Şükrü HÜSEYİNOĞLU

11 Mart 2021

KAPİTALİST-MODERNİST TUĞYANA TEOLOJİK HİZMETTE SON ZIRVA: "BAŞÖRTÜSÜZ TESETTÜR"

- Kapitalizme Teolojik Hizmete Mûti,  “Protestan Papazlığı” Heveslileri –IV-

Tilkiye “Slogan at” demişler. “Yaşasın tavukların özgürlüğü, kahrolsun kümesler!” demiş. Modernizm ve post-modernizmin “kadının özgürlüğü” söylem ve sloganının ardındaki felsefenin, tilkinin sloganının ardındaki felsefeden zerre farkı yoktur. Kadın; Âlemlerin Rabbi’ne, doğaya ve insan fıtratına karşı bir tuğyan olarak, insanı başta onu yaratan ve yaşatan Rabbi ve ardından içinde doğup büyüdüğü ailesi olmak üzere tüm fıtri bağ ve bağlamlarından kopararak bireye indirgeyip, kapitalist süreçlerin ucuz işçisi ve tüketicisi, kısacası kolay avı durumuna düşürme kurgusunda, bu kurgunun başarılı olması için araçsallaştırılacak bir enstrüman olarak görülmüştür.

Batıdaki modernleşme süreçleri de, kapitalizmin emperyalizm aşamasına evrilmesiyle modernizmin askeri, siyasi veya kültürel işgaller yoluyla ithal edildiği, dayatıldığı dünyanın diğer köşelerindeki modernleşme süreçleri de, hep “özgürlük” söylem ve sloganlarıyla gündeme getirilip yürütülen kadın politikaları üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Tesettür, İslam’ın temel öğretilerinden, değerlerinden biridir. Burada İslam ismini, Rabbimizin insanlar için yol göstericiliğini ifade eden ilk risâletten başlayıp, son risâletle kıyâmete kadar sürecek Rabbani değerler bütününü ifade etmek üzere kullandığımızı belirtmekte fayda var. Evet, İslam, genelde tüm risâletlerin adıdır, özelde ise onların devamı ve sonuncusu olan Muhammed (a.s.)’ın risâletinin adıdır. İşte tesettür, insanların yeryüzü serüveni kadar kadim, aynı zamanda Muhammed (a.s.)’ın risâleti kadar da yeni, taptaze bir Rabbani değerdir.

Bu gerçeği, başta Allah tasavvurları olmak üzere tahrife uğramamış bir inanç ve pratikleri kalmayan Yahudiler ve Hıristiyanların sosyal hayatından gözlemlemek bugün için dahi pekâla mümkündür. Bir 60-70 yıl öncesinde bu çok daha mümkündü tabi. Mesela 1. ve 2. Dünya Savaşı belgesellerinde Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki köy, kasaba ve şehirlerden sosyal hayata dair aktarılan siyah-beyaz görüntülerde, kadınların giyim-kuşamının bir Anadolu kasabasından çok da farklı olmadığını müşahede ederiz.

Kadınların çoğunun örtülü olması karşısında şaşkınlık yaşarız. 1900’lerin başında İngiltere’nin bir kasabasında çekilen ve şimdilerde video teknikleriyle renklendirilerek yayınlanan bir video kaydında, kasabanın kalabalık caddesinde yürümekte olan kadınların tesettürüne bakıp, bugün modernizmle “İslam coğrafyasını” da önüne katıp küreselleşen açık-saçıklık furyalarına hayıflanmamak mümkün mü?

Tilkinin sloganı örneğinde olduğu gibi son derece rafine, ayartıcı yöntemlerle insanı insanın rabbi-ilahı, aynı zamanda insanı insanın kurdu ve tabii ki kulu-kölesi haline getiren modernist tuğyanın bunca ifsadâtına rağmen, yine de Yahudi ve Hıristiyan topluluklarda Rabbani öğretinin tesettür şiârının izleri belirgin şekilde yaşamaya devam etmektedir.

