Şükrü HÜSEYİNOĞLU

27 Mayıs 2011

İTİDAL KAVRAMI DOĞRU ANLAŞILIYOR MU?

Kur'an'ın doğrudan zikrettiği bir terim olmasa da, adalet üzere olan hal ve tutumu ifade eden ve bu sebeple İslami ıstılahta sıkça kullanılan itidal kavramının doğru anlaşılması çok önemlidir. Bununla birlikte birçok İslami kavram gibi itidal kavramının da tarihsel süreçte anlam kaybına uğradığını söylemek haksızlık olmayacaktır.

İtidal kavramını doğru anlamak, beraberinde ifrat ve tefrit terimlerinin de doğru anlaşılmasını getirecek ve böylece hangi hal ve tutumun mutedil, hangi hal ve tutumların ise ifrat ve tefrit olduğu konusunda zihinlerin netleşmesi sağlanacaktır. 

İfrat ve tefrit sözcükleri; itidal üzere / mutedil olmanın her iki tarafındaki aşırılık durumunu ifade etmektedir. Terim olarak “İfrat”, inançta, sözde ve amelde aşırıya gitmek, haddi (Hududullah’ı) aşmak; tam tersi uçta bulunan “tefrit” ise, Hududullah’a tâbi ve teslimiyet konusunda gevşeklik göstermek, Rabbani yükümlülükler konusunda gerekli duyarlılığı göstermemek anlamına gelmektedir. 

İfrat ve tefrit terimlerini bir örnekle müşahhaslaştırmak gerekirse, Rabbimizin helal – haram sınırları konusunda duyarsız ve gevşek davranmak tefrit, helal – haram konusunda vahyin ölçülerinin ötesine geçerek, hassasiyet adına Rabbimizin haram kılmadığı bir şeyi haram telakki etmek ise ifrattır. Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı anlayışı bu tutuma örnektir.         

İtidal ise, inanç, söz ve amelde adalet üzere olmak demektir. Adalet teriminin, “her şeyi yerli yerine koymak, her şeye hakkını teslim etmek” anlamına geldiğini ve bunun da ancak Hududullah’a tâbi olmakla mümkün olduğunu hatırladığımızda, itidal üzere olmanın, Allah’ın sınırlarına sadakat demek olduğunu görürüz. 

İtidal üzere olmak, önümüze çıkan üç şıktan ortadakini işaretlemek demek değildir. İtidal, üç şeyden ortadakini benimsemek ve ona tâbi olmak değildir. İtidal, yüce Allah’ın ölçülerini gözetmek, eksiltmeden ve artırmadan bu ölçülere bağlı kalma cehdi göstermektir. Sırat-ı mustakîm üzere bulunma gayretinde olmak ve onun ötesine geçmekten de, berisinde kalmaktan da imtina etmektir.  

Demek ki, itidal “orta yol”, itidal üzere olmak da “orta yolda olmak” değildir. İtidal, Allah’ın yolu ve mutedil olmaksa Allah’ın yolunda olmaktır. Yani itidalin referans noktası Allah’ın ölçüleridir. Hududullah’tır.

İtidal, kelime veya terim olarak Kur’an’da geçmez, fakat Kur’an baştan sona bir itidal, adalet üzere olma öğretisidir. Kur’an, yeme – içme konusunda da, yürümek, konuşmak gibi bedensel faaliyetlerde de, kazanma ve harcamada da, mükafat ve ceza vermede de, barışta da savaşta da itidal üzere, adaletli olmayı, her şeyi yerli yerine koymayı öngörür. Kur’an’ı ahlak edinmiş olan Allah Rasulü’nün (s) hayatı ve vahyin ışığında meydana getirdiği toplumsal ve siyasal işleyiş itidalin müşahhas örneğini oluşturmuştur.

