Şükrü HÜSEYİNOĞLU

16 Kasım 2021

KADİM VE GÜNCEL BOYUTLARIYLA “CÂHİLİYE”

İslam’ın doğru anlaşılması ve güncel olarak aktif bir hayat tarzı ve nizamı olarak insan ve toplum hayatında belirleyici olmasının bir şartı da, gerek İslam’ın kavramlarının, gerekse mevcut durumda insanların algısını oluşturan, toplumlara yön veren egemen paradigmalara ait kavramların güncel karşılıkları ve şümulleriyle bilinmesidir.

İslami kavramların sözlük ve ıstılahi anlamları bilindiği halde, bu kavramların güncel karşılıkları üzerinde durulmaz ise, hayattan ve egemenlik ilişkilerinden kopuk, İslam’ın, bâtılı bâtıl bilip ondan teberri ve hakkı hak bilip ona ittiba öğretisi ve yeryüzünde hakkı egemen kılma hedefinden uzak, asırlar öncesinin ezberlerini, bugüne güncellemeden tekrarlayan algı ve anlatım biçimleri geçerliliğini sürdürecektir.

“Pergel metaforu” olarak ifade olunan, mü’minin bir ayağının İslam’ın hakikat öğretisinde sâbit olup, diğer ayağıyla dünyayı gezmesi teşbihi, tabii ki salt fert planında değil, İslam’ın yeryüzünde egemen kılınması hedefine sahip topluluklar olarak da mü’minlerin, İslam’ın kavramlarını güncel bir okuyuş eşliğinde doğru kavrayıp, bununla birlikte egemen ideolojilerin kavramlarını da bilerek İslam dâvâsında istikameti kazanma imkânına kavuşacaklarını ve istikamette sebat edebileceklerini söyleyebiliriz.

İslam’ın kavramları öğrendiğimiz halde, modernizm, hümanizm, demokrasi, özgürlük, liberalizm, post-modernizm, jakobenizm, anglo-sakson laisizm gibi güncel ideolojik kavramlara muttali olmadığımız takdirde, hakla bâtılı kesin ve keskin hatalrla birbirinden ayırt etmede zaafa düşebilir ve ayrıca İslam’ı asrın idrakine söyleme imkânı da bulamayız. Söz konusu güncel ideolojik kavramları bilip de, İslam’ın kavramlarını güncel karşılıklarıyla kavrama halini kesbetmediğimiz takdirde ise, pergelin sâbit kalması gereken ayağını sâbit tutamaz, algısını güncel akımların belirlediği, yörüngesiz, her rüzgârda “sağa”-“sola” savrulmaya teşne bir sâbitesizliğe düçar olabiliriz. Tıpkı bugün yaygın şekilde yaşandığı gibi…

İslam’ın kavramlarının lafzi ve ıstılahi amlanlarının izahının ötesinde güncel bir okuyuşa tâbi tutularak asrın idrakine söylenmesi hususunda Mevdudi’nin “din”, “ibâdet”, “ilah” ve “rab” kavramlarını Kur’ani temelde güncel bir perspektifle yeniden gündeme getirdiği “Kur’an’a Göre Dört Terim” eseri ile, Seyyid Kutub’un özellikle de “câhiliye” kavramını yine Kur’ani temelde güncel bir okuyuşa tâbi tuttuğu “Yoldaki İşaretler” eserini zikretmemiz mümkündür. Seyyid Kutub’un, cezaevi hastanesinde ziyaretine gelen arkadaşlarına Mevdudi’nin “Dört Terim” eserini hassaten tavsiye etmesi önemlidir.[1]

İslam’ın kavramalrının Kur’ani temelde güncel okuyuşa tâbi tutulmasının yanı sıra, egemen ideolojilerin kavramlarının bilinip İslami açıdan doğru değerlendirilmesi  konusunda da Ercümend Özkan ve talebelerinin çalışmalarını örnek çalışma olarak zikredebiliriz. Şahsen, modern kavramları kavramada ve bu kavramları net bir İslami bakışla konumlandırmada Ercümend Özkan ve Kürşad Atalar’ın ilgili çalışmalarından çokça istifade ettiğimiz belirtmeliyim.