Dindar Yahudi topluluklarda tesettür dipdiri yaşatılmaya devam ederken, Hıristiyanlıkta da rahibelerin üzerinde en ufak bir modern ve post-modern aşınmaya uğramadan varlığını sürdürmektedir. Modern tuğyan, tıpkı kapitalist yığma ve yağmanın önünü açmak için faiz yasağını Protestanlık marifetiyle ortadan kaldırdığı gibi, tesettürü de kilisenin dört duvarı arasına mahkûm ederek, kapitalist çerçevede kurguladığı ictimai, siyasi, iktisadi dizaynının temel enstrümanlarından olan “kadının özgürlüğü” söylem ve sloganını pratiğe dökme imkânına kavuşmuştur.

Kapitalist yığma ve yağma çarkının kurulumunun yapılıp işler hale getirilmesinde, Rabbimizin bildirdiği faizin haramlığı ilkesinin ortadan kaldırılması ne kadar gerekli bir adım  olarak görülmüşse, mahremiyeti koruyan ve kadının, dişiliği üzerinden bir enstrüman haline getirilmesine engel teşkil eden tesettürün yok edilmesi de aynı şekilde gerekli görülmüştür. Kilise hegemonyasına son verme iddiasıyla yola çıkıp, neticede bütün bir dinî gelenek ve pratiği, muharref-sahih ayrımı yapmadan yok etmeye girişen Protestan köksüzlük, bu her iki konuda kapitalistleşme sürecine ihtiyacı olan teolojik hizmeti maharetle sunmuştur. İşte bugün, geleneksel yaklaşımların ve ulemanın mutlaklaştırılması sapmasına karşı çıkmak iddiasıyla ortaya çıkıp, Kur’an’ın, başta Rasulullah’ın pratik örnekliği (Sünnet) olmak üzere irtibatlı olduğu bağlamları, yani sahih geleneği bir çırpıda denklem dışı bırakarak Kur’an yorumuna soyunanlar, tam tamına “Protestan papazlığına” soyunduklarını bilmelidirler.

Nitekim, köksüzlükle malûl bir zihinle ortaya koydukları köksüz yorumlarla, İslam’ın insanın tuğyanına, birkaç asırdır bu tuğyanın en etkili biçimi olan kapitalist yağmacılığa karşı temel direnç noktalarını yok etmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Faiz yasağı ve tesettür emrinin olmadığı bir din, kapitalizme karşı direnen Rabbani kale olma vasfını kaybedip, onun için kullanışlı bir payanda olacaktır. Tıpkı batıda Protestanlığın bu anlamda gördüğü işlev gibi.

Peki tesettür nedir, kapsamı, çerçevesi, ölçüsü nedir? İşte mesele bu noktada yatağından saptırılmakta, tahrif ve tezyif edilmektedir. Özellikle de “başörtüsüz bir tesettür” formülasyonuyla! Tıpkı tavansız ev gibi! Oysa hem Kur’an’ın konuyla ilgili apaçık âyet ve ifadeleri/lafızları, hem de gerek son risâletin ilk nesli ve sonrasındakilerin, gerekse tüm insanlık tarihinin pratiği şunu çok açık olarak ifade etmektedir ki başörtüsü; tesettürün hem mütemmim cüzüdür, hem de daha ilerisinde tesettürün imamesidir. Bu maddi imamesinin yanında tesettürün bir de manevî imamesi vardır ki, tesettürü de, onun mütemmim cüzü başörtüsünü de anlamlı ve işlevsel kılan temel hususiyet odur: Takva elbisesi.[1]

Tıpkı makale serimizin bir öncesi bölümünde söz konusu ettiğimiz, faiz yasağının çeşitli kelime oyunları ve laf ebeliği yöntemleriyle ortadan kaldırılması örneğinde olduğu gibi, kapitalistleşme sürecinin karşısındaki bir diğer somut direnç noktalarından birini teşkil eden tesettür emrinin tezyif ve tahrif edilmesi ameliyesi de benzer yöntemlerle gerçekleştirilmek istenmektedir.

Öncelikle Kur’an-Sünnet bütünlüğü bağlamı yok sayılarak, Rasulullah (a.s.) dönemindeki tesettür pratiğine dair bilgiler devre dışı bırakılmakta, ardından nesilden nesile toplumsal tevatürle yaşanagelen tesettür pratiği yok sayılmakta ve böylece âyetlerdeki ilgili lafızlara keyfe keder anlamlar yükleme imkânına kavuşularak başörtüsü gibi temel bir İslami değer ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Kur’an’ın ferdi, ictimai, siyasi, iktisadi inşasının ana direkleri mesabesindeki emir, neyih ve şiarlarını buharlaştırmaya yönelik bu işlerin adına da “Kur’an çevirisi” denilebilmektedir!

