Şükrü HÜSEYİNOĞLU
İSLAM YOLUNUN, KRALLARI DEĞİL KURALLARI VARDIR
Trafik için ifade edilen "Yolların kralı değil kuralı olur" sözü gerçekten de çok isabetlidir. Zira meydan kurallar yerine “krallara” kaldığında yollarda neler yaşandığını maalesef acı sonuçlarıyla birlikte haber bültenlerinde görmekteyiz.
Bu isabetli söz, sadece trafik için değil hayatın tüm alanları için geçerlidir. Hayatın tüm alanlarında herkes için geçerli olan kurallar belirleyici olmalıdır. Bunun yerine, kendini kurallar üstü gören, dilediği gibi hareket etme özgürlüğüne sahip olduğunu vehmeden krallar ortaya çıkıp sosyal ilişkilerde belirleyici olmaya başladığında trafikteki kralların yaşattığı kaos ve acıların benzerini bunlar da sosyal ilişkilerde yaşatmaktadırlar.
İşbu "yolların kralı değil kuralı olur" sözü, aynıyla Allah'ın yolu (Din-i Mübin-i İslam) için de geçerlidir: Evet, Allah yolunun kralları (sadatlar, gavslar, kutublar, ayetullahlar, pirler, şeyhler) değil, kuralları vardır, ölçü ve ilkeleri vardır.
İslam, yaratmak gibi emretmenin de Âlemlerin Rabbi Allah’a ait olduğunu vaz’eder.[1] Dolayısıyla insanların ferdi ve ictimai hayatı için gerekli hükümlerin/kuralların yegâne meşru kaynağı Rabbimiz Allah’tır. Allah’ın hükmünün üstünde hüküm, kurallarının üstünde kural tanımak, insanı doğrudan doğruya akide bağının çözülmesi gibi bir akibetle karşı karşıya bırakır.
Rasulullah (a.s.) dâhil, İslam’ın hâkim olduğu dönemlerde insanlara riyaset eden yöneticilerin nihai hüküm kaynağı Allah’ın Kitabı olmuştur. Rasulullah (a.s.) Rabbimiz tarafından hikmetle, derin kavrama ve bağ kurma yetisiyle donatıldığı için, Allah’ın Kitabı ile pratik hayat arasında kurduğu bağlar neticesinde çeşitli kurallar bildirmiş ve onları Medine İslam toplumunda bizatihi uygulamıştır. Bu kurallar bizim açımızdan bağlayıcı derecede ölçü teşkil ederler.
Rasulullah (a.s.), Allah’ın rasulü ve mü’minlerin emiriydi, fakat Allah’ın hükümlerine karşı lâ yus’el değildi. Hatta insanlar içinde en fazla takva sahibi, Allah’tan en fazla haşyet duyan ve Allah’a en fazla ibâdet eden oydu. Getirdiği Rabbani kurallara öncelikle kendisi tâbi olmaktaydı.
Kur'an gavs, kutub, pir gibi uydurma pâye ve şahıslardan söz etmez, fakat hidâyete yönelmek isteyenlere Nebileri, sâlihleri, sıddıkları, şehid/şahidleri örnek gösterir. Lâkin bu örnek-model şahsiyetler de Rabbimizin kurallarıyla-ölçüleriyle bağlı birer kuldurlar. Yani Allah'ın dininde hiçbir şekilde “krallar” ve onların belirleyiciliği yoktur, kurallar ve onların geçerliliği söz konusudur.
Rabbimiz Nisa 123-124. ayetlerde[2] Cennet nimetini kazanmanın, insanların din adına uydurduğu kuruntularla olmayacağını beyan etmekte ve bu nimeti elde etmenin şartlarını bildirmektedir. Zaten Kur'an'da baştan sona bu öğreti hâkimdir: Allah'ın dininin ve bu dinin insana vaad ettiği dünyevi ve uhrevi saadetin açık-net, değişmeyen kuralları vardır. Allah'ın rızasına ve Cennet nimetine ulaşmak ancak bu kurallara uymakla mümkün olmaktadır.
Oysa tarihsel süreçte, Rabbimizin bu ve benzeri apaçık beyanlarına muhalif olarak devasa bir şefaat-iltimas edebiyatı üretilmiş ve Cennet nimetini elde etmenin yolu olarak kurallara uymak yerine, dinde ihdas edilen "kralların" şefaatine güvenme anlayışı peydahlanmıştır.
Tevbe Sûresi 31. ayeti[3] ve bu ayetle ilgili Rasulullah (a.s.)’dan rivayet edilen tefsiri hatırlarsak[4], dinde kurallar yerine, vehmedilen ve ihdas edilen “krallara” tâbi olmanın Allah’tan başkalarını rab ve ilah edinmek anlamına geldiğini görürüz.
İslam, Rabbimizin İnsanların dünya ve ahiret saadeti için belirlediği hayat nizamıdır. Herkes için bağlayıcı ölçüler ve kurallar bütünüdür. Bu dinde insanların din adına vehmettiği “kralların” değil, Rabbimizin vaz’ettiği kuralların belirleyiciliği vardır. “Krallara” bel bağlayıp tâbi olanlar maalesef ziyana uğrayacak, kurallara tâbi olanlar ise rıza-i İlahi ve onun neticesi olan Cennet nimetine ulaşma imkânına kavuşacaklardır:
"Ve dediler ki: Rabbimiz! Muhakkak ki biz, sadatlarımıza (efendilerimize) ve büyüklerimize tâbi olduk da onlar bizi yoldan saptırdılar." (Ahzab, 33/67)
DİPNOTLAR:
[1] “Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (A’raf, 7/54)
[2] “Ne sizin kuruntularınızla, ne de Kitap Ehlinin kuruntularıyla değil. Kim kötülük yaparsa, onunla ceza görür; o, Allah'tan başka bir veli ve bir yardımcı bulamaz. Erkek olsun kadın olsun, iman etmiş olarak kim sâlih bir amel işlerse, onlar cennete girecek ve onlar, bir zerre kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisâ, 4/123-124)
[3] “Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i kendilerine rab edindiler. Oysa tek bir ilah olan Allah'a kulluk etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. O, onların ortak koştuklarından yücedir.” (Tevbe, 9/31)
[4] Elmalılı’nın tefsirinden okuyalım: “Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki: "Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı, -ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve Hristiyandı- Resulullah (asv) Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana "Ya Adiy şu boynundaki veseni at." buyurdu. Ben de çıkardım attım. "Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler." anlamına olan âyetine geldi, ben: "Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi." dedim. Resulullah buyurdu ki: "Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?" Ben de "Evet" dedim. "İşte bu onlara ibadettir." buyurdu. Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğullarında nasıl idi?" diye Abdul'âliye'ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı." dedi. Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 4, Sh.317-318, Azim Yay.)