Şükrü HÜSEYİNOĞLU

10 Kasım 2018

KEMALİSTLERİN ANDI, BİZİMSE AKİDEMİZ VAR!

Osmanlı bakiyesi Anadolu topraklarında, 1923 yılındaki Cumhuriyet ilanıyla birlikte baştan sona bir toplumsal mühendislik çalışması ve devlet gücü dayatmasıyla batı tipi laik bir “ulus yaratma” çabasına girişen Kemalist rejim, toplumu kendisi için biçilen işbu ulus gömleğine uygun hale getirmek için batının kültür, eğitim-öğretim, hukuk, ekonomi alanlarındaki normlarını kopyaladığıgibi, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde yükselişte olan faşizm ve nazizmin tektip insan ve toplum inşa etme yöntemlerini de ithal etmeyi ihmal etmedi.

İlkokullar dahil okullarda İtalyan faşizminin tören, marş ve propaganda biçimleriyle askeri nizamı esas alan eğitim metodunu benimsenerek uygulamaya konuldu. Ulus inşası, nationalizm ideolojisini doğası gereği, fıtri kimlikleri yok sayıp tamamen ulus inşansa girişen kadronun ideolojik tercihlerine dayalı bir toplum mühendisliğini ifade ettiğindendir ki, söz konusu törenlerde, oralarda okunacak marşlarda atılacak nutuklarda ve yapılacak propagandalarda bir gerçekliğe dayanmaya ihtiyaç duyulmaz.

Bir Çek yazarın isabetli tesbitiyle “Uluslar ulusçuluğu değil, ulusçuluklar ulusları üretir.” Nitejim M.Kemal’in kendisine soyadı olarak “Atatürk” ismini uygun görmesinin sebebi de burada yatmaktadır. Türk kavmi kökenleri ancak 19. Yüzyıla dayanan köksüz bir kavim olmadığına göre, M. Kemal’in “atası olduğu” Türklük, fıtri bir kavim olan Türkler değil, bizatihi onun projelendirip ürettiği bir toplum mühendisliği ürünü olan “Türk ulusu”dur.

1940’larda yayınlanan TDK sözlüğündeki “Din” maddesinde yer verilen “Türkün dini Kemalizm’dir” ifadeleri de, söz konusu “Türk ulusu” için hangi hayat nizamının/dinin uygun görüldüğünü özetler niteliktedir. Evet, fıtri bir kavim olarak Türklerin çoğunluğunun kendilerini nisbet ettiği din İslam olabilir, fakat Kemalist kadro, bir irtidat projesi olarak projelendirdikleri Türk ulusu için din (hayat nizamı, ülke, ideoloji) olarak Kemalizmi belirlemişlerdir.

Toplumun “ebedi şef”in önderliğinde Kemalist ideoloji çerçevesinde tektipleştirilerek batı tipi bir ulus üretme hedefi, öncelikle okullarda körpe ve genç kuşakların bu hedef çerçevesinde formatlanmasını gerektiriyordu ve öyle de yapıldı. Ulus inşası için üst kimlik olarak belirlenen “Türk” kimliğinin ülkedeki tüm etnik kökenli insanlara benimsetilmesi ve bu kimliğin “10 yılda on beş milyon genç yaratma” iddiasındaki biçimlendiricisi “ebedi şef”in yüceltilmesi/ululanması ve o dönemde yayınlanan Kemalist bir gazetenin manşetinde dile getirildiği gibi bir “yarı ilah” olarak zihinlere nakşedilmesi icap ediyordu.

İşte gazeteler ve okullar başta olmak üzere, kültür ve sanat endüstrisi, siyaset hep bu hedefe odaklı olarak biçimlendirildi. Tüm fıtri kimlikler ve gerçeklikler yok sayıldı, reddedildi, kimlikler ve gerçeklikler belirlenen yeni ulus kimliğin inşası için yeniden kurgulandı. Türklerin kökenlerini Anadolu’daki Hititler’e/Etiler’e dayandıran bir tarih (!) üretildi, Güneş Dil Teorisi gibi teoriler (!) geliştirildi, henüz 5-10 sene önce yaşanmış bir savaş dahi gerçekliğin hilafına “kurtarıcı miti”nin oluşturulması adına yeniden kurgulandı.

Fakat ilginçtir, aslında fıtri bir kimlik olan kavmi kimlikleri yok sayıp, tamamen laik-batıcı bir ideoloji çerçevesinde toplumsal mühendisliğe dayalı tepeden inme bir ulus inşa etmeye koyulan Kemalist kadro, aynı zamanda “damardaki asil kan” ırkçılığına da tevessül etti.

Ulusun kurucu atası gençlere damarlardaki asil kan üzerinden hitap ederken, bunu karşılıksız bırakmayan Ankaralı üniversite gençliği de ona şu şekilde karşılık verecekti: “Ey büyük Ata! İstikbal ve Cumhuriyeti korumak mecburiyeti hâsıl olursa içinde bulunacağımız ahval ve şerait ne olursa olsun, kudret ve cesaretimizi damarlarımızdaki asil kandan alarak, bütün engelleri aşıp her güçlüğü yenmek azmindeyiz.”