Hımar “Göğüs Örtüsü”,
Cilbab “İffetli Hür Kadınları (Hâşâ) İffetlilikten Muaf Cariyelerden Ayıran Giysi”!

“Kur’an meali üzerinden din inşası” ameliyesinin maalesef en pespaye örneklerinden birini teşkil eden ve önceki makalede faiz konusundaki zırvalarını aktardığımız malum “meal”de, İslam’ın tesettür emrinin tezyif ve tahrifi için dile getirilen argümanlar (!) gerçekten evlere yas (şenlik değil!) türündendir. Kelimenin tam anlamıyla ilmin bu derece ayağa düşürülmesi, Kur’an lafızlarıyla bu kadar keyfi, pervasızca oynanması karşısında “Bu kadarına da pes!” diyor insan.

Rabbimizin riba/faiz yasağını, kerameti kendinden (daha doğrusu batı protestanizminden) menkul bir riba-faiz ayrımı (!) demagojisi üzerinden buharlaştıran bu sığlık, başörtüsü, dışarı örtüsü (cilbab) ve dolayısıyla tesettürü de zerre ilmi değer ve karşılığı olmayan benzer demagojiler üzerinden buharlaştırma gayretine girişiyor.

Nûr Sûresi 31. ayetin dipnotunda bizatihi kendisinin de ifade/itiraf ettiği üzere câhiliye döneminde de kadınların başlarını örtmeleri ve fakat gerdanlıklarının açıkta kalması sebebiyle, Rabbimiz “vel yedribne bihumurihinne alâ cuyûbihinne / başörtülerini, gerdanlıklarının / yakalarının üzerine vursunlar” emriyle başörtüleri ile gerdanlıklarını da kapatmalarını emretmektedir. Kısacası ayetteki emir, örtünmeyi sıfırdan düzenlemek değil, var olan zaaflı bir pratiği ıslah ederek örtünmeyi sağlam esaslara bağlamaktır.

Zaten Kur’an’ın ilk muhatap toplumu, başta namaz, hac, kurban gibi İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.)’ın risâletlerinden bölgeye tevârüs eden, zaman içinde tahrif edilmiş bir dini pratiğin olduğu bir toplum değil miydi? Bu itibarla Kur’an birçok pratiği sıfırdan inşa etmek yerine, mevcudu ıslah ederek İslami bir pratik inşa etmedi mi? Dolayısıyla ayette “başörtülerini gerdanlıklarına vursunlar, başörtüleriyle yaka kısımlarını da örtsünler” denmesinden daha doğal ne olabilir? Zaten var olan başörtüsünün ayıca emre konu edilmesinin bir anlam ve mantığı olabilir miydi?

Hal böyle iken, bakın malum “meal”in yazarı ne inciler döktürmektedir: “Kadının başını örtmesi hükmü bu ayete dayandırılmaktadır. Oysaki ayette, bir hüküm olarak başı örtmekten söz edilmemektedir. Yani başörtüsü takın, başınızı örtün denmemektedir. Bu hükümle, olsa olsa en fazla baştaki örtü ile göğüslerin örtülmesinin istendiğinden söz edilebilir. Dolayısıyla burada yalın olarak başı örtmeye yönelik bir hükümden söz etmek mümkün değildir. Ancak, Cahiliye Araplarında, hür kadını cariyeden ayırmanın bir simgesi olarak var olan -zira Cahiliye Araplarında erkek köle ve kadın cariyelerin başlarını örtmeleri yasaktı- örfe ve geleneğe dayanan ve zaten var olan başörtüsü ile göğüslerin örtülmesinin istendiğinden söz edilebilir. Ayetin ‘illeti’ yani gerekçesi, başın değil, göğüslerin örtülmesidir. Kaldı ki bunun illa baştaki örtü ile yapılması şart değildir. Zaten ayette ‘baş’ sözcüğü de geçmemektedir. ‘bi humurihinne’ yani yalın olarak sadece ‘örtüleri ile’ sözcüğü yer almaktadır. Bu sözcüğü ‘başörtüsü’ şeklinde isim tamlamasına dönüştürmek, ondan başın örtülmesi hükmünü çıkarabilme anlamına gelmez. Humur, hımarın çoğul formudur. Hımar, salt anlam olarak; ‘başörtüsü’ değil, ‘örtü’ demektir. İsim tamlaması olarak örtüldüğü yere göre anlam kazanır. ‘Örtü’; masaya örtüldüğü zaman ‘masa örtüsü’ olur, yatağa örtüldüğü zaman ‘yatak örtüsü’, yere konduğu zaman ‘yer örtüsü, başa konduğu zaman ‘başörtüsü’ olur... Nuzul ortamında, iklim koşullarının bir gereği de olarak, başlarını öten cahiliye kadınlarının, başları açık olsaydı ve ayet onlara başınızı örtün deseydi bu konu tartışma konusu olmazdı. Ve elbette ki yine de göğüslerin örtülmesi istenecekti…”[2]

