Şükrü HÜSEYİNOĞLU

22 Temmuz 2022

KERVAN MI, ORDU MU?

Rabbimiz Kitab-ı Keriminde, insanlar için hidâyet önderleri olarak görevlendirdiği Peygamberlerin (a.s.) ve tarihte yaşamış çeşitli toplulukların kıssalarını bize bildirir. Bu kıssalar, bir tarih bilgi ve anlatısı olarak değil, muhataplarca ders ve ibret alınması, gerekli hisselerin çıkarılması gereken bir öğretim ve eğitim (talim ve terbiye) metinleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Peygamber kıssaları, “Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.” (Kalem, 68/48) ayet-i kerimesindeki gibi, ilk muhataplar ve bizim için “ibret” teşkil eden kimi anlatımlara konu olabilmekle birlikte, genel olarak mü’minlere kıyamete kadar örneklik teşkil edecek anlatımlar ve mesajlar içerirler.

Tarih boyu yaşamış, Peygamberlerin dâvet muhatabı olmuş toplumlarla ilgili anlatımlara gelince, tarih boyunca yaşamış insan topluluklarının çoğunluğunun (ekserun nas) hakka değil de maalesef bâtıla teveccüh göstermeleri sebebiyle, bu anlatımların daha ziyade ibretlik bir mahiyet ve içeriğe sahip olduklarını görmekteyiz. Bununla birlikte, Firavun’un sihirbazlarının iman ediş sahneleri, Ashab-ı Kehf ve benzeri kıssalar ise, bize örnek almamız gereken toplulukların haberleri olarak anlatılır.

Kur’an kıssalarının, Mekke ve sonrasında Medine’deki dâvet ve mücadele süreciyle uyumlu şekilde bildirilmiş olması, mesajları yaşanan süreçlere denk gelen yol gösterici, ders ve ibretler içeren kıssaların gündeme getirilmiş olması, kıssaların İslami mücadele sürecinde bizim için yol gösterici mahiyetini ve önemini ifade eden bir hususiyettir.

İşte nasıl ki Rabbimizin bize hidâyet önderi kıldığı Peygamberlerin kıssaları ve önceki toplumların haberleri, Rasulullah (a.s.) ve ilk neslin dâvet ve mücadele sürecinde ders ve ibretler manzumesi olarak çok önemli bir işlev görmüşse, bugünün Müslümanları, İslam dâvâsının neferleri olarak bizler için de hem bu kıssalar, hem de Rasulullah ve ilk neslin örnekliği ile ilgili haber ve anlatımlar örneklik ve ibretlik mesajlar içermektedir.

Tüm bu haber ve anlatımlar, bizim için Rabbani ilkelerin müşahhas izdüşümleri, yoldaki işaretler durumundadır. Yola çıkan insanlar yoldaki işaretleri dikkate almazlarsa, yoldan sapmaları kaçınılmaz olacaktır. İşte geçmişten günümüze yaşanan sapma ve savrulmaların, istikamet ve kıble krizlerinin temelinde, yoldaki işaretlerin gözetilmemesi, ihmal edilmesi, ikinci plana atılması yatmaktadır.

Rabbimizin bizim için usvetun hasene olarak nitelendirdiği[1] Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk neslin bizim için örnekliği denilince, akla öncelikle ve dahası genelde salt siyer ve hadis kaynaklarındaki anlatım ve rivayetlerle aktarılan bilgiler gelmektedir. Oysa tüm diğer alanlarda olduğu gibi bizim için siyer alanında da temel kaynak Kur’an’dır, Kur’an’ın konuyla ilgili anlatımlarıdır.

Kur’an, Rasulullah ve ilk neslin takip edecekleri yoldaki işaretleri, akidevi ilke ve ölçüler, emir ve nehiyler ile örneklik ve ibretlik mesajlar içeren kıssalarla onlara verdiği ve dolayısıyla onlar için dâvet ve mücadele rehberi olduğu gibi, onların dâvet ve mücadele süreç ve örneklikleriyle ilgili temel konuları bize aktarmakla, siyer alanında da temel başvuru kaynağı işlevi görmektedir.

