Şükrü HÜSEYİNOĞLU

30 Mart 2010

KENDİ YERİMİZDE VE KENDİMİZ OLARAK...

2002 seçimleri öncesinde “Kurtarıcılar kimi kurtarıyor?” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Haksöz Dergisi’nin Ekim 2002 sayısında yayınlanan bu yazıda, kuruluşundan bu yana krizlerden kurtulamayan ve bunun da ötesinde çeşitli aralıklarla ölümcül krizler yaşayan  mevcut sistemin ayakta kalmayı nasıl başardığını anlatmaya çalışmıştım.

 

1950’de fiilen çok partili hayata geçilmesine kadar halkla doğrudan muhatap olan ve bu sebeple de halkın tepkisini doğrudan üzerine çeken sistemin, bu tarihten sonra her on yılda bir balans ayarı yapmakla yetindiği bir “kurtarıcı siyaseti”yle kendisini sağlama almayı nasıl başardığını ve bu “demokrasi oyunu”nun son tahlilde kimin işine yaradığını sorgulayan bir yazıydı.

 

Söz konusu yazıyı 2002 seçimlerinin bir ay öncesinde kaleme almamın sebebi, 28 Şubat süreci sonrasında memurunun maaşını ancak depremzedeler için yurtdışından gelen yardım paralarından ödeyecek kadar ciddi bir çöküş süreci yaşayan sistemin, o tarihte Tayyip Erdoğan ve Ak Parti’nin şahsında yeni bir “kurtarıcı”yı karşılamaya hazırlanıyor olmasıydı.

 

Ne o yazıda, ne de benzer şekilde Obama’nın ABD başkanı seçilmesiyle ilgili yazdığım “Obama kimi kurtaracak?” yazısında her şeyin belli merkezlerce tasarlanıp yürütüldüğü, siyasi aktörlerin de bu merkezlerin kurguladığı senaryoları oynadığını gibi bir iddiada bulunmadım. O tür kurgusal aktörlerin de zaten toplumlarda bir heyecan oluşturamayacağını, dolayısıyla kurtarıcı rolü üstlenemeyeceğini, ancak çevreden gelen ve çevreyi temsil kabiliyeti olan aktörlerin bu tür bir rol ifa edebileceğini bilirim.

 

Türkiye’nin yakın siyasi tarihini kabaca göz önüne getiren herkes, hemen her 10 yılda bir, çevrenin büyük umut ve desteğiyle devreye giren ve temel iddiası olan halka alan açma politikaları adına halktan çok sisteme alan açan, köhnemiş sistemi restore ederek ona hayatiyet kazandıran ve bu işlevini tamamlayıp tarih sahnesini terk eden aktörlerin varlığını müşahade edecektir.

 

Peki niçin kurtarıcılar her defasında halkı kurtarmak adına ve iddiasıyla yola çıkıp da neticede sistemin kurtarıcısı konumuna düşmektedirler?

Eşya ve hadisenin tabiatının gereği budur da ondan. Zira hangi sistem veya bir başka deyişle statüko söz konusu olursa olsun, o sistem veya statüko bünyesinde meydana çıkan "kurtarıcılar", neticede her türlü muhalif yaklaşımlarına veya muhalif olma iddialarına rağmen sistem içi bir duruşa sahip oldukları/sistem içi konumlandıkları, yani "içeriden" oldukları ve değişim adına ortaya koydukları ve “içeriden” olmaları/o şekilde konumlanmaları hasebiyle de "makul" bir düzeyde tutmaya mecbur oldukları açılımları mevcut statüko adına gerçekleştirdikleri içindir ki, yapıp-ettikleri neticede statükoya taze kan sağlamaktan ve onu yenileyip canlandırmaktan başka bir sonuç vermiyor. Kurtarıcıların çoğu zaman sisteme rağmen sistemi kurtarma işlevi gördüklerini de bu çerçevede sözlerimize eklemeliyiz. 

Statükonun temel çarklarına çomak sokmak bir yana temas etmesi bile söz konusu olmayan, bazı hususları “teklif dahi edemeyen” kurtarıcıların öncülük ettiği bazı değişim ve iyileştirmeler halka bazı kısa vadeli kazanımlar sağlamakla birlikte, uzun vadede statükoya hizmet eder. Kitlelerin mevcut işleyişten umudunu yitirip alternatif arayışlara yönelmesini önleme, muhaliflerin sistemin işleyişine dahil edilmesi, gerçekleştirilen açılımlarla statükonun darboğazlardan çıkarılması gibi neticeler, değişim vaadiyle kitlelerin desteğini alan kurtarıcıların gerçekleştirdikleri açılımların statükoya hediye ettiği hayati neticelerdir.

Ekim 2002’den bu yana bunca zaman geçmişken bu kurtarıcı meselesini niçin mi tekrar gündeme getirdim? Şu sebeple: En azından son yarım yüzyıldır kaç defa yaşanmış olduğu halde, toplumun her defasında geçmişi unutarak yeni bir heyecanla dahil olduğu bu kurtarıcı kısırdöngüsüne, şimdilerde farkında olmak bir yana, topluma farkındalık aşılaması gereken tevhid akidesi sahibi Müslümanlar arasında bile ciddi pirimler verilmeye başlanmış görünüyor.

Şu açılım, bu açılım derken, sistem içi parça iyileştirmelere çok fazla anlamlar yüklenerek, bütüncül sistem algısı zaafa uğratılıyor ve tevhidi mücadele bilinci zayıflatılıyor.

Tevhidi proje ile muhafazakâr proje arasındaki uzlaşmazlığı fark edemeyenler, zaten sistem içi bir renk tonu ve konumlanma olan muhafazakâr projenin kazanımlarını gereğinden çok fazla anlamlandırarak, kendi projelerini sahipsiz bırakmaya yöneliyorlar.

Belki de 70’li yıllardaki bilinçlenme sürecinden bu yana ilk defa, tevhid akidesi sahibi Müslümanlar bu kadar sistem içi bir dil kullanıyor, muhalefet ve taraftarlıklarını sistem içi aktörler üzerinden yürütme konumuna düşüyorlar.

Ben bu durumu Uhud’da savaşın kazanıldığı zannıyla yerlerini terk eden okçuların durumuna benzetiyorum. Kendi konumumuzu muhafaza ederek, mevzilerimizde kalarak sosyal ve siyasal gelişmelerle ilgilenmemiz, güncel sorunlara özgün söylem ve eylemlerimizle müdahil olmamız mümkünken, sistem içi kanat mücadelesine taraf olmak, demokratik ve liberal söylemlere alışma antrenmanları yapmak, mevzi terkinden başka ne anlama gelir?