Konumuz olan “câhiliye” kavramını Kur’ani temelde güncel karşılıklarıyla yeniden Müslümanların gündemine taşıyan isim, yukarıda da belirttiğimiz gibi Seyyid Kutub olmuştur. Kutub, kavramıizah ve bugünkü sosyo-politik karşılıklarını tesbitten sonra, “İslam ile cahiliyenin keskin farklılığı ve uzlaşmazlığı”, “İslam toplumu ve câhiliye toplumu farkı”, “cahiliyeden ilkesel hicret/ayrışma” gibi hususlara vurgu yapmış ve böylece köklü İslami siyasi bilince çok önemli katkıda bulunmuştur .

Kutub, İslam’a, yani Âlemlerin Rabbi Allah’ın yol göstericiliğine dayanmayan her türlü anlayış, pratik ve işleyiş demek olan câhiliye mefhumunu, 20. asır bağlamında güncel anlamda müşahhaslaştırmıştır. Nitekim kardeşi Muhammed Kutub da “20. Asrın Câhiliyesi” kitabında bu çerçevede değerlendirmelerde bulunmuştur.

Seyyid Kutub, İslam’a dayanmayan, insan hevası üzere bir yaaşyış ve ilişki örgüsüne sahip olan toplumları açık şekilde “câhiliye toplumu”, İslam’ın ölçülerine, hükümlerine tâbi olmayan, insan hevasına dayalı yasalarla yönetilen düzenleri de “câhiliye düzeni” olarak nitelendirmiştir, ki bu tanımlar Kur’an’ın bu kavramla ilgili öğretisinin son derece isabetli bir güncel tefsirinden ibarettir.

Câhiliye kavramıyla ilgili bugüne kadar birçok makale yazıldı, sohbetler yapıldı. Biz bu yazımızda özgün bir boyut olarak, Kur’an’da câhiliye kavram ve olgusu çerçevesinde zikredilen dört terkip üzerinden, klasik ve modern/post-modern câhiliyeyi yorumlamaya çalışacağız, inşallah.

Lügat anlamı olarak bilginin zıddı, ıstılahi anlam olarak ise ilmin zıddı olan “cehl” kökünden türeyen cehâlet kelimesi lügatta; bilgiden mahrum olma, bilgisizlik, ıstılahta ise; ilimden (vahyin bilgisinden ve yol göstericiliğinden) mahrum olma anlamına gelmektedir. Bir Kur’an kavramı olarak câhiliye ise, İslam’ın bildirdiği dünya görüşü ve hayat nizamının zıddı olarak cehâlet üzere bulunulan hal, anlayış, yöneliş ve işleyişi ifade etmektedir.

Râgıb el-İsfahanî, “cehâlet”in üç çeşit olduğunu belirtmekte ve onları, bilgiden yoksun olma, doğru inancın hilafına inanç sahibi olma ve amelde doğrudan sapma (namazı terk etmek gibi) olarak tasnif etmektedir.[2] Görüldüğü üzere İsfahânî’nin tasnifinde ilk madde daha ziyade lafzi anlamla ilgili iken, diğer iki madde ıstılahi anlamına tekâbül eder niteliktedir.

Lafzi ve Istılahi Anlam Çerçevesi

Kur’an’da “câhiliye” kelimesi kavram olarak dört yerde[3] geçerken, lafzi anlam çerçevesinde cehl, cehâlet, câhil, cehûl kelimeleri çeşitli ayetlerde yer aldığı görülmektedir. Bu ayetlerde söz konusu kelimeler “bilmemek”, “bilgiden mahrum olmak” anlamlarında kullanıldığı gibi, ıstılahi anlamla ilintili olarak vahyin bilgi ve yol göstericiliğinde uzak olmak, vahye aykırı davranmak anlamlarında da kullanılmaktadır.

