Şükrü HÜSEYİNOĞLU

09 Ocak 2021

KAPİTALİZME TEOLOJİK HİZMETE MÛTİ, “PROTESTAN PAPAZLIĞI” HEVESLİLERİ -II-

Müşrik Mekke ileri gelenleri (Darun Nedve ekibi), sosyal-siyasal egemenliklerini üzerine bina ettikleri mevcut dünya görüşünü; kendisiyle ancak aracılar vasıtasıyla irtibat kurulup ancak aracılar vasıtasıyla kendisine ibâdet edilebilen, insanların dünya işlerine müdahil olmayan uzak ve dünya ile ilgisi bulunmayan Allah algı ve inançlarını ve bu algıya/inanca dayalı bütün bir dini anlayış ve pratiklerini bâtıl olarak niteleyip onları hakka, Allah’ı doğru tanıyıp dini (hayatla ilgili bütün ölçüleri) O’na has kılmaya dâvet eden Rasulullah (a.s.)’ın dâvetine cephe almışlardı, bilindiği üzere.

Rasulullah ve beraberindeki bir avuç mü’mine karşı türlü engelleme yollarına başvurdukları gibi, çeşitli uzlaşma, bir ara yol bulma arayışına da girdikleri, çeşitli tekliflerde bulundukları da malumdur. İşte bu orta yol bulma arayışı ve buna dayalı getirdikleri tekliflerden biri de, Rabbimizin Yûnus Sûresi 15. ayette haber verdiği “başka bir Kur’an getirmesi veya Kur’an’ı değiştirmesi” teklifidir:

“Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahy edilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım." (Yûnus, 10/15)

Evet, onlar Kur’an’ın, vazettiği bütüncül hayat nizamıyla, kendilerine toplum üzerinde hevâlarına dayalı bir tahakküm kurma imkânı sağlayan mevcut toplumsal-siyasal işleyişi hedef aldığını, “câhiliye” olarak nitelediği bu işleyişi ortadan kaldırmayı gaye edindiğini görmüş, kendilerini ve elde edip sürdürdükleri imtiyazlarını tam 12’den hedefe koyan Kur’an’ın bu “yıkıcı” mesajları karşısında çaresiz kalınca, “Tamam bir Kur’an olsun, fakat bizim bütün bir düzenimizi, işleyişimizi hedef alan bu mevcut Kur’an’ı asla kabul etmeyiz. Ya bu Kur’an’ı değiştir, ya da yenisini getir” demek noktasına gelmişlerdi.

Bugüne geldiğimizde, ne Kur’an cephesinde ne de câhiliye cephesinde değişen bir şeyin söz konusu olmadığını görmekteyiz. Kur’an, Rabbimizin insanlığa bütüncül bir hidâyet rehberi, hayat nizamı olarak inzal buyurduğu üzere bütün dinamizmi ve güncelliğiyle ortada olduğu gibi, câhiliye de insan hevâsına dayalı işleyişi, yağma ve yığma düzeni, dar bir sınıfın toplum üzerindeki tahakküm ve vesayetiyle aynı şekilde varlığını devam ettirmektedir. Temel nitelikleri itibariyle Mekke câhiliyesi ile günümüz câhiliyesi arasında milim fark yoktur.

Dolayısıyla Kur’an’ın câhiliye karşısındaki dimdik duruşu, câhiliyenin asla tahammül edemeyeceği, bâtılı yıkıcı ve hakkı inşa edici mesajları karşısında bir taraftan engelleme ve diğer taraftan da uzlaşma, Kur’an’ı mevcut câhili algı ve işleyişlere entegre etme arayışları bugün de benzer şekilde devam ediyor. İslam’a, tıpkı muharref Hıristiyanlık gibi bir “mâbed dini”, ahkâmından ve egemenlik iddiasından soyutlanmış bir ahlak öğretisi olma konumu biçiliyor ve buna rıza göstermesi dayatılıyor.

