28-01-2022 21:54

Kemalizm`in Ankara`sı resmî harâmîlerin şehriydi

Şimdi de, Millî Mücadele sırasında Kuva-yı Millîyecilerle beraberken sonra Kemalist Ankara rejimiyle anlaşamayan, önce Türkiye’de, sonra yurt dışında “Yeni Dünya” ve “Yarın” gazetelerini çıkaran devrin gazetecisi Arif Oruç’tan 1923 sonrası Ankara’sını okuyalım: “Millet Meclisinde bir silahşörler ve tufeyliler istibdadı başladı. Bir meclis ki, her türlü meziyetlerden âri âzâsı aç çekirge sürüleri gibi Ankara’ya üşüşmüşler, hidemat-ı umumiyeye (genel hizmetler) ait büyük nafia (bayındırlık) işlerini paylaşmaya başlamışlardı. Bu çekirgelerin ayak bastıkları yeşil vatan tarlasında bittabi ot bitmez oldu”

Kemalizm`in Ankara`sı resmî harâmîlerin şehriydi

Kemalizm’in Ankara’sı ile Millî Mücadele’nin karargâhı olan Ankara birbirine yüzde yüz zıttır. M. Kemal’in Hükümet Başkanı olduğu ilk Meclis’te zabıt kâtibi, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularından itaatkâr bir Kemalist, Batı hukukunun ikâme edilmesi projesinde “önemli hizmetlerde” bulunan, “bu hizmetlerinin” karşılığında ordinaryüs profesörlüğe yükseltilen Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yolsuzluklarla alâkalı yazılarına göre Kemalizm’in Ankara’sı resmî harâmîler rejiminin ve görevini kötüye kullanan siyasî zevatın şehriydi:

‘Köhne Bizans, Millî Mücadele Ankara’sını kokuşturmaya başlamıştı’

“1920’lerde kimsenin arsa, bağ, bahçe edinme hırsına kapıldığını görmedim ve duymadım. 1923’de Ankara’nın hükümet merkezi olmasından sonra bu kentte bir arsa edinme hırsı başladı. Daha 1922 sonlarında bir gün Kanunlar Kalemi’nden Fehmi Bey bizim kaleme gelerek, Belediye binası karşısındaki yangın yerinde çok büyük bir arsanın satılık olduğunu, 20-30 arkadaş ortak olursa bunu alabileceklerini söyledi. Sonra iş suya düştü. (...) Fehmi o zaman beş bin lira olan arsanın bir yıl sonra elli bin liradan satıldığını yana yakıla anlatmıştı. Aynı arsa birkaç yıl sonra Ankara Memurlar Kooperatifine beş yüz bin liraya satılmıştı. Kısacası, kuruluş ülküsü bir dünyalık edinme hevesine dönüşmüştü” (Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis, s. 222. Adı geçen kitap “İlk Meclis-Millî Mücadele’de Anadolu-1920-2020” adıyla da yayınlandı)

Velidedeoğlu gibi bir “Atatürkçünün” tenkitleri bununla kalmıyor, Kemalist Cumhuriyetin İkinci Meclisi’ndeki milletvekilleri ve bürokratlarından “Köhne Bizans” diye bahsediyor: “Hatırı sayılır, sözünden çıkılmaz milletvekillerinden devlet daire âmirlerine tavsiye mektubu koparmak için bir takım aracılar türemişti.(...) Köhne Bizans, zaferden hemen sonraki yıllarda Millî Mücadele Ankara’sını kokuşturmaya başlamıştı” (Velidedeoğlu, a.g.e., s.221).

‘Millet Meclisinde silahşörler ve tufeyliler istibdadı başladı’

Şimdi de, Millî Mücadele sırasında Kuva-yı Millîyecilerle beraberken sonra Kemalist Ankara rejimiyle anlaşamayan, önce Türkiye’de, sonra yurt dışında “Yeni Dünya” ve “Yarın” gazetelerini çıkaran devrin gazetecisi Arif Oruç’tan 1923 sonrası Ankara’sını okuyalım: “Millet Meclisinde bir silahşörler ve tufeyliler istibdadı başladı. Bir meclis ki, her türlü meziyetlerden âri âzâsı aç çekirge sürüleri gibi Ankara’ya üşüşmüşler, hidemat-ı umumiyeye (genel hizmetler) ait büyük nafia (bayındırlık) işlerini paylaşmaya başlamışlardı. Bu çekirgelerin ayak bastıkları yeşil vatan tarlasında bittabi ot bitmez oldu” (Arif Oruç’un Yarın’ı / derleyen: Prof. Dr. Mete Tunçay,  s.108).