Örneğin, Bakara sûresi 273, Nisâ Sûresi 17, Nahl 119, Hucurât sûresi 6 gibi ayetlerde lafzi anlamıyla bilmemek anlamında kullanılırken, Bakara sûresi 67, Yusûf sûresi 33, Hûd 46, Ahzab 73 gibi ayetlerde ıstılahi anlamıyla, vahyin bilgi ve yol göstericiliğine aykırı tutum karşılığında kullanılmaktadır.

İslam, bâtılı imha ve hakkı inşa eden bütüncül bir egemenlik öğretisi olarak, Arapça lafızları kendi öğretisi çerçevesinde kavramsallaştırarak öğretisini bu kavramlar üzerine bina etmiştir. Cehl kökü ve ondan türeyen câhil, cehâlet gibi kelimeler İslam öncesi dönemde Arap yarımadasında “bilgisizlik” çerçevesinde bir anlam karşılığına sahip iken, İslam bu kök ve ondan türeyen kelimeleri “vahiy bilgisine sahip olmamak ve/veya vahye tâbi olmama” bağlamında kavramsallaştırmıştır.

Rasulullah (a.s.)’ın, Mekke’de künyesi “Ebul Hakem” yani “Hikmetin Babası” olan Mekke’nin yöneticiliğini yapan, Darun Nedve’yi çekip çeviren, uluslararası ticaretle iştigal eden ve birkaç yabancı dil bildiği rivayet edilen Amr b. Hişam’ı “Ebu Cehil” olarak vasıflandırmış olması, kelimenin lafız ve ıstılah anlamı arasındaki farkı anlatmak için yeterli bir misaldir. “Ebul Hakem” künyesinin bugün için “ordünaryüs profesör” ünvanına denk geldiğini söylemek mümkündür ki, bu da, Rasulullah’ın söz konusu vasıflandırmasının neye tekâbül ettiğini gösterir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, dört ayette (ki dördü de Medine’de inzal olunan ayetlerdir), her birinde farklı terkipler içinde olmak üzere kullanımış olan “câhiliye” kavramı, vahye dayanıp tâbi olmayan her türlü anlayış, inanış, yöneliş ve işleyişi tanımlayan kapsamlı bir niteliğe sahip olduğu için, Kur’an kavramları içinde ayrı bir yere sahiptir. Bir yerde ya İslam belirleyicidir, ya da câhiliye. Bir toplum ya İslam toplumudur ya da câhiliye toplumudur. Bir siyasi ve iktisadi düzen ya İslam düzenidir ya da cahiliye düzenidir. Bir evde, işyerinde, sokakta, çarşı-pazarda, okulda, hatta mâbedde ya İslam egemendir, ya da câhiliye.

Rabbimiz Kur’an’da “câhiliye” kavramını, İslam öncesi Mekke’de, Yesrib’de vs egemen olan algı, inanış, yöneliş ve işleyişi ifade etmek için kullanmaktadır. Bu kullanımlarda yer verdiği terkiplerle de, bize cahiliyenin mahiyetini somut karşılıklarıyla ifade etmekte, böylece hangi zaman ve mekanda olursa olsun câhiliyeyi tanıyıp tanımlama konusunda bize apaçık ölçüler vermektedir.

Bu giriş ve temel çerçevenin ardından, “câhiliye”nin somut olarak neye tekâbül ettiği, klasik câhiliye ve günümüz modern/post-modern câhiliyesinin ne gibi özelliklere sahip olduğu konusunda, “câhiliye” kavramının geçtiği dört ayetteki dört terkip üzerinden izahlarda bulunmaya çalışalım.