Ne kadar “eğlenceli” bir yorum değil mi? “Zaten var olan” başörtüsünün farz olması için, bu zaten var olmaya rağmen ille de “başınızı örtün” diye bir emir ifadesi de geçmesi gerekiyormuş! E zaten ayette “baş” ifadesi de geçmediğine göre isteyen kimse sazı eline alıp ayet hakkında dilediği şarkıyı söyleyebilirmiş! 

Bu mantıkla iptal edilmeyecek, buharlaştırılmayacak herhangi bir Kur'ani emir ve nehiy yoktur. Mesela bir başkası da kalkıp, "Mâide 90-91. ayetlerde hamrın haram olduğu bildirilmektedir, hamr bir şeyi örten demektir. Alkollü içkiler anlamı vermesi için "aklı örten" şeklinde bir terkip olması gerekirdi. Oysa burada akıl ifadesi geçmemektedir. Dolayısıyla kelimeyi aklı örten alkollü içkiler şeklinde anlamak ve içkinin haramlığına delil kabul etmek doğru değildir" şeklinde bir yaklaşım serdedebilir. Literatürde zırva tevil götürmez diye bir söz var neticede.

Hakikaten, söz konusu olan Rabbimizin apaçık bir emrini, İslam’ın, her türlü fısk-fücur ve tuğyan karşısındaki direnç ve somut direnişinin temel şiarlarından olan tesettürün tezyif ve tahrifi olmasa, oturup bir Karagöz-Hacivat piyesinde Karagöz’ün Hacivat’a cevapları tadında okunarak eğlenilecek düzeyde bir metinle karşı karşıya olduğumuzu söylemekle iktifa ederdik.

Ne var ki karşımızda, İslam’ın argümanları kullanılarak İslam’ın şiarlarının buharlaştırılmaya çalışıldığı ciddi bir saptırma girişimi var. Bu sebepledir ki, aslında düzey olarak gerçekten de muhatap alınmayı hak etmeyen bir metin olmakla birlikte, meselenin künhüne vâkıf olmayan okuyucularda farkındalık oluşturmanın gereğine kani olduk.

Bu arada “hımar” kelimesiyle ilgili olarak da ilgili “meal”de söylenenlerin gerçeğin ancak yarısını ifade ettiğini de belirtmeliyiz. Gerçeğin tamamını Isfahanî’nin Müfredât’ından birlikte okuyalım: “Hamr kelimesinin aslı, bir şeyi örtmektir. Kendisi ile örtü yapılan şeye ‘hımar’ denir. Yalnız, örfte ‘hımar’ kadının kendisiyle başını örttüğü örtü için kullanılır; çoğulu ‘humur’ şeklindedir.”[3]

“Hımar” kelimesi üzerinden yaptığı bu ilkokul müsameresi düzeyindeki yorumlar neticesinde başörtüsünün Allah’ın emri değil, bir “Arap örfü” olduğunu söyleyip “başörtüsüz tesettür” icadı için büyük bir mesafe kateden ilgili “meal”in yazarı, Kur’an’ın ilerleyen sayfalarında karşısına çıkan Ahzab 59. ayetteki “cilbab” ifade ve emri engelini ise, o çok meşhur “cilbab emrinin, hür mü’min kadınların muhataplar nezdinde cariyelerden ayrıştırılarak iffetli oluşlarının anlaşılması amaçlı bir öğreti olduğu” lakırdısına sığınarak aşıyor. Böylece cilbabı, kapsamlı bir dışarı örtüsü olmak yerine, toplum nezdinde söz konusu “farkı” temin edecek bir “kıyafet çeşidine” indirgiyor.

Bu “yorumun”, cariyeleri doğrudan iffetsizlikle nitelemek, onlar için (hâşâ) iffet gibi bir mesele olmadığını söylemek anlamına geldiğini hiç aklına getirmiyor tabi. Muhtemelen Nûr 32. ayeti[4] hatırlamak bile istemiyor. Değil mi ki, “hedefe gitmek için her yol mubahtır!” Hedef, tesettürü tezyif ve tahrif etmek olunca, bunu temin etmeye yarayacak her türlü “bilgi” ve argüman, en ufak bir mantık süzgecinden bile geçirilmeden makbul hale geliyor! Kapitalizme ve onun modern ve post-modern tuğyanına bilâ bedel teolojik hizmet vermek kolay iş değil neticede! 

“Başörtüsüz tesettür” hedefini temin etme yolunda Ahzab 59. ayet “engelini” aşmayı da böylece başaran(!) “meal” yazarının, kuaförde şekilden şekile sokulup özenle boyanarak alabildiğince alımlı hale getirilmiş, rüzgarda salınan saçların eşlik ettiği son derece post-modern bir “tesettür” için verdiği canhıraş teoloji savaşı böylece muzafferiyetle(!) neticelenmiş oluyor![5] Nasıl böyle neticelenmesindi ki, mızrağını Sıffin’daki Muaviye askerlerinden de üstün bir maharetle şu kıvraklıkta kullanabildikten sonra: “Cilbab, söylendiği gibi, kadını tepeden tırnağa örten bir giysi türü değil, o günün toplumunda iffetli, hür Arap kadınlarını, cariyelerden ayırt eden bir kıyafet çeşididir. Hür kadınların dışarı çıktıklarında giydiği bir çeşit ‘üstlük’ demektir. Bilinmeleri; iffetli, hür kadın olduklarının anlaşılması. Sarkıntılık yapılarak incitilmemeleri.”[6]

Bu ifadelerin açık anlamı, “hür kadınlar cilbab diye bir üstlük giysinler ki cariyelerden ayrıştırılabilsin ve böylece iffetli oldukları anlaşılsın, sarkıntılık yapılarak inciltilmelerine karşı koruma sağlanmış olsun” değil midir? Cariyelerin (hâşâ) iffet kapsamının dışında tutulması, sarkıntılığa muhatap olmalarının mesele bile edinilmemesi değil midir? Evet, tam olarak budur. İşte bu “meal” yazarı da, Kur’an’ın tesettür öğretisine karşı, Don Kişot’un yeldeğirmenleriyle savaşı misali giriştiği yalın kılıç savaştan “başörtüsüz tesettür” galibiyetiyle (!) çıkabilme uğruna, asırlardır çiğnenip duran bu çürük sakızı çiğnemekten bile imtina etmemiştir.

Oysa ayetin ve ayetteki “cilbab” (ayette kullanılan çoğulu “celâbib”) lafzının anlamı gayet açıktır. Nûr 31. ayette mü’min kadınlara evlerde ve dışarıda tâbi olacakları genel tesettür ölçülerini bildiren Rabbimiz, burada (Ahzab 59’da) ise, o genel tesettürün de üzerine, sadece dışarıya çıkıldığında giyilecek olan dış örtüyü üzerlerine almayı emretmektedir. Nitekim geçmişten günümüze tesettürün uygulanagelen pratiği de bu yöndedir. Kelime, Kur’an kavramlarını içeren sözlüklerde de bu anlamda kullanılır. Isfahanî Müfredât’ta; “Kadının başını hem göğsünü kendisiyle örttüğü geniş giysidir”  şeklinde tanımlamıştır.[7]

Gerek, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde kendisi ve rasulü ile savaşmak olarak niteleyip haram kıldığı faizi, “riba-faiz” gibi gerçekte hiçbir dayanağı olmayan, tamamen laf ebeliği ve demagojiye dayalı, batıda kapitalistleşme sürecinde Protestanlık tarafından bir teolojik “çözüm” olarak ortaya konan “usury-interest” farklılığı (!) demagojisinin birebir taklidi ile meşrulaştırma çabası, gerekse kapitalizm ve onun modernizminin kadını ve onun üzerinden toplumu iğva etme kurgu ve girişimleri karşısında kadın ve insanlık için tam anlamıyla sarsılmaz bir kale niteliği taşıyan tesettür öğretisinin, benzer demagojiler üzerinden buharlaştırılmaya çalışılması, İslam’ın temelleriyle oynamaktan başka bir şey değildir.