Tarihsel süreçte birçok kavram gibi itidal kavramının da anlam farklılaşmasına maruz bırakıldığı görülmektedir. Bugün de “itidal” dendiğinde çoğu insanın zihninde “orta yol” karşılığı belirmektedir. Bu anlayışın gelişmesinde, “mutedil anlayış” olma iddiasındaki Sünni geleneğin büyük payı olduğu anlaşılmaktadır. Zira Sünni gelenek “mutedil” olmayı, aşırılık içerisinde gördüğü kendi dışındaki ekollerin ortasını bulmak olarak anlamış ve yaklaşımlarını genelde bu tür bir orta yol arayışı üzerine bina etmiştir. Sünni geleneğin iman – amel ilişkisi, hilafet, zalim sultana karşı takınılacak tutum gibi konulardaki yaklaşımı göz önüne alındığında bu “orta yol” arayışının pragmatist izleri açıkça görülür. Bu sebepledir ki Sünni gelenek bu tür konularda açık ve net bir tutum ortaya koyamamış, her tarafı idare etmeye yönelik bir “orta yol” anlayışını temsil etmiştir. “Ehl-i Sünnet Akaidi” kitaplarındaki “Zalim ve Fâsık Sultanın Durumu” başlıklı bölümleri okumak söylemek istediğimizi anlamak için yeterlidir.

Bu konuda ilginç bir örnek olması açısından Muhammed Ebu Zehra’nın “Mezhepler Tarihi” adlı kitabında “Hilafet Konusunda Ehl-i Sünnet Mezhebinin Görüşü” başlıklı bölümde yer alan bir paragrafı paylaşmak istiyoruz:

“Aleviler, halifeliği, Peygamberden intikal eden bir miras ve Peygamberin, kendisinden sonrakilere yaptığı bir vasiyet saymışlar, ve sadece bu görüşü benimsemişlerdir. Diğerleri ise halifelik hususunda bütün kayıt ve şartları hiçe saymış, geniş bir mezhep tutturmuşlardır. Ehl-i Sünnet Vel Cemaat ise orta yolu seçmiş, Peygamber Efendimiz (s. a. v.)’den rivayet edilen “Halifeler Kureyştendir” hadi-i şerifine sarılarak, halifenin Kureyş’ten olması husuusnda umumiyetle ittifak etmişlerdir…”[1]

İslamsız, Tevhidsiz Adalet Olmaz

Bugün dünyadaki hemen tüm ideoloji mensuplarının, inanç gruplarının ve siyasi organizasyonların, kendilerini itidal üzere olmakla nitelendirdikleri görmekteyiz. Her inanç ve düşünce grubu, kendileri dışındakilerin “aşırılıklarından” söz edip, kendilerini mutedil çizginin temsilcisi olarak takdim etmektedir. Dünyadaki inanç ve düşünce çeşitliliği kadar, aşırılık algısı ve mutedillik tanımı söz konusu. Zira her inanç ve düşünce grubunun farklı referansları ve doğru-yanlış ölçütleri var. 

Dolayısıyla bu alanda da bir İslam – sekülerizm çatışması söz konusudur. Bizlerin adalet anlayışımız ve buna bağlı olarak ifrat, tefrit ve itidal kavrayışımız Allah’ın ölçülerinden bağımsız olabilir mi? Tevhidden, Allah’tan bağımsız bir adalet mümkün müdür? İşte bu soruların cevabı, itidal üzere olmanın ne demek olduğuyla da yakından ilgilidir.  

Son dönemlerde bazı Müslümanları bile etkisi altına almış görünen İslam’dan, Allah’ın hükümlerinden bağımsız seküler adalet anlayışının temelsizliği tartışma götürmez. Allah’ın hükümlerinden bağımsız bir adalet tahayyülü, Allah’sız bir dünya tahayyülü değilse nedir? Adalet olsun iyi güzel de, adalet nasıl olacak, adalet hangi ölçülerle sağlanacak? Yüce Allah’ın ölçü ve hükümleri olmadan her şeyi yerli yerine koymak ve her haklıya hakkını iade etmek nasıl mümkün olacak? Hududullah olmadan adalet mümkün idiyse niçin Rabbimiz Kitab-ı Keriminde “Adaletli olun” demekle yetinmemiştir de adaletin nasıl sağlanacağına dair onca ölçü ve hüküm bildirmiştir?