Kur’an’daki Dört Terkip İle “Câhiliye”

Kur’an’da, câhiliye kavramının dört ayette ve her birinde ayrı terkipler içinde kullanılmış olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu ayet-i kerimeler nüzul sırasıyla Âl-i İmrân 154, Ahzâb 33, Fetih 26 ve Mâide 50. ayetleridir. Kullanılan terkipler ise, yine sırasıyla ifade edecek olursak“zannel câhiliyye”,“teberrucel câhiliyye”,“hamiyyetel câhiliyye” ve“hukmel câhiliyye”dir. Bu terkiplerin anlamlarını ve ifade ettikleri sosyo-politik anlayış ve pratikleri kavradığımızda, hem klasik câhiliyeyi doğru tanıma imkânı bulmuş olacağız, hem de bugünün câhiliyesini, modern ve post-modern câhiliyeyi doğru tanıma ve dolayısıyla o günden bugüne aslında câhiliye cephesinde temelde değişen bir şeyin olmadığını kavramış olacağız.

Ayetleri salt geçmişi bize anlatan, tasvir eden bir tarih metni olarak okuyup algılamak yerine, olması gerektiği üzere güncel bir okuyuşla okuduğumuzda, adeta fırından yeni çıkmışçasına taptaze, bugünü anlatan güncel mesajlarla karşılaşmış olacağız. Tabi bunu yaptığımızda, Kur’an’a olan hayranlığımız tazelenmiş, onun icazı karşısındaki taaccübümüz yenilenmiş olacaktır. “Günümüz dünyası, mevcut egemen algı, anlayış ve işleyişler ancak bu kadar isabetli ve veciz anlatılabilirdi” demekten kendimizi alamayacağız.

 Âl-i İmrân sûresi 154. ayeti okuyup üzerinde güncel bir tefekkür ve tezekkür eylemi gerçekleştirdiğimizde, bu ayette geçen “zannel câhiliyye” terkibinin bugünün vahye dayanmayan dünya görüşleri ve algı biçimlerini, Âlemlerin Rabbi hakkında birkaç asırdır üretile gelen ve O’nu salt göklerin rabbi olmaya mahkûm etmeye, O’nun insanlar için çizdiği sınırlara (Hududullah) tâbi olmak yerine, (hâşâ) O’na sınır çizmeye kalkışan bugünün câhiliyesinin zanlarına yönelik de şümullü bir tanımlamayla karşı karşıya olduğumuzu görmüş olacağız:

“Sonra o kederin ardından üzerinize bir güven, içinizden bir kısmınızı bürüyen bir uyuklama indirdi. Bir grup da canlarının derdine düşmüşlerdi; câhiliye zannıyla, Allah hakkında haksız düşüncelere kapılmaya başladılar. Bunlar: ‘Bu işten bize bir şey var mı?’ diyorlardı. De ki: ‘İş (buyruk) tamamıyla Allah'a aittir.’ Onlar, sana açıklamadıklarını kalplerinde gizliyorlar. ‘Bu işten bize bir şey olsaydı burada öldürülmezdik’ diyorlar. De ki: ‘Eğer evlerinizde olsaydınız, haklarında öldürülme hükmü yazılmış olanlar yine mutlaka düşecekleri yerlere varırlardı.’ Allah kalplerinizde olanı imtihan etmek, gönüllerinizi arındırmak için (bu durumlarla sizi karşılaştırıyor). Allah kalplerde olanı bilir.” (Âl-i İmran, 3/154)

Zan, bilindiği gibi Kur’an’da ilmin, kesinlik ifade eden bilginin zıddı olarak kullanılan bir kelimedir. Bu ayet-i kerimede ifade edilen zan, Uhud savaşındaki yenilgi sonrası münâfıkların, Allah hakkında (hâşâ) vaadini yerine getirmediği, mü’minleri yüz üstü bıraktığı gibi zanalrda bulunmaları konu edilmekte ve bu zanalr “zannel câhiliyye” terkibiyle ifade edilmektedir.