Batıda kapitalistleşme sürecinde işlevini yerine getirerek modern ve post-modern tuğyanın önünü alabildiğince açan “Protestan papazlığı misyonunu” birebir kopyalayıp, Müslüman mahallesinde işlevsel kılma çabaları, bugünün Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleri, Velid b. Muğireleri, As b. Vailleri konumundaki laik-kapitalist düzen ve sermayedar tröstlerin “Ya bu Kur’an’ı değiştirin, ya da bizim düzenimize, sömürü çarklarımıza karşı çıkmayan, bizim düzenimizle uyumlu bir Kur’an getirin” taleplerine hizmet etmek, bu talebi yerine getirmek üzere Kur’an’ın anlamlarını, ölçü, ilke, emir ve nehiylerini açıkça tahrif etmeye, yeni bir “Kur’an” ve onun üzerinden yeni bir “din” peydahlamaya kalkışmaktır.

Söz konusu ettiğimiz “meal”in yazarının ve benzeri sapma ve ilhad çizgisi üzere hareket edenlerin, kendilerini çok ciddi bir muhasebeye tâbi tutup, nasuh tevbe ile hallerini ıslaha yönelmeleri gerekir. Aksi halde, Kitabullah’ın açık anlamlarıyla oynayıp, onun insanlık için yegâne sığınak ve hayat menbaı emir ve nehiylerini iptale, buharlaştırmaya yönelerek, kendilerine bilâ bedel teolojik hizmet verdikleri bugünün Firavunları ve Karunları kendilerini âhiretteki büyük hesaptan kurtaramayacaktır.

Dipnotlar

[1]    “Ey Adem oğulları! Size avret yerlerinizi örten giysi ve giyinip süsleneceğiniz elbise indirdik. Takva elbisesi ise en hayırlı olandır. İşte bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alırlar.” (A’râf, 7/26)

[2]    Erhan Aktaş, Kerim Kur’an Türkçe Çeviri, Nûr 31. ayet dipnotu.

[3]    Rağıb el-Isfahanî, Müfredât, “H-m-r” maddesi, Sh. 362, Çev: Prof. Dr. Abdulbaki Güneş, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları

[4]    “İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onları lütfuyla zengin eder. Allah geniş nimet sahibidir, bilendir.” (Nûr, 24/32)

[5]    Nûr 31. ayetin dipnotunda, bozuk saatin günde iki defa doğruyu göstermesi misali, ayetteki “zînet” kelimesini şu şekilde açıklayan bu “meal” yazarının, kuaförde şekilden şekile sokulup türlü renklerde boyanarak alımlı hale getirilen kadın saçını dahi “zînet” kapsamının dışında göstermeye çalışması da, nasıl bir açmaz içinde bocalandığını ortaya koymaktadır: “Ayette sözü edilen, ‘kadının ziyneti’; onun cazip yerleri, diğer bir ifade ile erkekler için ilgi unsuru olan; erkeğin ilgisini çekecek organlarıdır. Ayrıca ziynetin diğer bir anlamı da malla, zenginlikle, makamla, şöhretle, güzellikle bezenerek gösterişli hale gelmek, gösterişli olmak demektir.”

[6]    E.Aktaş, A.g.e., Ahzab 59. ayet dipnotu.

[7]    Rağıb el-Isfahanî, A.g.e. “C-l-b” maddesi, Sh. 236-237; İbn Manzur ise “Lisanul Arab”ında kelimeyi; “Cilbâb hımârdan daha geniş, ridâdan daha küçük bir giysidir ki, kadın onunla başını ve göğsünü örter” şeklinde açıklamaktadır.

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin MArt 2021 sayısında yayınlanmıştır.)