1932 yılında Maarif Vekili olan Reşit Galib’in 1933’ün 23 Nisan’ında “bayram” coşkusuyla evinde yazıp çocuklarına okuduğu ve ardından okullara taşınıp “Andımız” şeklinde adlandırılan malum metin, işbu batı tipi ulusçuluk ile bildiğimiz ilkel kan ırkçılığı kırması Kemalist ulus inşa sürecinin bir parçası olarak karşımıza çıkar.

12 Mart 1970 yılında muhtırayla yönetimi ele alan darbeciler tarafından yapılan “Ey bu günümüzü sağlayan ulu Atatürk! Açtığın yolda, kurduğun ülküde gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene” ilavesiyle birlikte bilindiği gibi 2013 yılına kadar okullarda sabahları askeri nizamla sıraya konulan, “rahat, hazır ol” komutlarıyla hizaya getirilen öğrencilere okutturulmuş olan ant, bu tarihte AKP Hükümetinin aldığı bir kararla kaldırılmıştı. Ekim ayı içinde Danıştay’ın, MHP tandanslı Türk Eğitim-Sen’in başvurusu üzerine ant lehine verdiği karar, konuyu yeniden gündeme taşıdı.

Yerel seçimler öncesi böyle bir kararın çıkması haliyle kararın siyasi anlam ve hedefi üzerine soru işaretleri doğmasına yol açtı. Nitekim kararla birlikte, zaten af gündemi sebebiyle çatlak yaşamakta olan AKP-MHP ittifakında ikinci bir gedik açılmış oldu ve neticede ittifak yerel seçim bazında çökmüş oldu. Bir anlamda Danıştay’ın ant kararı, partilerin seçim öncesi kendi kamplarına dönmeleri ve seçmenleriyle saflarını sıklaştırması anlamında partiler için elverişli bir politik sığınak teşkil etmiş oldu!

Tepkisel Değil Özgün Olmak

Konuyu, ant gündemiyle ilgili biz Müslümanları ilgilendiren iki boyutuna daha dikkat çekip toparlamak istiyorum. Birincisi, Kemalizmin bu tür “kutsal metinleri” her gündeme geldiğinde Müslümanlar içinden bu metinlere alternatif “İslami metinler” üretme çabasının doğurduğu yanlışlıklar. Ant konusu gündeme geldiğinde birçok Müslümanın oradaki "Ne mutlu Türküm diyene" sloganına alternatif olarak "Ne mutlu Müslümanım diyene" sloganını ortaya attığını görüyoruz.

İşte özgün değil de tepkisel hareket etmenin sonucu böyle oluyor. Oysa Rabbimiz Kitab-ı Keriminde salt "Müslümanım" diyenlere değil, bu sözünü sahih iman ve salih amelle ispatlayanlara vadediyor dünya ve ahiret mutluluğunu. Tüm Kur'an boyunca beyan edilen bu gerçeği anlamak için sadece Asr suresine ile Fussilet suresi 33. ayete bakmak da yeterlidir.

Benzer bir durum, Kemalist kesimin “ulu önder” söylemi karşısında da yaşanıyor. Kimi Müslümanlar buna karşılık Rasulullah (a.s.)’ı “ulu önder” olarak vasf etme yoluna gidiyor. Oysa ululuk/yücelik bizim akidemize göre ancak Rabbimiz için ifade edilmesi gereken kavramlardır.

Bir başka husus da, birçok “İslami çevre”nin Danıştay’ın kararıyla birlikte yeniden gündeme taşınan ant konusunun neticede sistem içi bir tartışma olduğu hususunu göz ardı eden bir tutum içine girmiş olmasıdır. Bilmek gerekir ki, mevcut ant tartışması, neticede sistemin jakoben laiklik yanlısı kemalist kanadıyla, anglo-sakson ılımlı laiklik yanlısı muhafazakâr kanadı arasındaki sistem içi bir tartışmadır.

Neticede her iki kanadın da M.Kemal'in açtığı yolda, gösterdiği ülküde batının laiklik, kapitalizm, feminizm gibi tuğyan ideolojileri üzere hareket ettiği, kıblesi bâtıl batı olan bir egemenlik ve yönetim anlayışını sürdürdüğü ortadadır. Aralarındaki temel fark, birinin bunu halka rağmen ve tepeden inmeci despot yöntemlerle, diğerinin ise halka sevdirerek, "merhale merhale" benimseterek gerçekleştiriyor olmasıdır.

Dolayısıyla biz Müslümanların bu ve diğer tüm gündemlerde ve tartışmalarda kendi özgün konumumuzda sabit kadem olmamız, hiçbir şekilde sistem içi aktörlerin herhangi birinin yanında hizalanmamamız gerekmektedir.

Bizim duruşumuz sistem içi siyasi tartışmaların çok fevkinde, akidevi bir duruş olmalıdır. And konusundaki tavır ve muhalefetimiz de işte bu özgünlükte olmalıdır. Akidevi duruş, teori ve pratikte Rabbimizin hükümranlığını esas almayan hiçbir kişi, kurum ve işleyişe hiçbir şekilde taraftar olmamayı gerektirir.

(Not: Bu makale İktibas dergisinin Kasım 2018 sayısında yayınlanmıştır.)