Tabi dayatma dendiğinde, sadece kaba kuvvetle yapılan bir baskı ameliyesini anlamamak gerekiyor. Post-modern çağda bu iş daha ziyade algı yönetimi ve teolojik mühendislik yöntemleriyle gerçekleştiriliyor. Batıda, tüm tahrif edilmişliğine rağmen faizin haramlığı ve tesettür emri gibi Rabbani hükümleri yaşatan Hıristiyanlığın, hurafe ve bid’atlarla ve çeşitli şirk anlayışlarıyla bulandırılmış olsa da kısmi olarak devam ettirdiği Nebevi geleneğe dair kırıntıların, Protestanlığın muharref-sahih ayrımı yapmadan bütün bir geleneğe redd-i mirasçı yaklaşımı sebebiyle yok edilmesi ve yanı sıra hermenötism, historicism/tarihselcilik gibi yorum teknikleriyle insanın “kutsal metinler” karşısında anlamak ve yaşamakla mükellef bir muhatap olmaktan çıkıp, “Tanrı’nın maksadını” dahi tayin edebilecek ve dolayısıyla “kutsal kitapla” yönünü tayin eden değil, “kutsal kitaba” yön tayin eden, sınır çizen, onun hangi öğretisinin yaşanan dönem için geçerli, hangi öğreti ve hükmünün geçerliliğini yitirdiğini belirleyebilecek bir otorite konumuna çıkarılması neticesinde, din mefhumunun giderek salt bir ahlak öğretisine, “mâbed dini” formatına indirgendiği bilinen bir gerçektir.

19. asır itibariyle İslam coğrafyasında kendisini göstermeye başlayan Batı hayranlığı, her alanda Batının acentalığını yapmaya namzet yaklaşım biçimlerini beraberinde getirmiştir. Siyasette, bürokraside, askeriyede olduğu gibi, düşüncede, sanatta, yaşayışta da Batı mukallidliği, acentalığı/distribütörlüğü kendisini göstermeye başlamıştır. Batının insan aklını esas alıp mutlaklaştıran ve “her şey insana, onun aklına göre” anlayışıyla tam anlamıyla insanı kendi kendisinin rabbi, ilahı ilan eden pozitivizm ve hümanizmini, dolayısıyla sekülerizmini dünya görüşü olarak benimseyip, İslam coğrafyasında bu dünya görüşünün acentalığını yapmaya soyunanlar, ya İslam’a doğrudan cephe almışlar, ya da İslam’ı, “Protestan algı” veya tarihselcilik gibi modernist yaklaşımlar temelinde yorumlamaya kalkışarak, İslam ve Müslümanlara, modern algıya teslim ve tâbi olma dayatması içine girmişlerdir.

İngiliz işgali altındaki Hindistan’da 19. asırda Sir Seyyid Ahmed’le başlayan, “İslam’ı, Batılılar adına içeriden teslim alma çabası” olarak niteleyebileceğimiz bu modernist yaklaşımların hedefindeki temel unsur, İslam’ın ahkâmı ve egemenlik iddiası olagelmiştir. Bugüne geldiğimizde, iki asır aradan sonra bu modernist anlayış ve algı mühendisliğinin hız kesmeden devam ettiğini, dahası post-modern yaklaşım biçimleriyle daha da çeşitlendirilerek Kur’an mesajı ve ahkâmını, Batının yeryüzünü kasıp kavuran me’şum egemenliği adına etkisizleştirmeye, tarihe gömmeye çaba gösterdiğini müşahede etmekteyiz. Bu arada, Batı derken bir coğrafyadan değil, menşei coğrafi Batı olsa da bugün doğusu Batısıyla yeryüzünde maalesef egemen olan insan hevâsına dayalı câhili algı ve anlayışı kast ettiğimizi yeri gelmişken bir kere daha ifade etmekte fayda görüyoruz.

20. asırda, söz konusu ettiğimiz modernist yaklaşımın, yani İslam’ı ahkâm ve egemenlik iddiasından uzaklaştırarak bir genel ahlak öğretisine, mâbed dinine indirgeme algı ve anlayışının etkili bir “misyoneri” olarak karşımıza çıkan Fazlurrahman’ın, Amerikan üniversitelerinde bu yönde yaptığı çalışmalar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi özelinde Türkiye’de de bir etki alanı oluşturmuştur. Söz konusu etkileşimin doğurduğu neticelere, algı biçimleri ve propaganda içeriklerine baktığımızda, tam olarak Mekke ileri gelenlerinin (bugün için dünya müstekbirlerinin) Kur’an’la ilgili Yûnus Sûresi 15. ayette söz konusu edilen taleplerini yerine getirmeye çalışma gayretkeşliği çıkmaktadır karşımıza. Bu gayretin sahipleri bu gerçeğin farkında olsalar da olmasalar da, propaganda ettikleri modernist yaklaşımlar hep bu talebe karşılık gelmektedir: “Bu Kur’an’ı değiştirin, bizim ictimai-siyasi-iktisadi düzenimizi tehdit eden ahkâmını revize veya iptal edin yahut da razı olacağımız, bizim düzenimizle çatışmayacak yeni bir Kur’an getirin!”

