Şükrü HÜSEYİNOĞLU

17 Temmuz 2008

İSLAM’IN İLK ŞARTI CİDDİYETTİR!

İslam’ın insanlar için öngördüğü hayat ölçülerinin belli sayıdaki emir ve yasaklarla sınırlandırılmasını ve böyle bir sınırlandırmaya dayalı “İslam’ın şartları” şeklinde bir sınıflandırmaya gidilmesini doğru bulmadığımı bir kere daha belirtmeme gerek var mı bilmiyorum. Bir ritüel dini değil hayat dini olan, hayatın her an ve alanına dair sözü olan İslam’ın “5 şart”, “32 farz”, “54 farz” gibi sınırlayıcı ve indirgemeci yaklaşımlarla anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılması yanlıştır. Temel şartların öne çıkarılması anlamında bu tür bir sınıflandırma olabilecekse de, mevcut sınıflandırmada bu anlamda da bir isabet kaydedilmediği açıktır. Zira mevcut sınıflandırmadaki “İslam’ın beş şartı” içinde İslam’ın en temel şartlarından cihad ve iyiliği emr kötülükten nehy yükümlülüğü bile bulunmamaktadır. Bu da söz konusu sınıflandırmanın aslında kasıtlı bir “sınırlandırma” çabasının ürünü olduğunu ortaya koymaktadır ki, bunun failinin, hayat dini İslam’ı hayattan uzak bir ritüel dinine indirgemeyi amaçlamış olan Emevi-Abbasi sultaları olduğu konuya vakıf olanlarca bilinmektedir.

 

Başlığın zorunlu kıldığı bu girizgahtan sonra yazımızın konusuna geçebiliriz. Alemlerin Rabbi yüce Allah’ın insanlığa sunduğu alternatifsiz mutluluk reçetesi olan İslam, insanlardan öncelikle şu iki tutumu talep eder: Birincisi, her türlü kirliliğe, sapmaya ve tüm put ve putlaştırmalara karşı “la” kelimesinde karşılığını bulan açık ve kesin bir reddiye; ikincisi ise, bu reddiye ile tertemiz kılınıp imanın ihya ve inşasına hazır hale getirilen yüreklerde    

“illa” vurgusuyla imanın iktidarının ilanı. İslam’ın bu giriş kapısının birincil anahtarı ise ciddiyettir. Zira ciddiyet olmadan ne “la”nın bir anlamı olur, ne de “illa”nın.

 

“La” ve “illa”yı, hayatı yeni baştan kuran, hurafenin yerine sahih bilgiyi,  kötülüğün yerine iyiliği, haksızlığın yerine adaleti, tuğyan yerine alemlerin Rabbi’ne itaati, ölçüsüzlük yerine ölçülülüğü netice veren bir kutlu inkılabın giriş kapısı olarak algılayıp dillendirmek yerine, hiçbir pratik karşılığa sahip bulunmayan törensel bir söyleyişe indirgemek, dünyanın bu en ciddi ifadesini ciddiyetsizliğe mahkum etmek demektir. Ve ne yazık ki İslam toplumlarına musallat olan sulta rejimleri bunu başarmışlardır! “La” derken neleri reddettiğini, nelerden beri olup nelere muhalif kalmaya söz verdiğini, “illa” derken neye söz verdiğini, neye vurgu yaptığını bilmeyen, bilmek şöyle dursun merak bile etmeyen birinin “la”sı ve “illa”sı ne kadar ciddi olabilir?

 

İslam insandan öncelikle ciddi olmasını ister. Ciddiyet, esasında tıpkı güçsüzlere merhamet ve yaşlılara şefkat gibi insanın fıtri olarak beraberinde getirdiği bir özelliktir. Ciddiyetsizlik ise tıpkı merhametsizlik gibi olumsuz etkileşimlerin sonucu ortaya çıkan marazi bir durumdur. Yani ciddiyet asıl olan, ciddiyetsizlik ise türedi olandır.

 

Ciddiyetsizlik ilk elde vurdumduymazlık ve “adam sen de”ciliği sonuç verir. Ciddiyetsizliğin en uç noktası ise laubaliliktir. Vurdumduymazlık hayatın anlamına kapalı kalmayı, laubalilik ise hayatın anlamını sulandırmayı, hayatın anlamını bildiren Rabbani ölçüleri oyun ve eğlence edinmeyi doğurur. Laubaliliğin kaynağı ise, Rabbani öğretileri tahrif etmeye yönelik şeytani saptırmalardır. Nitekim, Kur’an-ı Hakim’de Rabbimiz, önceki ümmetlerin kendilerine bildirdiği hükümlere tabi olma konusunda laubali davranmaya yönelmelerinin sebebi olarak bu hususa vurgu yapmaktadır:

 

“Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir.

 

Bu, onların: 'Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak' demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür.” (Ali İmran 3/23-24)

 

“Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici yararını alıyor ve: 'Yakında bağışlanacağız' diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. Korunanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz?” (A’raf 7/169)

 

Evet, “ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacak” ve “nasıl olsa bağışlanacağız” gibi kendi uydurdukları safsatalar önceki ümmetleri Allah’ın ölçülerine tabi olma konusunda laubaliliğe sevk etmiş ve duyarsızlaştırmıştı. Rabbimiz bu durumu Kur’an’da haber vererek bizleri bu tür sapmalara karşı uyarmış ve sair ayetlerle, Rabbani ölçülere sımsıkı sarılmaya, bildirdiği hayat ölçülerine karşı duyarsız kalmamaya çağırmıştır.

 

“Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.

 

Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.

 

İşte gerçek mü'minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.” (Enfal 8/2-4)

“Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.” (Furkan 25/73)

Bugüne geldiğimizde, Rabbimizin Kur’an’da “Mü’minlerin vasıfları” olarak bildirdiği bu temel vasıflardan uzak, İslam’a inanma iddiasında olmakla birlikte İslam’a ait neredeyse hiçbir değer taşımayan, namazsız-niyazsız yığınlarca insanın varlığını acı bir gerçek olarak müşahade etmekteyiz. Oruç ve Cuma namazı gibi belli dönemlere ait ibadetleri aksatmayıp beş vakit namaza ise yanaşmayanlar, Cuma namazından çıkıp veya iftar sofrasından kalkıp soluğu kahvehanelerde kumar oyunlarının başında alanlar…

 

Şöyle bir bakalım çevremize: İslam üzere olduğunu söyleyen insanlar arasında Kur’an’ın zikrettiği vasıfları taşıyanlar mı daha fazla, yoksa İslam’ın ölçülerine karşı duyarsızlaşmış, beş vakit namaza yanaşmayıp oruç ve Cuma namazı gibi belli zamanlara has ibadetleri kaçırmamak örneğinde olduğu gibi yüce Allah’ın hükümlerine karşı keyfi ve laubali bir tutum içinde olanlar mı?

 

“Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacak”, “Nasıl olsa bağızlanacağız”, “İnandıktan sonra ne yaparsan yap eninde sonunda cennettesin” gibi aldatıcı ve duyarsızlaştırıcı anlayışların önceki ümmetlerde olduğu gibi Müslümanlar arasında da yayılması beraberinde Allah’ın hükümlerine karşı ciddiyetsizliği, duyarsızlığı ve hatta laubaliliği doğurmuştur. Oysa Rabbimiz Kitab-ı Keriminde “ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacak” gibi aldatıcı ve duyarsızlaştırıcı inanışların bir safsatadan ibaret olduğunu bildirmiş ve kurtuluşun ancak iman-amel bütünlüğünde İslam’a tabi olmakla mümkün olduğunu beyan etmiştir:

 

“Dediler ki: 'Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir.' De ki: 'Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmezYoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?'

 

Evet; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.

 

İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara 2/80-82)

 

Rabbimiz Mü’minleri vasfederken “Onlar ayetlere karşı sağır ve kör davranmazlar” buyuruyor. Hz. Peygamber’in öncülüğünde oluşan ilk Kur’an nesli Rabbimizin buyurduğu bu vasıf üzere idiler. Onlar Allah’ın ayetleri karşısında haşyet ve teslimiyet hali üzere idiler. Onların ayetler konusunda parolaları “işittik ve itaat ettik” şeklindeydi. Ayetlerle yaşıyor, ayetlerle kendilerine çeki düzen veriyor, ayetlerle istikamet belirliyor, ayetlerle yanlışlarından vazgeçiyorlardı. İçkiyi haram kılan Maide Suresi 90. ayet inzal olunduğunda Medine sokaklarında içkiden dereler oluştuğu haber verilmektedir kaynaklarda. Zira onlar Allah’ın ayetlerine ciddiyetle yöneliyor, ciddiyetle kulak veriyor ve ayetlerin gereğini tereddütsüz olarak yerine getirmeyi Müslüman olmanın olmazsa olmazı biliyorlardı. Onlar ciddiyetsizliğe, duyarsızlığa, laubaliliğe asla prim vermiyorlardı. Hayatlarında ciddiyetle güler yüzlülüğü, net olmakla yumuşak huylu ve şefkatli olmayı çok iyi şekilde formüle etmişlerdi. Gayet ciddiydiler fakat asla asık yüzlü ve somurtkan değildiler.

 

Allah’ın ayetleri karşısında duyarsızlığın ve onun da ötesinde laubali davranmanın tohumları, Hz. Peygamber sonrası dönemde yaşanan çeşitli sorunların doğurduğu fırkalaşmalar ve bu fırkalaşmalarla birlikte ortaya çıkmaya başlayan konjonktüre dayalı farklı itikadi yorumlarla Kur’ani öğretinin dışına çıkılmaya başlanmasıyla atılmıştır. Bu süreçlerde, Rabbimizin Kur’an’da sıkı sıkıya bağladığı iman ve amel bağı koparılıp amelsiz bir imanın makbuliyeti anlayışı ortaya atılmış, bunun yanı sıra kadercilik ve şefaatçilik anlayışları üretilerek insanların İslam’la olan bağı ciddi şekilde sakatlanmıştır. Rabbimizin Kur’an’da Nisa Suresi 17-18, Nisa 146, En’am 154, Nahl 119, Meryem 60, Furkan 71, Tahrim Suresi 8 gibi ayetlerde bildirdiği “makbul tevbe”nin sınırlarını gözetmeyip önceki ümmetlerde olduğu gibi “Nasıl olsa bağışlanacağız” şeklindeki duyarsızlaştırıcı anlayışa kaynaklık eden “kurtuluş kapıları” icad edilmiştir. Hiçbir pratik bağlayıcılık içermeyen bir iman iddiasını makbul gören ve sahibini cennetle müjdeleyen bu tür aldatıcı anlayışlar, beraberinde Allah’ın hükümlerine karşı ciddiyetsizliğin, duyarsızlığın ve daha da ötesinde laubaliliğin boy verip yaygınlaşmasını getirmiştir.

 

Günümüzde söz konusu ciddiyetsizlik, duyarsızlık ve laubalilik sorununun çok yaygın bir halde yaşandığı aşikardır. Milyonlarca namazsız, taatsız, İslam’a inanan ama İslam’la yaşamayan “Müslüman” var bugün yeryüzünde. Şayet, iman iddiasında olduğu halde İslam’ın kapısından geçmeyen, namaza-niyaza yanaşmayan bu “İslamsız Müslümanlar”ın hastalığına çare olmak, onların İslam’la tanışmasında ve sahiden İslam’ın insanı olmasında bir öncülük işlevi görmek istiyorsak öncelikle meselenin kaynağını teşkil eden ciddiyet sorununu çözmeye çalışmamız gerekir. Ciddiyet sorununu çözmenin ilk adımı ise, insanları kulaktan dolma/zanna dayalı iddiaların karanlığından, vahyi bilginin aydınlığına taşımak ve ciddiyetsizliğin kaynağı olan “Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacak”, “Nasıl olsa bağızlanacağız”, “İnandıktan sonra ne yaparsan yap eninde sonunda cennettesin” şeklindeki Kur’an dışı anlayışları bertaraf etmektir.