mince mi; dehri veya şirk ölçüleriyle cahilce mi; çoğu yerde vahye zulüm karıştırarak münafıkça veya müfsitçe mi gerçekleştirildiği vakıası, siyasetin de kimliğini belirginleştirmiştir.
İslam, siyasete göre şekillenen bir din değil; akaidi, hayatı, iktisadı, siyaseti, sanatı vahye göre şekillendiren; vahiyden ve yaratılış fıtratından yabancılaşmış her şeyi yeniden vahiyle ıslah etmeyi amaçlayan ilahi bir dindir. Yani siyaset İslam'ı biçimlendiremez; ama İslam siyasetin ölçülerini va'z eder ve siyasetçiyi Allah'ın ölçüleri ve Kur'an'ın getirdiği ahlaki ilkelerle yönlendirir ve biçimlendirir.
2- İslam, iman ve amel alanında Rabbimiz katından Kur'an ile bildirilen ilahi dindir; ayrıca Kur'an'da bazı anlamı kapalı ama uygulamayla ilgili bağlayıcı hükümlerin Hz. Muhammed (s) tarafından örneklendirilmesi veya açıklamasıdır. İslam zulüm, hırsızlık, zina, faiz, iftira gibi fahşa konusu olan kötü amellerin cezalandırılması veya tasfiyesi; terazinin doğru tartılması, öksüz, yetim ve muhtaçların korunması, emanetin ehline verilmesi, iyiliğin yaygınlaştırılması gibi salih amellerin ikamesi; ayrıca tağutlara, tuğyana, müstekbirlere hak sözü yönelterek tebliğ ile, gerektiğinde kıt'al ile karşı çıkıp cihad yapılmasını emreder.
İslam'da şer'i hükümlerin ve hadlerin uygulanması, ümmet için toplumsal adaletin sağlanması ve düşman saldırılarının veya zalimlerin def edilmesi için güç ve hüküm olgusunun zorunluluğu ön plana çıkar. Kur'an'a göre amelleşmeyen sözün faydası yoktur ve Rabbimiz de mü'minleri "Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz" diye uyarmaktadır. Kur'an'ın okunması "tâ'lim" ve "şehitlik/tanıklık" keyfiyetiyle, tebliğin önemi de "salih amel"le anlam ve bütünlük kazanır. Rabbimizin Müslümanlardan "Şühedalar" olmasını istemesi, inançlarını toplu olarak tanıklaştırmalarıyla ilgili bir emirdir. Zaten her bilinçli Müslüman, bu konuda her namaz kılışında okuduğu Fatiha suresinde rabbimize "biz" diye yakarmaktadır. Biz demek, işlerimizi şûra ile yapmak, emanetleri ehline vermek ve bizden olan yöneticilere/ulu'l-emirlere sahip olmak ve bütün bu vecibelerle birlikte hakkın ve hakikatin toplu şahitliğini yaparak tebliğ görevimizi yerine getirmiş olmak demektir.
İslam mü'minlerin yönetimi ile ilgili, Kur'an kıssalarıyla model roller gösterir ve Rasulullah (s)'ın Sireti de model rol açısından en önemli Sünnet alanını oluşturur; ayrıca yönetimle ilgili Kur'an vahyi ölçüler bildirir. Bunlardan bazıları şunlardır: İşlerin istişare ile yapılması, emanetlerin ehil olanlara verilmesi, ulu'l-emirlere itaat etme görevi, itaatin boyutları, bir zulüm ve saldırı söz konusu olduğunda toplu cevap verilmesi, sadakanın toplanma şekli ve tasnifi, hadlerin uygulanması, ihtilafların nasıl giderileceği, mele ve mütref takımıyla mücadele yükümlülüğü, şühedalık görevi vd.
Anlaşılacağı üzere Kur'an'da yönetim veya siyasetle ilgili şekilsel bir model yoktur; ama her zamana ve şartlara göre kendini oluşturacak siyaset ve yönetim modellerinin uyacağı olmazsa olmaz cinsinden vahyin bildirdiği ilkeler vardır. Bu ilkeler açısından baktığımızda Müslümanların yönetimi ister atamayla, ister seçimle olsun; yönetim otoritesi süreli veya süresiz bir zamanda ister tek kişi ister konsey tipi olsun mutlaka Mü'min ve Mü'minelerin katılımıyla şûra temelinde belirlenmelidir. Kur'an'da şûra görevi dahi bir model olarak değil bir ilke olarak bildirilmiştir. Şûra modeli değişen şartlara göre farklı şekiller alabilir; ama şûra görevinde asıl olan, işin sahibi olan herkesin veya ümmetin genel yönetimi ile ilgili kararlarda tüm Müslümanların düşünsel/içtihadi katılımını sağlamak veya sağlayabilmektir.