İslam’ın Değil, Bugünün Darun Nedvelerinin Hizmetindeki “Ankara Okulu”

Âlemlerin Rabbi’nin yaratıp yaşattığı insanlar için yegâne yol gösterici, yegâne hak rab, ilah ve melik olduğu gerçeğini kabul etmeyip, kendilerini müstağni görerek tuğyan eden ve Allah’ın kulları üzerinde hevâları üzere rablik, ilahlık ve meliklik taslayan 19, 20 ve 21. asrın Ebu Cehilleri de, ataları Amr b. Hişam, Velid b. Muğire, Ebu Leheb, As b. Vail misali, hakikat ve hâkimiyeti asıl sahibine, Âlemlerin Rabbi’ne has kılmayı vaz’eden ve insanlar için gerekli ölçüleri beyan eden Kur’an mesajına karşı savaş açtığı gibi, yine ataları gibi “Bu Kur’an’ı ya değiştirin, bizim ictimai-siyasi-iktisadi düzenimizi tehdit eden ahkâmını revize veya iptal edin yahut da razı olacağımız, bizim düzenimizle çatışmayacak yeni bir Kur’an getirin!” yaklaşımıyla hareket edegelmişlerdir.

Çağdaş Ebu Cehillerin bu taleplerine karşılık gelecek nitelikte Amerikan üniversitelerinde teolojik mühendislik çalışmaları yapmış olan Fazlurrahman’ın, gerçekte yetişmesi, bilgisi, algı ve anlayışının teşekkülü ile yaşadığı tarih ve mekândan bağımsız olması imkân dışı olan insanı “tarih üstü” bir konuma, Rabbimizin Kitab-ı Kerimini ise hadsiz ve haksız bir yaklaşımla “tarihsel” bir konuma mahkûm eden tarihselci tezleri, Türkiye’de de kendisine bir mürit kitlesi buldu. “Ankara Okulu” olarak nitelenen Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki bir ekip, Fazlurrahman’ın sapkın ve saptırıcı tezlerinin başbayiliğini üstlendi. “Sabit Din, Dinamik Şeriat” gibi ilk başta kulağa hoş gelen sloganlar eşliğinde, Kur’an’ın genel mesajlarının ve ahlaki öğretilerinin evrensel ve fakat ahkâmının tarihsel olduğunu, bugün için (hâşâ) geçerliliğini yitirmiş olduğunu öne süren yayınlar yaptılar. 28 Şubatçı ve sonrasında da muhafazakâr demokrat kadrolardan da bu tezlerine ciddi destek buldular.

“Din” mefhumunu genel ahlaki ilkeler ve “taabbudi alan”a indirgeyen ve “şeriatın dinamikliği” sloganı üzerinden açık şekilde bugünün şeriatını (hukukunu) belirleme yetkisini insan akıl ve hevâsına hasreden bu “ilahiyatçılar”, bu yaklaşımlarıyla açıkça “şârilik”, yani İslami ıstılaha göre ilahlık ve rablik tasladıklarını bilmiyor olamazlardı. Zira bilgi düzeyinde Kur’an’ı birçoğumuzdan daha iyi bildiklerinde kuşku yoktu. Ne var ki, bilginin/ilmin ahlâkı kuşanılmadığında, Kur’an’a takva bilinciyle değil de, onun, kendisine akademik gayelerle yaklaşıldığında, muttaki değil, müstağni ve taği bir konumlanmayla kendisiyle irtibat kurulduğunda insana yol göstermeyeceği, bilakis onun tuğyanını artıracağı zaten Rabbimizin haber verdiği bir husustur.[1]