Neyin İtidal, Neyin Aşırılık Olduğunun Referansı Vahiydir

İşte bu sorular, itidal kavramı ve algısı için de aynı şekilde geçerlidir. İnsanlara kalırsa on binlerce itidal tanımı ve anlayışıyla karşılaşırız ve insanlar “herkesin itidali kendine” der işin içinden çıkıverirler. Oysa insanlar için doğru ve yanlışın ölçüsünü, mutedil ve aşırı olanın ne olduğunu belirleme yetkisi, yalnızca insanları yaratan ve onlar için sınır tayin etme, hükmetme yetkisini elinde bulunduran Rabbimize aittir. Dolayısıyla neyin itidal, neyin aşırılık olduğunun referansı Rabbimizin vahiyle bildirdiği ölçülerdir. 

Bu noktada bir örnek vermek gerekirse, şayet itidal üç şeyden ortada olanı tercih etmek olsaydı, Rabbimizin hesap günü insanların ayrılacağı üç ana grubu beyan ederken dile getirdiği kitabı soldan verilenler, kitabı sağdan verilenler ve sabikûn arasında mutedil tercih, kitabı sağdan verilenlerden olmak olacaktı. Oysa bilindiği gibi Rabbimizin teşviki, sabikûndan olmaya çalışmamız yönündedir. İtidalin orta yolda olmak demek olmadığı, Fâtır Sûresi 32. âyette son derece açık şekilde ortaya konulmaktadır.

Bu bilgiler ışığında ifrat ve tefritten arınmanın, inanç, düşünce ve amelde her türlü bâtıl yönelimlerden, geleneksel ve modern bidatlardan, her türlü cahiliye kalıntısından uzaklaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Zira kaynağını vahiyden, yani yüce Allah’tan almayan ne varsa cahiliye ürünüdür, aşırılıktır. Aşırılık, insanların teşkil ve temsil ettiği ortalama inanç, düşünce ve yaşayış biçiminin dışında olan değil, yüce Allah’ın ölçülerinin dışına taşandır. Şayet aşırılığın ölçüsü insanlara göre belirlenmiş olsaydı, küresel ve yerel istikbarın Müslümanlar için kullandığı “aşırı dinci” tanımı haklı olurdu!  

İfrat, tefrit ve itidal terimlerinin İslami ıstılahtaki yerini bu şekilde açıklamaya çalıştıktan sonra, şimdi bu izahlar üzerinden güncel bazı gelişmeleri inceleyebiliriz. Bu noktada medyada yer alan iki güncel haber üzerinden konuyu açmaya çalışalım.  

Batılı  Kavramlarla Değil, Kur'ani Kavramlarla Konuşmalıyız

Üzerinde durmak istediğim birinci gelişme, Tunus’ta En Nahda hareketinin lideri Raşid Gannuşi’nin, Mısır’da ise İhvan sözcülerinin, bölgedeki hadiseler üzerine yaptıkları açıklamalarda, aşırılık karşıtı ve mutedil hareketler olduklarını ifade ederken kullandıkları argümanlar. Gannuşi, Tunus olayları başladığında sürgünde bulunduğu Londra’dan yaptığı açıklamada kendilerinin AKP’nin iktidara geliş modelini örnek aldıklarını ve parlamenter demokrasiden yana olduklarını belirtip, bu çizgiyi mutedil çizgi olarak tanımladığı gibi, İhvan sözcülerinden Cemal Nassar da, Batılıların iddia ettiğinin aksine İslami bir rejim değil, demokratik bir yönetim istediklerini belirtiyor ve şöyle diyordu: "Türkiye, beğendiğimiz, takdir ettiğimiz bir yönetim. Ama, birebir örnek de olamaz. Çünkü Mısır'ın kendine has gerçekleri söz konusu. Biz mutedil bir hareketiz. Kesinlikle şiddeti reddediyoruz. Her grupla diyalog halindeyiz." Gannuşi’nin Tunus’a dönüşünde taraftarlarının attığı bir slogan da ilginçti: “Aşırılığa hayır, mutedil İslam’a evet!” 

Görüldüğü  gibi Gannuşi ve İhvan sözcüsü, mutedil olmayı, dünya istikbarının kabul etmediği / etmeyeceği İslami hedefler yerine, Türkiye modelinde olduğu gibi demokratik bir sistem içerisinde yer almayı kabullenmek olarak değerlendirmektedir. Şiddete dayalı bir hareket yöntemi aşırılıktır evet, fakat salt bu aşırılığa karşı çıkmak bir hareketi mutedil kılmaz. Başta da belirttiğimiz gibi itidalin, mutedil olmanın ölçüsü, referansı Allah’ın ölçüleridir. O halde şiddete dayalı hareket yöntemine karşı çıkıp demokratik rejim taraftarı olmak, mutedil bir yaklaşım değildir. İfrattan kaçıp tefrite yönelmektir. Demokratik rejimlere taraf olmayı mutedil tutum olarak nitelendirmek, adalet mefhumunu İslam’dan bağımsızlaştırmak ve sekülerleştirmektir. Zira demokrasi, Batı düşüncesinin ürettiği ve temelde insanı hakikatin mutlak belirleyicisi gören bir dünya görüşüdür. 

Cengiz Çandar’ın geçtiğimiz ay Taraf gazetesine verdiği mülakatta sarf ettiği  “Ortadoğu’daki İslami hareketler bakımından bir kutbu AK Parti, diğerini El Kaide temsil ediyor. Bölgedeki İslami hareketler ya El Kaideleşecekler ya da AK Partilileşecekler” sözleri de konumuz açısından önemlidir. Bugün birçok yorumcu ısrarla Müslümanların önüne bu iki seçeneği koymaktadır. Çoğu yorumcu da, El Kaide seçeneğine karşın AKP çizgisini mutedil olarak nitelendirmektedir. Bu tür bir dayatmaya karşı, ölçüsüz şiddetin de, Allah’ın dinini yeryüzünde hakimiyet iddiası olan bütüncül bir hayat nizamı olmaktan uzaklaştırıp liberalizm ve laisizme payanda kılan, demokrasiyle örtüştüren sentezci ve uzlaşmacı anlayışların da İslam’ı temsil edemeyeceğini, mutedil olmanın, bu gibi aşırılıklardan arınmakla mümkün olacağını vurgulamak gerekir.  

Despotizm ve Demokrasi Cahiliyeye Ait İfrat ve Tefriti, İslam İtidali Temsil Eder

Bu konuda şunu belirtmeliyiz ki; kör ve ilkesiz, ölçüsüz  şiddete dayalı yöntem İslami  olmadığı gibi, despotizm, diktatörlük ifratı, demokrasi tefriti, İslam ise itidali temsil etmektedir. Bu sebeple Müslümanlar, tağuti diktatörlük ve despotizm ifratından kaçarken, bir başka tağuti sistem olan demokrasi tefritine sığınmamalı, vahiy ölçülerinde mutedil olana, yani insanlığı içinde bulunduğu karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, sömürü ve zulümden kurtarıp sahici ve bütüncül adalete ulaştıracak tek yol olan Kur’ani alternatife yönelmelidirler.

Netice olarak, tarihsel süreçte anlam farklılaşmasına maruz bırakılarak “orta yol” olarak anlaşılmaya başlanan “itidal” kavramının bu şekilde “üç seçenekten ortadaki” anlamında olmadığını, “Hududullaha uygun olan seçeneği” ifade ettiğini bilmek gerekir.


[1]Prof. Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyâsî, İtikâdî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, Sh. 86, Hisar Yayınevi 

(Not: Bu yazı, İktibas Dergisi'nin Mayıs sayısında yayınlanmıştır.)