Bu bağlamda hicretin 2. yılındaki Bedir Savaşı ile ilgili Kur’ani beyanlar, bizim için mücadelede gözetmemiz gereken öncelikler noktasında çok önemli mesajlar içermektedir. Ki bilindiği gibi Kur’an’da bu savaş, hakla bâtılın ve taraftarlarının birbirinden kesin olarak ayrıştığı “Yevmul Furkan/Furkan Günü”[2] olarak nitelendirilmektedir.

Bilindiği üzere, Darun Nedve merkezli Mekke Şehir Devleti, İslam dâveti karşısında yok sayma, alaya alma, tehdit ve baskıya başvurma, uzlaşma arayışıyla Müslümanları ilkelerinden saptırmaya çalışma[3] gibi yollara başvurmuş, fakat İslam dâvetini engellemeyi de ilkelerinden saptırmayı da başaramayınca, Müslümanlara karşı topyekün bir imha politikasına girişmişti.

Nübüvvetin 5 ve 6. yıllarındaki Habeşistan hicretleri ve 12 ve 13. yıllarındaki Akabe Biatları sonrası gerçekleşen Yesrib (Medine) hicretiyle birlikte, İslam’ın Medine’deki egemenliği süreci başlamıştı. Böylece Mekke şirk devletiyle, Medine İslam devleti arasında kaçınılmaz bir egemenlik mücadelesi başlamış oluyordu.

Mekke şirk devleti, Medine’deki İslam otoritesini yıkmanın, Medine İslam devleti ise, Mekke şirk otoritesini zayıflatıp ortadan kaldırmanın ve böylece İslam’ı Mescid-i Haram’ın bulunduğu Mekke’ye de egemen kılmanın yollarını aramaktaydı. Bu sebeple Mekkelilerin Şam ticaret kervanları, zaman zaman Müslümanlarca hedef alınmaktaydı.

Medine döneminin ilk iki yılı içinde bu şekilde karşılıklı bir “düşük yoğunluklu savaş” ve fiili bir savaşa hazırlık süreci yaşanırken, ikinci yıl içinde (m. 624) Mekkeliler Ebu Süfyan idaresinde Suriye’ye büyük bir ticaret kervanı düzenledi. Kervanın Suriye’den dönüşünü haber alan Rasulullah (a.s.), Medine’ye 160 km mesafedeki Bedir mevkiinde kervanı karşılamak üzere mü’minleri sefere hazırladı. Hicri 2. yılın 12 Ramazanında 305 kişilik İslam ordusu Medine’den hareket etti.

İslam ordusunun Medine’den hareketini haber alan Ebu Süfyan, durumu haber vermek ve yardım istemek üzere kervandaki bir kişiyi Mekke’ye gönderdi. Tedbir olarak da kervanı Bedir mevkiinden 30 km uzak olan sahil güzergahına yönlendirdi.

Durumu haber alan Mekkeliler, bin kişilik bir kuvvetle Amr b. Hişam (Ebu Cehil) komutasında Bedir’e doğru hareket etti. Mekkeliler Cuhfe mevkiine geldiklerinde ticaret kervanlarının baskından kurtulduğunu öğrendiler, fakat buna rağmen Müslümanlara karşı güç gösterisinde bulunmak gayesiyle Bedir’e doğru ilerleyişlerini sürdürdüler.

Tarafların birbirlerinin ilerleyiş ve durumları hakkında haber toplama süreçleri ve hazırlıklarının ardından, 17 Ramazan sabahı her iki ordu Bedir’e doğru yola çıktı ve Bedir’de savaşa tutuştu. Savaş, bilindiği üzere İslam ordusunun kesin zaferiyle neticelendi. Ebu Cehil başta olmak üzere, Utbe b. Rebia, Umeyye b. Halef gibi küfrün önderleri dahil yetmiş müşriğin öldürüldüğü bu savaşta, birçok da esir alındı.

Bedir savaşı, Medine İslam Devleti’nin gücünü kanıtladığı, buna mukabil üç kat asker ve teçhizat üstünlüklerine rağmen Mekke müşrik ordusunun belinin kırıldığı bir dönüm noktası olmuştur. Bu yönüyle bir “ölüm-kalım” mücadelesi niteliği taşımaktadır ve bu eşiğin aşılmasıyla Medine İslam Devleti temellerini daha da sağlamlaştırmıştır.