Türkiye’de “Fazlurrahman müritliği” denilince akla ilk “Ankara Okulu” gelse de, bunun dışında da müritleri oldu söz konusu tahrif çizgisinin. Tahrif çizgisi diyoruz, zira bu çizgi, Rabbimizin insanlara sınır çizmesi anlamına gelen Kur’an ahkâmını Batının egemen paradigması adına tarihe gömme yaklaşımıyla açık şekilde Rabbimize, O’nun dinine sınır çizmeye kalkışmaktadır. Bunun ise apaçık bir tahrif ve tuğyan olduğu tartışmasızdır. İşte tam anlamıyla bir “teolojik mühendislik” ameliyesi olarak kendisini gösteren bu tahrif çizgisinin Türkiye’deki aktörlerinden biri de Mustafa Öztürk adlı “ilahiyatçı”dır. Bir süre önce yaptığı ve Kur’an’a ve Rasulullah (a.s.)’a açık bühtanlar içeren hadsiz bir konuşmasıyla yeniden gündeme gelen bu zat, Kur’an çalışmalarıyla tanınsa da, maalesef başından beri Kur’an’a modern öncüllerle yaklaşmak ve Kur’an’ın hayat menbaı mesaj ve hükümlerini bu öncüllerle sınırlamaya, hayatla bağlarını koparmaya kalkışmak yanlışıyla malûldür.

Söz konusu zat, “Kur’an’ın inanç ve ahlakla ilgili tüm mesajları evrensel ve tarih-üstüdür”[2] ifadesiyle, evrensel ve tarih üstü oluşu Rabbani bir beyan olmasının doğal bir gereği olan Kur’an’ın bu niteliğini “inanç ve ahlakla ilgili mesajlarıyla” sınırladığı mealinin sunuş yazısında, şu hadsizliği de yapmaktan geri kalmamıştı: “…Keza, ayetlerin son kelimelerindeki seci (nesir kafiyesi) de dönemin Arap dilinde mevcut olan bir hususiyettir. Seci aslında manaya pek katkısı olmayan, daha çok metnin lafzî yapısını estetize eden bir unsurdur...”[3] Yine aynı zatın, bir süre önce Karar gazetesindeki bir yazısında, Kur’an’ın bütün ayetlerinin tarih üstü metinler olarak algılanması sebebiyle halen namazlarda Ebu Leheb’e beddua edilmekte olduğu mealinde zırvaladığını hatırlıyorum.

Evet, görüldüğü üzere söz konusu zat, Kur’an ayetlerinin sonlarındaki Rabbani beyanları kafiye ve üstelik de (hâşâ) anlama katkısı olmayan, sırf edebiyat için konulmuş kafiyeler olarak niteleyecek kadar iz’anını kaybetmiş, ki Kur’an’la hemhal olan mü’minler, ayetlerin sonlarındaki ifadelerin ayet bağlamlarıyla olan güçlü irtibatını ve anlamı tamamlamada olmazsa olmaz niteliklerini ve Rabbimizin Kur’an’ın bir şiir ve şair sözü olmadığına dair ifadelerini iyi bilirler, yine muhafazakâr şair Arif Nihat Asya’nın dahi “Ebu Leheb ölmedi ya Muhammed, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor” dizeleriyle ifade ettiği üzere, Ebu Leheb, Ebu Cehil, Velid b. Muğire gibi aktörlerin Kur’an açısından tarihsel aktörler değil, tüm çağlarda benzerleri yaşayan tağut ve müstekbir prototipi olduğu gerçeğinden dahi cahil kalmış bir haldedir.

İşte bu zatın son olarak gündeme gelen Kalem Sûresi 10-14. ayetlerle ilgili, tamamen ilim ve iz’an dışı, provokatif, edepsiz, sahibini maalesef kesinlikle İslam dairesi dışına çıkaracak türden ifadeleri de modernist/tarihselci anlayışın gelip dayanacağı noktayı göstermesi açısından ibretliktir. 13. ayet-i kerimedeki “zenîm” ifadesine Türkçedeki argo bir kelimeyle karşılık vererek, Mekke ileri gelenleriyle ilgili bu tür ifadelerin yer aldığı bir kitabın (hâşâ) Allah kelamı olamayacağını, ancak Muhammed (a.s.)’ın bir insan olması hasebiyle kızgın anında bu tür ifadeler kullanabileceğini söyleyerek, Kur’an’ın mânâsı ve lafzıyla Rabbimizin kelamı olduğunu açıkça inkâr ettiği gibi, Rasulullah (a.s.)’a da, argo bir kelime kullanmak ve (hâşâ) bu kelimenin bulunduğu kitabı Allah’a izafe etmek gibi fiiller izafe ederek hadsizlikte maalesef zirve yapmış bulunuyor.

Her şeyden önce zikrettiği Ferrâ’nın Meâni'l- Kur'ân’ı, İbn Kuteybe’nin Tefsîr Garîbi’l-Kur’ân’ı ve Zeccâc’ın Meâni'l-Kur'ân’ı gibi kaynaklarda, iddiasının aksine “zenîm” kelimesinin “Onlardan olmamasına rağmen bir kavme mulsak (onların mahallesinde ikamet eden yabancı) kişi”, “Kendilerinden olmamasına rağmen bir kavme takılan kişi” ve bir diğer anlamı olarak da “Kötülük ile bilinen kişi” olarak karşılık bulduğu görülmektedir.[4] Kısacası Rabbimiz, bu ayetler öbeğinde “mükezzibler/yalanlayanlar” olarak nitelediği Mekke ileri gelenlerinin niteliklerini bize bildirirken, bu niteliklerden birinin de “zenîm” oluşları, yani köksüzlükle malûl oluşları, sahih bir geleneğe sahip olmayan, türedi, bâtıl anlayış sahipleri olmaları, kötülüklerle bilinen kişiler olmalarını zikrediyor. Ki bu vasıflarla, geçmişten günümüze ve geleceğe, fert ve kurum olarak mükezzib prototipini bize tanıtmış ve bu tuğyani fert ve kurumlara itaat etmememizi ve onlarla müdahaneye (karşılıklı ilkelerden tavize dayalı uzlaşmaya) yanaşmamamızı öğretmiş oluyor.

Görüldüğü üzere baştan sona son derece öğretici, inşa edici sosyal ve siyasal mesaj ve ölçüler bildiren bir ayetler öbeği. Bu öbeği 8-14. ayetler bütünlüğünde okuduğumuzda, sekiz ayette iki defa, dünün ve bugünün Darun Nedvelerine, vahyi esas almayan, insan hevâsına dayalı câhili otoritelere itaat etmemeyi vaz’eden çok temel bir kurucu metinle muhatap oluyoruz. İşte bir okumuş-bilmiş câhil[5] çıkıyor, bâtıl otoritelere itaat etmemeyi ve onlarla uzlaşmamayı öğreten bir Kur’an bölümüne dair tamamen zırvadan ibaret sözler sarf ederek, temel siyasal bir inşaya dair ayetleri teolojik tartışma nesnesine dönüştürüyor. Küresel ve yerel tuğyanizme, sekülerizme, emperyalizme, kapitalizme bundan daha etkili bir hizmet olabilir mi? Tabi söz konusu zatın, zamanın Ebu Cehillerine, Ebu Leheblerine, Velid b. Muğirelerine bu teolojik hizmeti sağlarken, “Protestan papazlığı” misyonunu da aşan bir performans sergilediği de açıktır. Zira onlar “kutsal kitapları” İncil’i modern tuğyan ve bu tuğyanın ana katalizörü kapitalizmin ihtiyaçları çerçevesinde yorumluyor olsalar da, İncil’in “kutsallığını” tartışmaya açmadılar.

“Lavukluğun” Evrenselliği!

Biz Müslümanlar, akidemizi olduğu gibi ona dayalı amellerimizi de nezih, temiz tutmak zorundayız. Her türlü ricsten, fısk-fücurdan, yanlışlıktan olduğu gibi, kabalıktan, hoyratlıktan, kabadayılıktan da titizlikle uzak kalmamız icap eder. Dilimiz, üslubumuz da amellerimizin bir parçasıdır neticede. “Lavuk” kelimesi malum, argoda kullanılan, sokak ağzı dediğimiz konuşmalarda kendisine yer bulabilen çirkin, kaba-saba bir kelime. Söz konusu “ilahiyatçı”, o me’şum konuşmasında bu kelimeyi Ebu Cehil, As b. Vail, Ebu Leheb, Velid b. Muğire gibi Mekke ileri gelenleri için kullanıyor ve Kitab-ı Kerim'le ilgili "insanlığa söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Bunlar ancak canı yanan peygamberin sözleri olabilir" şeklinde hadsiz, cahilce sözler sarf ediyordu.