Bu ayette kastedilen münâfıkların, inanmadığı halde inanmış gibi görünen ikiyüzlüler değil, imanı tam olarak gönüllerine yerleştirememiş olup, imanla küfür arasında net tercihte bulunamamış, Nisa 143 ve Hac sûresi 11 ve benzeri ayetlerde belirtilen kararsızlık tutumu üzere olan insanlar olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim ikiyüzlüler, liderleri Abdullah b. Ubey b. Selul liderliğinde Uhud yolunda İslam ordusunu terk ederek Medine’ye geri dönmüşlerdi.

Evet, fert ve toplumlar, ilme, yani vahiy bilgisine sahip olup ona ittiba etmezler ise, onun yerini kaçınılmaz olarak kendi zanları veya önceden atalarınca üretilip nesilden nesile yaşatılmaya devam edilen zanlar, hurafeler, umniyyeler/emaniyye (kuruntular) alacaktır. Bakara sûresi 78. ayet-i kerime, bu gerçeği çok veciz bir şekilde dile getirmektedir.

İşte, Uhud’da yaşanan yenilgi sonrası, Allah’a vahyin bilgisi (ilim) üzere iman etmiş ve bu imanı gönüllerine yerleştirmiş olan mü’minler Allah’a iltica ederek O’nun yardımına sığınmışlar ve konu edindiğimiz ayette de bildirildiği üzere, Allah da onların üzerine o zor durumda güven ve sekinet indirmişti. İmanla küfür arasında bocalama zaafı içinde bulunanlar ise, ilk imtihanda câhiliye zanlarına geri dönmüş, kimi insanların Rasulullah’ın emrine itaatteki zaaflarından kaynaklanan yenilginin faturasını (hâşâ) Allah’a çıkarmaya kalkışmışlardı.

Rabbimiz Kitab-ı Keriminde kendisini bize esmâsıyla tanıtmaktadır. O’nu kendisinin bildirdiği isim ve sıfatlarla (Esmâul Hüsna) tanımamadıklarında, insanlar kaçınılmaz olara Allah hakkında câhiliye zanlarına başvuracak, Allah hakkında zanna dayalı algı ve inanışlar oluşturacaklardır. Mekke câhiliyesinde de bu durum böyleydi, bugünün câhiliyelerinde de bu durum böyle olmaya devam etmektedir.

Nasıl ki Mekke câhiliyesinde, Allah salt göklerin rabbi olarak biliniyor ve sosyo-politik düzen ve işleyişten (yanlış bir tenzih akidesi neticesi) tenzih ediliyorsa ve yine uzak bir ilah olarak algılanıp, dua ve ibâdetleri O’na ulaştıracak “aracı ilahalr” ihdas ediliyorsa, bugünün modern ve post-modern câhiliyelerinde de benzer zanlar geçerliliğini sürdürmekte, âlemlerin Rabbi Allah, hâkim değil (hâşâ) mahkûm bir ilah konumunda algılanmaya devam edilmektedir.

Rabbimizin bize bildirdiği vahiy bilgisi (ilim), O’nu biz el-Melik, el-Hakem, el-Hâdi, Er-Reşîd, el-Kayyum olarak, yaratan ve emreden yegâne hak ilah ve rab olarak tanıtırken, geçmişin olduğu gibi bugünün egemen câhiliyeleri ise O’nu bir “mâbed tanrısına”, salt “göklerin rabbi” konumuna, kulları için ölçüler belirleyip sınır çizen hâkim ilah değil, kendisine kulları tarafından sınır çizilen (hâşâ) mahkûm bir ilah konumuna indirgenmeye çalışılmaktadırlar.

Kısacası, ayetteki “zannel câhiliyye” terkibi, güncelliğini, fırından yeni çıkmışçasına tazeliğini korumakta, dünün câhiliyesini tasvir ettiği gibi, bugünün câhiliyesini de tasvir etmeyi de sürdürmektedir.

Kadim ve Modern Câhiliyelerin Ana Sermayesi: Teberruc

Ahzâb sûresi 33. ayet üzerinde güncel bir okumayla tefekkür ve tezekkürde bulunduğumuzda, ayetteki “teberrucel câhiliyye” terkibinin salt geçmişin câhiliyesini tanımlamakla kalmayıp, bugün de kadını bir cinsel obje olarak araçsallaştıran ve toplumlar üzerinde yürüttüğü tüm mühendislik operasyonlarını araçsallaştırdığı kadın cinselliği üzerinden sürdüren bugünün modern ve post-modern egemen kültürlerini de tanımlayan son derece güncel bir terkip olduğunu göreceğiz:

“Evlerinizde vakarla oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk câhiliye kadınları gibi açılıp saçılmayın, namazı ikame edip zekatı verin, Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah sizden günahları gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzab, 33/33)

Teberruc kelimesi, tam olarak tesettürün zıddı olarak, kadının güzelliğini teşhir etmeye, dişiliğini dışa vurmaya çalışmaya çalışmasına denmektedir. Türkçede “burç” olarak ifade ettiğimiz Arapça “burç” kelimesi, yüksekte olup herkesçe görünebilen saray anlamına gelmekte, teberruc kelimesi de buradan mülhem, kadının kendisini ve dişiliğini görünür kılmaya, teşhir etmeye çalışması anlamında kullanılmaktadır.

Câhiliye döneminde kadınların yaygın şekilde bir cinsel obje olarak görülüp, fuhuş sektörünün sermayesi ve bir eğlence nesnesi haline getirildiği bilinmektedir. Düzenledikleri toplantılarda envai çeşit şarapla sarhoş olan Mekke ileri gelenlerinin, dansöz kadınların şarkılarıyla da coştuğu siyer kaynaklarında anlatılmakta, câhiliye dönemi şiirinde de bu durum çokça tasvir edilmektedir.

İslam, kadın cinselliğinin tesettürle mahremiyet niteliğine kavuşturulması ve böylece kadının dişiliği yerine kişiliğinin öne çıkarılmasıyla saygın bir özne olarak topluma katılmasını öngörmektedir. Oysa geçmişin ve bugünün câhiliyesi, kadını teberruce teşvik etmekte, böylece dişiliğiyle öne çıkmış kadını kendi sosyo-politik ve ekonomik çıkarları açısından kolaylıkla araçsallaştırabilmektedir. Bugün medya araçları tarafından topluma “saygın sanatçılar” şeklinde tanıtılan kadınların, konum ve işlev olarak esasında Mekke’deki toplantılarda varlıklı sarhoşların şehvetlerine hitap eden şarkıcı, dansöz köle kadınlardan zerre farkı yoktur.

Kadın bedeni teşhirciliği (teberruc), bugünün dünyasında en yaygın ifsad biçimidir. Toplumlar, kadın cinselliği üzerinden dönüştürülmekte, fısk-fücur kadın cinselliği üzerinden yaygınlaştırılmaktadır. Dolaysıyla, ayetteki “teberrucel câhiliyye” terkibi, dünün olduğu gibi bugünün câhiliyesini de çok güncel şekilde tasvir eden, taptaze bir Kur’an terkibi niteliği taşımaktadır.

Fetih sûresi 26. ayeti de, her ayette olduğu gibi güncel bir okumaya tâbi tuttuğumuzda, ayetteki “hamiyyetel câhiliyye” terkibinin geçmişin câhiliyesini vasfetmekle kalmayıp, kaba-sabalığı, katılığı, hakka değil güce dayanmasıyla günümüz câhiliyesini de bize anlattığını görmüş olacağız:

“İnkâr edenler, kalplerine taasubu, o câhiliye taassubunu koyduğunda, Allah da Rasulüne ve mü'minlere sekinetini indirdi ve onları takva sözüne bağlı kıldı. Onlar da zaten buna lâyık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir.” (Fetih, 48/26)

İman ve ondan kaynaklanan takvaalrı gereği, yeryüzünde tevhidin sembol mâbedi olan Kâbe’yi ziyaret edip Umre ibâdetini gerçekleştirmek için Medine’den yola çıkan Rasulullah ve beraberindeki mü’minleri, cahiliyeden kaynaklanan taassup ve kabalıklarıyla Hudeybiye’de engelleyen, kabalık ve katılık üzere güç gösterisiyle hakka engel olmaya çalışan Mekke câhiliyesi temsilcileri ile bugün aynı taassup ve kabalığı, katılık ve saldırganlığı temsil eden modern cahiliyenin temsilcileri nasıl da birbirlerine benzemekte, aynı kabalıkla hakka engel olmaya çalışmaktadırlar. Kısacası, hamiyyet (taassup, katılık ve onlardan kaynaklanan câhilce gayretkeşlik) dünün ve bugünün cahiliyelerinin temel bir vasfı durumundadır.

Ve nihayet “hukmel câhiliyye” terkibi… Mâide sûresi 50. ayet-i kerimede söz konusu edilen bu terki, günümüzdeki egemen işleyişi ifade etme noktasına en güncel terkiplerden biri olma özelliğine sahiptir:

“Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Yakîn (kesin bilgiye dayalı) olarak iman eden bir topluluk için, hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide, 5/50)

Bu ayet ve ayette yer alan “hukmel câhiliyye” terkibi, geçmişin olduğu gibi bugünün câhiliyelerinin de temel niteliği durumundaki, yeryüzünde Allah’ın hükümleri yerine câhiliye hükümlerinin egemen kılınması sorununa dikkat çekmekte, toplumların Allah’ın hükmüm yerine câhiliye hükümleri ile yönetilmek istenmesini, bu şekildeki yönetimlere çeşitli biçimlerde destek olmalarını konu edinmektedir. Ayette de bildirildiği üzere, yaratan, yaşatan ve emreden Âlemlerin Rabbi Allah’ıhayat menbaı hükümleri yerine, câhiliye hükümleriyle yönetilmeyi kabul ve tercih eden bir toplum yakîn olarak, yani kesin bilgiye (ilme) dayalı olarak iman etmemiş olan câhiliye toplumu konumundadır. Maalesef ki, bugünün toplumlarının genelinin durumu budur.

Bugün yeryüzünde maalesef “hukmel câhiliyye”nin egemenliği söz konusudur. İnsanların büyük çoğunluğu (ekserun nas) câhiliye hükümlerini tercih eder konumdadır. Yaşadığımız coğrafyada da egemenlik “hukmel câhiliyye”nin elindedir. Bu toplum, “câhiliye toplumu” olmaktan kurtulup bir İslam toplumu olmak istiyorsa, “câhiliye hükümleri” üzere işleyen câhiliye düzeninden akidevi temel ve netlikte teberri etmeli ve İslam’ın egemenliğinden başka egemenlik biçimine rıza göstermemelidir.

Bu kavram çalışmamızda, “câhiliye” kavramını, Kur’an’da kullanılan dört terkip üzerinden, kadim ve güncel karşılıklarıyla anlamaya ve elimizden geldiğince anlatmaya çalıştık. Kur’an’ın, fırından yeni çıkıyormuşçasına taptaze bir beyan olduğu bilinciyle onu okuduğumuzda, onun kavram, beyan ve hükümlerini doğru anlama ve hayatımızda işlevsel kılma imkânına kavuşmuş olacağımızı hatırlatmakta fayda görüyorum.


[1] Konuyla ilgili olarak, Tashih Yayınları’nın Türkçeye kazandırdığı Mustafa Kamil Muhammed’e ait “Seyyid Kutub’la Hikâyemiz” adlı esere bakılabilir.

[2] İsfahanî, Müfredât, “chl” maddesi, Sh. 249-250, Çıra Yayınları

[3] Bkz: Âl-i İmran, 3/154; Ahzab, 33/33; Fetih, 48/26; Mâide, 5/50

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Kasım 2021 sayısında yayınlanmıştır.)