Kuva-yı Millîye hareketi sırasında milleti arkasına alanların millete verdikleri sözü unuttuklarını, milletin kültür değerleriyle uyuşmayan bir “Ankara devrimine” doğru gittiklerini Batıcı ve Atatürkçü Sabiha Sertel yazıyorsa, Cumhuriyet ilk Meclis ve Hükümetlerinin Ankara’yı Kemalizm’in Ankara’sına dönüştürdüklerini söylemek abes mi olur? Sadece bir cümlesini okuyalım: “Millî kurtuluş savaşının heyecanlı günleri geçmiş, iş başında olanların birçoğu özel menfaatlerin peşine düşmüştü” (Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.92).

Atatürkçülerin iddia ettiği gibi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gidişatın “dîn-i mübin-i İslâm üzere” başlatılan Millî Mücadele ruhuna uygun olmadığını Sebiha Sertel’in eşi Zekeriya Sertel de teyit ediyor: “Eski Ankaralıların yaşayışları fakirce olmaktan aşağıydı. Hani istatistiklerde asgari yaşayış seviyesi diye bir deyim vardır. Bunlar, bu yaşayış seviyesinin de altındaydılar. Ben sefaletin bu kadar koyusunu, bu kadar elle tutulanını görmemiştim. Oysa bu büyük kurtuluş savaşını onlar yaşamışlardı” (M. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, s. 103).

‘Her apartmana karşı devrimden bir şeyler verdik’

Nafi Atuf Kansu da Cumhuriyet’in ilk yıllarında yönetimin başında bulunanlardan Batıcı-seküler bir siyasî kişidir ki, kendisi gibi oğlu Ceyhun Atuf Kansu da Ankara’da kurulan Batıcı “yeni Türkiye devleti” nin üst bürokrasisinde görev yapmış ve “Atatürkçülük” ödülü sahibi dogmatik bir Kemalist-şairdir. “Cumhuriyet Bayrağı Altında” adlı ödüllü kitabında babasından dinlediği bir sözü aktarır:  “ Devrimcilik çok uzaklarda kaldı oğlum, çok uzaklarda kaldı. Siz devrim kaldı mı sanıyorsunuz? Her apartmana karşı devrimden bir şeyler verdik. Bir apartmana karşı bir devrimciyi yitirdik” (C. Kansu, Cumhuriyet Bayrağı Altında, s.233).

“Apartman”dan kasıt, Ankara’nın başşehir olduğu ilk yıllarda devrin Bakanları, milletvekilleri ve bürokrasisi arasında neşvünema bulan arsa spekülasyonunun had safhaya çıktığını, arsaların bu zevat tarafından ucuz alınıp, çok yüksek fiyatlarla müteahhitlere satıldığını vurguluyor baba Kansu. Adı geçen kitabın 90. sayfasında yine babasından naklettiği şu ifadeler daha hayret verici: “Yeni yapılar yükseliyor, caddeler açılıyor, anıtlar dikiliyor; açıkgöz ve geleceği gören Osmanlı artığı ‘devletlüler’, Ankara bataklıklarını, Kavaklıdere eteklerini kapatıyorlardı. Ne var ki, Abdullah’ın köyünde ve yaşantısında gözle görülür, belli bir değişiklik yoktu.”

Memurlara ve halka ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ kitabı dağıtılıyor

Kansu’nun, Kemalist modernleşme taraftarı bir zihniyete sahip olmasına rağmen aynı kitabın 120. sayfasında M. Kemal’in vefatından sonra İnönü döneminde memurlara dağıtılan bir kitap vakasını hicvetmesi, Kemalizm’in sahte yüzünü göstermektedir. Devlet, Finlandiyalı bir yazara ait ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ adlı kitaptan on binlerce bastırıp dağıtarak memurlara ideolojik mesaj vermeye çalışır. Adı geçen kitap, Finli halka nasıl davranılacağına dair memur ve yöneticilere nasihatin yanında köylülere, işçilere ve kasaba halkının aşağı katlarına nasıl daha iyi yaşayabileceklerini öğretiniz” telkinleriyle dolu bir romandır.(C. Kansu, a.g.e., s.120).