Orduyu Kervana Tercih Etmek

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, mü’minler Medine’den Mekke kervanına baskın yapmak üzere yola çıkmışlardı ve Mekke ordusunun gelişini haber aldıklarında da, bu güçlü orduyla karşılaşmak yerine, sınırlı sayıdaki muhafızıyla askeri bir gücü olmayan kervanla karşılaşmak, ona zarar vermek, zalim Mekkelilere böylece bir ders vermek istiyorlardı.

Oysa Rabbimiz, mü’minlerin kolay değil zor olan, fakat küfrün belinin kırılmasını, İslam otoritesinin gücünü pekiştirmesini sağlayacak olan diğer seçeneği, yani Mekke ordusuyla karşılaşmalarını murat etmekteydi. Zira, İslam küçük hedeflere rıza gösterecek bir öğreti değildi, yeryüzünde Allah’ın dininin egemen kılınması gibi büyük bir hedefi, dâvâlar üstü dâvâyı ifade etmekteydi.

Büyük dâvâlar ise, doğal olarak büyük bedeller gerektirmekteydi. Bu itibarla fiziki güç olarak İslam ordusunun üç katı olan Mekke ordusuyla karşılaşılacak, şehitler verilecek, bunun karşılığında da küfrün belinin kırılması noktasında büyük bir adım atılmış olacaktı. Rabbimiz bu durumu şu şekilde haber vermektedir:

“Allah size, iki taifeden birinin sizin olacağını vadetmişti. Siz ise güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı açığa çıkarmak ve kâfirlerin sonlarını getirmek istiyordu.” (Enfal, 8/7)

Evet, insanlar, aralarında Allah’ın Rasulü dahi olsa neticede gaybı bilemezler, nihai büyük resme göre değil, görebildikleri, akli melekeleriyle idrak edebildikleri düzeyde ve düzlemde bir tutum takınır, tercih yapar. İşte Bedir’de de Rasulullah ve arkadaşları, haliyle kolay hedef varken zorlu olanı arzulamamış, ona yönelme gereği duymamışlardı.

Neticede kervana baskın yapıldığında da Mekke şirk otoritesine zarar verilmiş, onların temel iktisadi kaynağı olan kervan ticaretine darbe vurulmuş olacaktı. Ancak Rabbimiz bunun ötesini murad etti. Müslümanların Mekke ordusuyla karşı karşıya gelmesini ve küfrün belini kıracak bir neticenin ortaya çıkmasını istedi. Şu ayet-i kerimeler de Rabbimizin bu muradını bize net olarak bildirmektedir:

“Hani siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar ise uzak yamacındaydılar. Kervan ise sizden daha aşağıdaydı. Eğer sözleşseydiniz, sözleşme yeri hakkında mutlaka anlaşmazlığa düşerdiniz. Ancak Allah, olacak olan işi gerçekleştirmek için (böyle yaptı). Böylece, helak olacak olan apaçık bir delilden sonra helak olsun, yaşayacak olan da apaçık bir delilden sonra yaşasın. Şüphesiz Allah, gerçekten işitendir, bilendir.

Hani Allah, onları sana uykunda az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, gerçekten yılgınlığa kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz. Ancak Allah size esenlik bahşetti. Çünkü O, elbette sinelerin özünde saklı olanı bilendir.

Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, olacak işi gerçekleştirmek için onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve (bütün) işler Allah'a döndürülür.”  (Enfal, 8/42-44)

Rabbimizin murad ettiği şekilde Bedir’de furkan savaşı yaşandı ve hak, bâtıla açık olarak galebe çaldı. Mekke şirk otoritesi, kervanını kurtarmak için geldiği Bedir’den, bir meydan savaşını ve önemli liderlerini kaybederek zelil şekilde dönmek zorunda kaldı.

Furkan Günü’nde Bedir’de yaşananlar, kıyamete kadar, yaşayacak Müslümanlar için İslam dâvâsının mahiyetini kavramak ve bu dâvânın gereği üzere hareket etme perspektifi noktasında önemli dersler içermektedir. Yevmul Furkan, bize dar hedefler ve küçük kazanımlara değil, Rabbimizin bizim için öngördüğü hedef ve kazanımlara namzet olmayı ve bu namzet oluşa uygun bir mücadele hattı inşa etmeyi talim etmektedir.

Hakkı Hâkim, Bâtılı Zail Kılmak

Bilindiği üzere Rabbimiz, başta Rasulullah ve beraberindeki ilk Kur’an nesli olmak üzere her çağın Müslümanları için, hakkı hâkim, bâtılı zail kılmak hedefini koymuştur.[4] Hak, bâtıl karşısında pasif ve defansif bir konumda değil, aktif ve ofansif bir konumdadır.

Hak, bâtıla hâşâ sığıntı olmak, onunla yan yana, dostane yaşamak, onunla karşılıklı ilkesel tavizleşmeler üzere uzlaşmaya gitmek gibi tutumlar yerine, bâtılın beynini hedef alarak onu paramparça edecek bir mahiyete sahiptir.[5] Zira o, yegâne doğru yol, Âlemlerin Rabbi tarafından kulları için belirlenip bildirilmiş hayat nizamıdır.[6]

İşte bu mahiyeti sebebiyle İslam, müntesiplerine bâtıldan/cahiliyeden, dinleri ve kendileri için yaşama hakkı ve alanları talep eden bir “sığıntı” konumu yerine, bâtılı/câhiliyeyi ortadan kaldırarak dini Allah’a has/hâlis kılma, yeryüzünde Allah’ın dinini egemen kılma perspektif ve hedefini  öğretmektedir.[7]

Daha önce konuyla ilgili müstakil bir makalede ifade etmeye çalıştığımız üzere, Habeşistan hicretinin taktik, Yesrib/Medine hicretinin ise stratejik düzlem ve düzeyde olmasının sebebi de budur. Zira Rasulullah ve beraberindeki çekirdek kadro Habeşistan’a hicret etseydi, mevcut bir egemen otoritenin kanatları altında fert ve dar cemaat düzeyinde, çerçevesi o egemen otorite tarafından belirlenmiş bir “İslami yaşantı”ya rıza göstermek durumunda kalacaklardı.

Oysa Yesrib’e, iki Akabe Biatı’yla çerçevesi belirlendiği üzere İslam’ın egemen otorite kılınması zemini oluşturulduktan sonra hicret edilmiş ve böylece hak hâkim, bâtıl zail kılınmıştır. Aynı perspektif, Bedir bağlamında gördüğümüz üzere Rabbimizin Kur’ani yönlendirmesiyle Medine sürecinde de devam ettirilmiş ve İslam otoritesi günden güne genişlemiş, nihayetinde Mekke’nin kansız şekilde teslim alınması neticesine de ulaşılmıştır.

Son yirmi yıllık süreçte Türkiye’deki “İslami kesimler”in önemli bir kısmında, mevcut laik-kemalist câhiliye düzeninin akidevi açıdan konumlandırılması, fert ve topluluklar bazında Müslümanların düzen ve aktörleri karşısındaki konumlanmaları, takınılması gereken tutum konusunda yaşanan savrulmalara, Bedir’de yaşananlar çerçevesinde bakıp, bu zaviyeden bir muhasebeye tâbi tutmakta fayda vardır.

Bu süreçte yaşananlara ve gelinen noktada “İslami kesimler”deki irtifa kaybına baktığımızda, bu süreçte, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde açık olarak bildirdiği ve Rasulullah ve beraberindeki ilk neslin mücadele sürecinde müşahhaslaştırdıkları İslami hareket perspektif ve ilkelerinin, istikamet bilincini diri tutmaya gayret gösteren az sayıdaki topluluklar dışında gözetilmediğini, İslam dâvâsının hakikat ve hâkimiyet iddiasıyla mutabık olmayan, bâtılı zail kılma hedefi yerine, bâtılın kanatları altında “var olma hakkı”na rıza gösterilen bir noktaya evrilindiğini görmek zor olmamaktadır.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız üzere, Bedir’deki kervan ve ordu örneğinde Rabbimiz, hakla bâtılın ölümcül bir çatışmaya girişmeleri ve hakkın bâtıla kesin galebesini murad ederek, mü’minlerin Mekke şirk ordusuyla karşılaşmasını istemişti ve netice de böyle tahakkuk etti. Dolayısıyla bizlerin İslam dâvâsıyla ilgili algı, perspektif ve pratiklerimiz de Rabbimizin bu muradına mutabık olmak durumundadır.

Enfal sûresinde Bedir savaşı bağlamında söz konusu edilen kervan ve ordu konusu ile, üzerinde durmaya çalıştığımız son yirmi yıldaki savrulmalar, irtifa kayıpları tabii ki birebir karşılığa sahip hususlar değildir. Biz, Bedir’de yaşanan ve ayet-i kerimelerde gündemimize getirilen kervan ve ordu çatallaşması örneği üzerinden, günümüze yönelik bir teşbihle meramımızı anlatmaya çalışıyoruz. Teşbihte müşebbeh (benzetilen) ile müşebbeh bih (kendisine benzetilen) arasında birebir bir benzerliğin olmasına gerek yoktur.

Nitekim, bahse konu ettiğimiz son yirmi yıllık süreçte çoğu kesimde yaşanan düzen ve aktörleri konusundaki tutum değişiklikleri ve İslami mücadele perspektifi konusundaki temelden dönüşüm ve savrulmalara götüren tercihler ile, Bedir örneğindeki kervan tercihi arasında esasta bir benzerlik yoktur. Zira orada, kervan da İslami açıdan meşru bir hedeftir. Ancak ordu hedefine göre daha küçük ve sınırlı bir hedefi ifade etmektedir.

Burada ise, bâtıl düzen ve aktörleri konusunda, bâtıl temel nitelikleri itibariyle aynı bâtıl olarak orta yerde dururken, sırf onda gerçekleştirilen bir kabuk değişimi (katı/jakoben laiklikten, ılımlı/anglo-sakson laikliğe geçiş) sebebiyle, düzen ve aktörleri konusunda yaşanan akidevi bir algı ve konumlanma farklılığı söz konusudur.

Bizim bu makalede yaptığımız teşbih, Mekke kervanıyla karşılaşma seçeneğinin daha az bedel gerektiren, fakat bunun karşılığında da daha küçük bir hedef ve kazanıma tekabül etmesi, Mekke ordusuyla karşılaşma seçeneğinin ise daha fazla bedel isteyen ve fakat bunun karşılığında bâtılın belinin kırılması gibi stratejik bir hedef ve kazanıma denk düşmesidir.

İşte son yirmi yıllık süreçte, istikamet bilinci sahibi az sayıdaki topluluk hariç kendilerini İslam dâvâsına nisbet eden kesimlerin çoğu “sistem içi kazanımlar” düzeyine indirgenmiş bir perspektif kaybı ile, câhiliye düzeni ve aktörleriyle ilgili hiçbir şart ve ortamda değiştirilmemesi icap eden akidevi duruştan “merhale merhale” uzaklaştılar ve bâtılın gri tonları içinde, gri tonlu bâtılın kanatları altında “var olma hakkı”na fit oldular.

Kitab-ı Kerim’de Rabbimizin bildirdiği ve Rasulullah ile arkadaşlarının en güzel şekilde müşahhaslaştırdıkları İslami mücadele hattına yeniden dönüş yapma noktasında, Rabbimizin “Furkan Günü” olarak nitelediği Bedir savaşı çerçevesinde yaşananları düşünmek, bu çerçevede bir muhasebe ile gidişatı değerlendirmek, tevbe-i nasuh ile mevcut gidişattan arınmak ve “fabrika ayarlarına” dönüş yapmak, için iyi bir başlangıç olabilir kanaatindeyiz.


[1]     Bkz: Ahzab, 33/21

[2]     Bkz: Enfal, 8/41

[3]     Bkz: Kalem, 68/8-9; Yunus, 15; İsra, 17/73-74 vb.

[4]     Bkz: İsra, 17/81

[5]     Bkz: Enbiya, 21/18

[6]     Bkz: Âl-i İmran, 3/19, 85; Maide, 5/3

[7]     Bkz: Bakara, 2/193, Enfal, 8/39

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Temmuz 2022 sayısında yayınlanmıştır.)