Tarihin ibretlik tevafuku ve cilvesidir ki, söz konusu zat, söz konusu me’şum konuşmasıyla tam da "lavuk" diye nitelediği Mekke liderlerinin sözlerini tekrarlamış, Rabbimizin insanlığın dünya ve ahiret saadeti için bildirmiş olduğu hayat menbaı vahiy karşısında onların durumuna düşmüş oluyordu. Hatırlayalım ki Rabbimiz, Müddessir Sûresi 25. ayette Velid b. Muğire'nin Kur'an vahyine dair “Bu, ancak bir insan sözüdür” ifadesini hatırlatıyor ve 26. ayette de, onu bu inkârcılığı sebebiyle Sekara/Cehenneme yaslayacağını bildiriyor.[6]

Kısacası malum zat, hiç de yeni ve orijinal bir şey söylemiş olmuyor, tek yaptığı, "lavuk" diye nitelediği Mekke ileri gelenlerinin sözünü tekrarlamak. Kendi tabiriyle "lavukluk" yapıyor olsa da, biz kendisi için tabii ki bu çirkin, kaba kelimeyi kullanmıyoruz, asla kullanmayız. Zira başta dediğimiz gibi, akidemiz gibi amellerimizi ve dolayısıyla dilimizi de nezih, temiz tutmakla emrolunduğumuzu biliyoruz. Söz konusu “ilahiyatçı”, 15 asır sonrasında Mekke eşrafıyla aynı yaklaşımı (Kur’an’ın hâşâ beşer sözü olduğu) dillendirmekle aslında nasıl bir “evrensel” tabloda yerini aldığını idrak etmeli ve halini sorgulayıp nasuh tevbe ile, tağilikten muttakiliğe terfi etmelidir.

Makalemizin geçtiğimiz sayıdaki ilk bölümünde, kapitalizme teolojik hizmete mûti olarak piyasaya çıkarılmış bir “meal”den söz etmiş ve o mealde faiz ve başörtüsü gibi, modern ve post-modern tuğyan karşısında İslam’ın iki önemli hükmünün iptal edilmeye kalkışılması ve İslam’ın ortadan kaldırdığı bir câhiliye âdeti olan “mut’a nikâhı”nın meşrulaştırılmaya çalışılması konusunda değerlendirme yapmayı bu bölüme bırakmıştık. Ne var ki, malum “ilahiyatçı”nın geçtiğimiz ay içerisinde gündeme gelen me’şum sözlerine değinmeden geçmek istemedik. İnşallah bir sonraki makalemizde, bahse konu “meal”de ilmi yeterliliği bir tarafa bırakalım, asgari tutarlılık ve mantık düzeyinden bile mahrum bir şekilde dile getirilen yaklaşımları kısaca değerlendirerek bu makale serimize son vereceğiz. 

DİPNOTLAR:

[1]    “Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsrâ, 17/82)

[2]    Mustafa Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Sh. 10, Otto Yayınları, 2008

[3]    Mustafa Öztürk, a.g.e, Sh. 11

[4]    Isfahani de Müfredat'ında kelimeyi benzer şekilde karşılamaktadır: "Toplumdan olmayan fazlalık/yabancı olan kişidir... Bir topluma nisbet edilen, onlara bağlanılan fakat onlardan olmayan köle demektir." Rağıb el-Isfahani, Müfredat / Kur’an Kavramları Sözlüğü, “Z-n-m” maddesi, Sh. 463, Çıra Yayınları

[5]    Şair Orhan Şaik Gökyay, Edebiyat fakültesinden mezun olan bir gence fakültede neler öğrendiğini soruyor. "Hocam fâilâtun, fâilâtun, fâilundan başka bir şey öğrenmedim” cevabını alınca, tepkisini şu sözlerle dile getiriyor: "Öyleyse sen câhilâtun, câhilâtun, câhilunsun."

[6]    "Bu, bir beşer sözünden başkası değildir, dedi. Onu Sekar'a yaslayacağım." (Müddessir, 74/25-2)

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Ocak 2020 sayısında yayınlanmıştır.)