“Beyaz Zambaklar Ülkesi” adlı kitabı Kemalist yöneticiler Ankara’dan başlamak üzere halka ve memurlara güya yol gösterici bir kitap olarak takdim etmişlerdir. Ecnebî bir ülkenin sosyal âdâbı ve kalkınma tekniklerini anlatan bir kitabı, İslâm medeniyete sahip Türk milletine dağıtan ve kendi toplum bilgisine bigâne ve düşman bir zihniyet ancak bu kadar olur. Kemalist şeflerin inkılâplarına ve icraatlarına bakıldığında, Millî Mücadele sırasında arkalarına aldıkları milleti ve Ankaralıları aldattıkları anlaşılıyor. Yardımlarını gördükleri Ankaralıların İslâmî kültür ve kimliklerine bigâne kalarak adım adım asıl niyetlerini gerçekleştirmişlerdir.

Kemalizm’in Ankara’sı yolsuzluklarla çalkalanıyor

M. Kemal’in mânevi kızı Prof. Âfet İnan’ın kızı Arı İnan Kemalist Cumhuriyete tarafgir birisi olmakla beraber “Tarihe Tanıklık Edenler” kitabında cumhuriyetin ilk yıllarındaki yolsuzlukları, istismarları yazması çok düşündürücüdür. Şu ifadeler resmî kitapların yanılmaz ve hatadan masundur şeklinde dogmatikleştirdiği Kemalist kurucuların alelâde ve ilkesiz insanlar olduğunu anlatıyor: “Müfettişlik görevinde bulunan Şevket Süreyya Aydemir, M. Kemal’in yakın arkadaşlarından İstiklâl Mahkemelerinin ünlü reisi Kılıç Ali’nin bazı işleri için: ‘Hakikaten benim çıkarttığım dosyalar arasında çok çirkin suiistimaller vardır. Ermenilerle, bilmem nelerle filan’ dediği...” (Arı İnan, a.g.e., s. 72).

Arı İnan, adı geçen kitabında yine Ş. Süreyya Aydemir’in dönemle ilgili bir tesbitini aktarıyor: “Şeker karaborsası işinde Celâl Bayar, Kazım Taşkent (Yapı Kredi Bankasının kurucusu) gibi isimlerin de bulunduğunu, şirketin sûiistimâllerini çıkarttığını, şeker firmasının sahte bir firma olduğunu, mal varlığı olarak sadece M. Kemal’in yakın arkadaşı Siirt milletvekili Mahmut’un garsoniyerinin bulunduğunu... Kumar borçlarını bile devlete ödettiklerini…” (Arı İnan, a.g.e., s.264).

‘Çalıp çırpmalarına göz yumardı’

Şaşırtıcı olan şu ki, M. Kemal, Hükümet ve Meclis bünyesinde bulunanların sûiistimâl ve yolsuzluklara adları karıştığında ve nüfuz yoluyla menfaat temin ettiklerinde esnek davranıyor ve “bekle gör” siyasetini takip ediyordu. Lord Kinross “Atatürk” adlı kitabının 59. sayfasında bu yönde değerlendirmeler var. Bir cümle var ki, gerçekten şaşırtıcıdır: “M. Kemal Atatürk, (...) çevresindekilerin ağızlarını kapatmak için kendilerini inşaat işlerinde serbest bırakır, sanayi girişimlerinde biraz çalıp çırpmalarına göz yumar ve ortada bir skandal tehlikesi belirmedikçe, varlıklarını hangi yoldan edindiklerini inceden inceye araştırmazdı.”

M. Kemal bir nutkunda: “Memleketimizde birçok milyonerin, hattâ milyarderlerin yetişmesine çalışacağız” diyordu. (Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk)  Adı geçen kitapta M. Kemal’in servetinin cins ve miktarları da veriliyordu: “Üç yüz bin dönümden fazla bağ, bahçe, fidanlık, çayır, orman vb., ziraat aletleri, demir, bira soda ve gazoz fabrikası, yoğurt ve şarap imalathaneleri, değirmenler, bir çeltik fabrikasının %40 hissesi, mandıralar ve bir çiftlikte küçük büyük baş hayvan ile at ve tavuk...” ( a.g.e., s. 77).

Millî Mücadele için toplanan paralarla şirket kurulur mu?