Rasulullah'ın Sireti'ndeki uygulamalar, bizim için vahyi ilkelerin nasıl tatbik edildiğinin en önemli örneğidir. Hz. Ebu Bekir (r) ile başlayan ilk imamlar döneminde Müslümanlar güçleri yettiği kadar bu ilkelere uymuşlardır. Dolayısıyla ilk imamlar dönemi bizim için esas alınacak İslami bir model değil, yönetimle ilgili Kur'an'daki ve Rasulullah'ın Sünneti'ndeki Rabbimizden onay almış ilkelerin nasıl tatbik edildiğini etüt edeceğimiz bir sosyal laboratuar alanıdır. Müslümanların iç bünyedeki tarihi, vahiy nimetini yaşamlaştırmak isteyenlerle, vahiy nimetine nankörlük edenlerin; yani ıslah ve ifsad kutuplarının arasında fikri ve fiili çatışmalarla süren bir imtihan alanıdır.
İslam ümmetinin Rasulullah'ın vefatından sonraki ilk dört Emiru'l Mü'min/İmam döneminde pratik uygulamalar nassa göre yorumlanmaya çalışılmıştır. Ama İmametin Muaviye ile saltanatlaşmasıyla birlikte nass, nefsî ve örfî olana uydurulmaya başlanmıştır. Bu bağlamda "İslam siyaset teorisi"nin temelleri diye takdim edilen "Ahkâmu's-Sultâniyye" ve "Siyâsetu'ş-Şer'iyye" diye üretiler veya takdim edilen çalışmalar, bir esası ifade etmezler; en fazla saltanatlaşan siyaseti hem meşrulaştırmaya hem iyileştirmeye çalışırlar.
İslam'ın siyaseti, saltanatlaşma ve ifsad hareketlerinden sonra "El Tevhid ve'l Adl" veya "Ehli Sünnet ve'l Adl" denilen ıslah ve kıyam hareketleriyle ortaya konmuştur. Bu tevhidi ve vahyi ilkeleri yeniden hakim kılma çabası, tarihte ıslah çalışmaları ile hep taşınmış -Kuzey Afrika ve Endülüs'teki İbn Tümerd öncülüğünde yükselen Muvahhidler hareketi bunun en somut örneklerindendir- ve bugün de Müslümanlara Allah'ın razı olacağı vahiy-temelli bir Müslüman kimlik oluşturmaktadır; sosyal, siyasal ve düşünsel planda da Hak'kın ve adaletin tanıkları olmak konusunda inkılapçı ruh aşılamaktadır.
3- Müslüman dünyasında İslam'ı "dinî", siyaseti "dünyevî" olarak ayrıştıran düalizm modern bir oluşumdur. Bu düalizm, batılı paradigmanın uluslaşma süreciyle birlikte imal ettiği seküler doktrinin batı-dışı toplumlara telkinidir veya sömürgecilerin işbirlikçileri aracılığıyla bizim dünyamızda gündemleştirdikleri stratejik ve batılılaştırıcı bir plandır. Bu planın "Sosyalist İslam, Liberal İslam, Sol veya Sağ İslam, Sivil İslam, Resmi İslam, Siyasal İslam" gibi açılımları da, Müslümanların tarihindeki saltanat sistemlerini "Ahkâmu's-Sultâniyye" ve "Siyâsetu'ş-Şer'iyye" kitaplarıyla meşrulaştırmaya çalışan "fıkıhçılar" veya saray uleması gibi; bugün de modernist müellifler, liberal dindarlar, millî dindarlar veya Kur'an'ı veya Kur'an ahkamını tarihsel metne indirgemeye çalışan dünkü muharref gelenekçiler gibi inanç ölçüsü, akletme ve adalet tasavvuru bozuk tarihselci resmi ve sivil akademisyenler gibi destekçiler bulabilmektedir.
Bugün Türkiye dahil adı Müslüman olarak anılan ülkelerin toplam askeri savunma bütçeleri, sadece Avrupa'daki İspanya ve İtalya'nın askeri savunma bütçesine bile eşit değildir. 1989 Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra NATO'nun düşman konseptine yerleştirdiği ve küresel kapitalizmin 11 Eylül 2001 tarihinden sonra fiilen savaş açtığı İslam ve Müslümanlarla ilgili emperyalizmin, İslamiyat çalışmaları için ayırdığı bütçe ise, yine tüm İslam coğrafyasında dinî organizasyonlar için ayrılan finansmandan kat kat fazladır. Müslümanları tebâ-vatandaş konumuna düşüren ulus-devletlerin denetiminde çalışan dini okullar, fakülteler, akademik kurumlar ve Diyanet Teşkilatı gibi dini otoriteyi elinde tuttuğunu iddia eden yapıların eğitim ve kültürel çalışmalarındaki müfredat ve programları, ulusal erk tarafından belirlenip denetlenmekte, faaliyetlerine de ulusal bütçelerin en önemli dilimini ayrılmaktadır.
"İslam'da din ile dünyayı birbirinden ayırmak mümkün müdür?" gibi bir soruyu ulusal-dînî kurumlarda çalışan insanlara "Ulusçuluk ile İslam ne kadar bağdaşır?" sorusu içinde sormak gerekir. Dün saray ulemasının inisiyatifini aşamayan gelenekçiler, Kur'an'ın bütün hayatımızda "Hâdi" olan yapısına ve İslam'ın hayatın bütün alanlarındaki ifsadı/bozulmayı düzeltmeye/ıslaha dönük yapısına kulak asmazken; bugün de ulusal devlet ve ulusçuluğun getirdiği seküler statüleri aşamayanlar, ötekilerin, yani İslam düşmanlarının Kur'an'ı ve İslam'ı bölük bölük etmeleri gibi tevhidin temel konularını birbirinden ayrıştırma stratejilerinin hamallığını yapmaktadırlar. Oysa İslam, itikadıyla ve siyasetiyle bir bütündür. İslam'ın toplumları dönüştürmeyi ve vahyin adaletiyle buluşturmayı amaçlayan tevhid akidesini ve sünnetullahı gereği gibi algılamayıp da "İslamî siyasi model" üreteceğim diyerek yorumlarını dinin aslındanmış gibi sunanlara gösterilen itiraz; İslam'ın siyasi alana dönük yüzünü nesh etmek anlamına gelemez.
4- ABD, II. Paylaşım Savaşı'ndan sonra özellikle komünist yayılmayı engellemek için Hıristiyanlığı, İslamiyeti, Yahudiliği, Hinduizmi veya Konfiçyüsçülüğü kullanmak istedi. ABD, Türkiye'yi Batı Bloğu'na almak için demokratik yapıyı ve kontrol edilebilecek din ile barışmayı ön şart olarak ileri sürdü. ABD, 1945'ten sonra aşırı laik Fransa'nın liselerine laiklerin tüm itirazlarına rağmen zorunlu din derslerini koydurttu. Yeşil Kuşak Projesi kontrol edilebilir bir İslam'ı tasarlamıştı; ama Kur'an'ın diriltici özü, İslamî duyarlılığı yükselen insanları kontrol dışına çekti. 12 Eylül 1980 darbesinin İslamizasyon politikaları da aşılma istidadı gösterdiği için 28 Şubat 1997 darbesinde İHL'ler kapatıldı ve öğrenim hayatında başörtüsü yasaklandı.
Komünist tehlikeden sonra ABD küresel kapitalist dünyada inisiyatifini devam ettirmek için düşman bulması gerekiyordu ki, o da bulundu ve İslamî gelişmeler hedef tahtasına konuldu. Ayrıca küreselleşen kapitalist sisteme dünyada cevap üretebilecek tek dinamik güç İslam'dı; bu nedenle onun potansiyel gücü şiddetle veya uzlaşmayla zayıflatılmalıydı.
Kapitalizmin şiddet politikaları kan, katliam, işkence ve sömürü boyutuyla görülebilen bir durum olduğu için anlatımı kolay bir alandır. Ama emperyalizmin asıl sinsi ve münafıkça boyutu, Müslümanlığın içini boşaltıp, Müslümanları kimliksel olarak post-modern bir hale getirirken, şekli aidiyetlerine ve ritüellerine izin vererek onları özgün siyasal talep ve düşüncelerinden uzaklaştırmaya çalışmasıdır. Yani emperyalizm, Müslümanlığı, zarfı şatafatlı ama içi bomboş bir alt kimlik haline indirgemeye çalışmaktadır. Kendi özgün kimlikleriyle var olamayan ve dağılma psikolojisi yaşayanlar ise, kendilerine sunulan artıklarla idare etmeye ve öteki ile kimliksel aidiyetlerini zayıflatarak veya uzlaşarak var kalmaya çalışmaktadırlar. Öteki ile kimliksel olarak uzlaşmayı öneren ve Müslümanlıkla irtibatlandırılan her bir proje, İslam'a ait değil; müdahane içine giren yani şirk unsurları ve cahiliye ile uzlaşma politikasını güden ve kendini Müslüman olarak takdim eden yozlaşmış, çözülmüş ve tahrif olmuş niyet ve kimliklere ait bir durumdur.
İslam'ı, her türlü zulüm, şirk ve cahiliyeye ve yabancılaşmaya karşı, yeniden vahiyle ve fıtratla buluşmanın temel aracı olarak algılayamayan insanlar, tabii ki itikadi alanda da, iktisadi, siyasi, sosyal, kültürel alanda da bir uzlaşmayı yaşayacaklardır. İşte 21. yüzyılın küreselleşmesine ayak uydurmaya çalışan "Sivil İslam" veya "Ilımlı İslam" söylemi ile karşımıza çıkan ve önü açılan dindarların durumu bu inhirafı ifade etmektedir. Mehdici-Mesihci anlayışla, ulus kültünün içine İslamî değerleri tıkıştırmayla, kapitalist ekonomide kalkınma yarışını içselleştirmeyle, modernizmi yaygınlaştıran Türk Kolejleri'ni "küreselleşmeye karşı Türkiye'nin cevabı" olarak sunan bir demagojiyle cemaatlerin dini duyarlılıklarını göz yaşıyla ve infak anlayışıyla deşarj etmeye çalışan bir inhiraftır bu. Tabii ki yüzünü küresel kapitalizme dönen bu dindarlık, dün nasıl ki sağcı milliyetçi kimliği ile Türkiye'deki Tevhidi uyanış sürecini önce reformist, mezhepsiz, vahhabi sonra da siyasal İslamcı, İrancı olarak itham ettiyse; şimdi de tevhidi uyanış sürecinin tecrübesini Kur'anî mesajı anlamak ve sosyalleştirmek azmindeki çabaları radikal, siyasal İslamcı hatta tamamen demagojik bir saptırmayla "Resmi İslam" olarak gösterip dışlamaya ve gözden düşürmeye çalışıyor. Oysa en ideal "Resmi İslam" modeli, ötekilerin istemlerine göre kurgulanan "Ilımlı İslam" veya "Sivil İslam" projesidir.
Bu zihniyet, dün İngiliz sömürgecilerinin emrindeki Ali Abdurrazık gibi, Kur'an'ın siyaset alanıyla bir ilgisi olmadığını belirttiği gibi; bugün de dini sadece dinî ritüellere ve mistik bir ahlak düzeyine indirgemeye çalışmış ve karanlıktan nura yöneltecek vahiy-temelli şühedalık görevi ile ilgili tek bir cümle kurmamıştır.
Bu zihniyet, dün İngiliz sömürgecilerinin emrindeki Ali Abdurrazık gibi, Kur'an'ın siyaset alanıyla bir ilgisi olmadığını belirttiği gibi; bugün de dini sadece dinî ritüellere ve mistik bir ahlak düzeyine indirgemeye çalışmış ve karanlıktan nura yöneltecek vahiy-temelli şühedalık görevi ile ilgili tek bir cümle kurmamıştır.
BOP Projesi, TC'nin eşgüdüm başkanlığında Ortadoğu'yu özgürlük, insan hakları ve demokrasi emperyalizmiyle dini reformasyona uğratmayı hedefliyordu. Ama bu hedef Ortadoğu'dan önce AK Parti ile irtibatı olan Mili Görüş ve Tevhidi uyanış çizgilerinden gelen cemaatlere ve bazı kanaat önderlerine uygulandı ve bazı dönüşümler de sağlandı.
Allah günleri insanlar arasında döndürmektedir. Türkiye tevhidi uyanış sürecinin oluşturduğu duyarlılık potansiyelindeki tüm kayıplara rağmen, bugün mücadele sürecimizde gaybî konularda, kültürde, metodta, yerel ve küresel sistemi tanıma becerisinde çok daha basiretli ve Kur'an temelli düşünen insanların birikimleri ve birbirlerine yönelttikleri zinde diyalog talepleri ön plana çıkmaktadır. Bu yönelim, nicelik olarak az, ama içinde yaşadığımız coğrafyanın tarihi süreci itibariyle en itibarlı ve nitelikli tanıklaşma potansiyelini ifade etmektedir.