M. Kemal’in serveti konusunda, Cumhuriyetin ilk yıllarında Başbakanlık da yapan sabık Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’nin bir röportajdaki ifadeleri mânidardır: “Hint Müslümanları Millî Mücadele için 250 bin altını M. Kemal’e göndermişler. Altınlar M. Kemal’in kasasında durur. Onun kayınpederi Muammer Bey bu parayla M. Kemal’i de ortak ederek bir ticaret şirketi kurmak istiyor. M. Kemal, Celâl Bayar’la konuşalım, diyor. Celâl Bayar, bunun doğru olmayacağını, millî bir banka kurmayı teklif ediyor. İş Bankası kurulur. İş Bankası fikrinin de, bankayı kuran da Celâl Bayar’dır.” (Vakit Gazetesi,19 Eylül 2009)

D. Mehmet Doğan’ın “Tarih ve Toplum” kitabında, Millî Mücadele döneminde M. Kemal’in asker maaşının dışında hiçbir gelirinin olmadığı, ancak Cumhurbaşkanı olunca maaşının hatırı sayılır şekilde arttığı, İş Bankası’nın sermayesinde önemli bir payın ve ziraî-iktisadî alanda birçok yatırım ve taşınmazın sahibi olduğu belgelerle anlatılmaktadır. (a.g.e., s. 317) Adı geçen kitaba göre, M. Kemal kendi emriyle Tarih Kurumu’na yazdırdığı ve liselerde okutulan “Tarih IV” kitapta “çiftlikleri aylıklarından artırarak aldığı” kaydedilmektedir (a.g.e., s.317).

Hint Müslümanlarının, hilâfet dâvası adına Millî Mücadele’de kullanılması için bizzat M. Kemal’e verilmek üzere onun İstanbul’daki temsilcisine aralıklı olarak bir buçuk milyon lira değerinde para ve altın yardımlarının teslim edildiği resmî ideolojiye yakın kaynaklarda da belirtilmektedir. Bu konuda F. Rıfkı Atay’ın “Çankaya”sı ile Mazhar Leventoğlu’nun “Atatürk’ün Vasiyeti” adlı kitaplara bakılabilir. M. Kemal bu paranın 500.000 lirasını Büyük Taarruzdan önce, Maliye’nin karşılayamadığı bazı özel giderler için, Garp Cephesi Kumandanlığı emrine vermiştir. Zaferden sonra, bu beş yüz bin liranın üç yüz seksen bin küsur lirası, Bakanlar Kurulu kararıyla kendisine verilmiştir. M. Kemal, elindeki bu parayla güya siyasî ve devlet işlerinden arta kalan vakitlerinde iktisadî / ziraî teşebbüsleri gerçekleştirmiş ve üstünde kayıtlı görülen bu emlâk ve malların bir kısmını 1937 yılında devletin kurumlarına bağışlamıştır (D. Mehmet Doğan, Tarih ve Toplum, s. 320).

Yakup Kadri: ‘İsmet Paşa’nın devrim rejimini soysuzlaştırması…’    

Koyu Kemalist Yakup Kadri Karaosmanoğlu da yeni Ankara resmî zevatının devletin imkânlarını “rant” kapısı gibi görmesini ağır bir dille şikayet ediyor: “O sıralarda bence hâdiselerin en önemlisini teşkil eden, dünkü Millî Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi âzâlıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyordu. Garp Cephesi Kumandanı iken, yolsuzluklarından şüphelendiği bir Levazım Reisini herkesin gözünde nasıl haşladığını kulaklarımla işittiğim İsmet Paşa’nın, temeli fazilet ve feragate dayanması lâzım gelen bir devrim rejimini daha ilk günlerinden itibaren soysuzlaştırması ve benim bu yakınmalarımı, hiç cevaplandırmadan müphem bir gülümsemeyle dinleyişi beni hayrete düşürüyordu” (Politikada 45 Yıl, s.86).

Kemalizm’in Ankara’sından Besim Atalay da şikâyetçi

Kemalizm’in Ankara’sında yolsuzluk, nüfuz ticareti ve suiistimaller Meclise intikal etmeye ve tartışma konusu olmaya başlamıştı. Kemalizm’in “millî din” anlayışını anlatan “Kur’ân Tercümesi: Tanrı Kitabı” adlı kitabın yazarı ve Tek Parti Döneminin Kütahya milletvekili Besim Atalay da “yeni Türk devleti” nin imkânlarının Millî Mücadele ile ilgisi olmayanlara peşkeş çekilmesinden şikâyetçidir: “Arkadaşlar, memlekette yolsuzluklar yapıldığından söz ediyorsunuz. Bu memleketin kurtarılması ve bugün yapıldığı söylenen yolsuzluk Hoca Sadi’nin ünlü kuzu hikâyesini andırdı. Kurdun elinden kuzuyu kaptı kurtardı, fakat kendi kesti, kendi yedi. Arkadaşlar, üç yıldır şu Millî Mücadele sırasında kadınlara cephane mi taşıtmadık, tuzdan, hattâ undan bile vergi mi almadık? Kadınları bile şehit mi vermedik? Sonuç ne oldu? Mücadele ile hiç, ama zerre kadar hiç ilgisi olmayanlar, bu memlekete doldu. Sanki yaptıklarımızı, kurtardığımız memleketi, bunlara peşkeş çekmişiz, gidin görün arkadaşlar, şu İzmir’e bir gidin... Sokakları dolduran çeşit çeşit ‘yurtsever’ tüccarları bir görün...” (Millî Kurtuluş Tarihi, Doğan Avcıoğlu, s.1367).      

O dönemde siyasîlerin sûiistimâl ve nüfuz ticaretinin kamuda ayyuka çıkması üzerine “bir düzenleme ile milletvekillerinin iş takip etmelerinin yasaklanmasını” teklif eden İ. İnönü’ye Cumhurbaşkanı M. Kemal şu cevabı verir: “Bu, kanunla olmamalı bence. Milletvekilleri böyle işlere girmenin sakıncalı olacağını kendileri anlamalıdır” (İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Sofrası, s.63).

M. Kemal: ‘Bu serserilere göz yumarım…’

Bu meselelerin çoğalması üzerine, M. Kemal’e yakın bir milletvekili onun huzurunda, “Etrafındakilerinin sûiistimâllerinin çoğaldığını” dile getirir. M. Kemal’in açıklaması son derece pragmatist ve ilkesizdir: “Bu dediğin senin doğrudur. Bu serseriler etrafımızda. Ama ben bunlara bağırırım, çağırırım, önüne bir şey atarsın işte geçinir gider. Hattâ bunların ben yarın gözlerimi kapayınca sokakta kalmasını da istemem. Onun için bunların bir şeyler yapmasına ya yardım ederim yahut göz yumarım” (Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, s.263 vd.).

İşte böyle Kemalizm’in Ankara’sı. Bugün hâlâ “M. Kemal’in kurduğu Cumhuriyet kadrosu dürüsttü, erdemliydi” diyenler kafasını kumdan ne zaman çıkaracak? ([email protected])

* * * * *

‘Yakın Tarih Okumaları’

Ali Yurtgezen hocanın Mostar Dergisi Ocak 2022 sayısındaki “Yeniden yakın tarih okumaları” başlıklı yazısı Kemalizm’in kendini meşrulaştırmak için ilmî bir tarih olmayan inkılâp tarihini ilkokuldan üniversiteye kadar müfredata sokma emellerini anlatıyor: “Yakın tarih derken 1922 Kasım’ında saltanatın kaldırılması ile başlayıp 1937 Şubat’ında laikliğin anayasaya girme­siyle biten ve daha ziyade “İnkılâp dönemi” denen zaman dilimini kastediyoruz. Bu süreçte yapılanları meşrulaştırmak maksadıyla 1922 öncesine dair anakronik kıyaslamalara sıkça gidilse de sonuçta on dört yılı biraz aşan bu dönem, bugün bütün eğitim öğretim kademelerindeki resmî müfredatta neredeyse cereyan müddetinden daha uzun bir zaman tahsis edilerek okutuluyor. Anaokullarından itibaren, temel eğitimin her seviyesinden fakülte ve yüksekokulların ilk iki yılına kadar sürdürülen mecburî bir okuma, daha doğrusu yönlendirme. 1930’larda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın üst düzey yöneticileri tarafından üniversitelerde verilen konferanslarla başlamış. Hangi bölümde okursa okusun öğrencilerin mezun olabil­meleri bu konferanslara katılma şartına bağlanmış. İlerleyen yıllarda değişik isimler altında okullara ders olarak konmuş. Nihayet 1980 ihtilalinden sonra hem “Türkiye Cumhuriyeti İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” adıyla okutulması, hem de temel eğitimdeki bütün derslerin müfredatına dâhil edilmesi mecbur kılınmış…”

(Ahmet Doğan İlbey / Yenisöz)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !