Kitap tanıtımı: “Dava ve Davet Erlerine Ana Hatlarıyla İslâm”
`Kitabın “Önsöz”ünde de belirtildiği üzere davetçinin davetini iliklerine kadar hissetmesi ve onu önce kendisinin kalbiyle ve kalıbıyla yaşaması gerektiği hususu hocanın ihlas ve samimiyete ne kadar önem verdiğini göstermektedir.` Mustafa Gülali yazdı.
Dünya Bizim
İslâm coğrafyasında özellikle son yüzyıllarda İslâm davası, medeniyet, davet, davetçiler ve çağdaş sorunlar eksenli sayısız eserler kaleme alınmıştır. Yazarı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun bu eserlerin medeniyet, ilim, kültür ve düşünce havzamıza yeni bir ruh ve zenginlik kattığını, her bir eserin kendi çapında birtakım sorulara cevaplar, sorunlara çözümler ve en azından bazı konulara farklı açılımlar getirmeye çalıştığını, bu vesileyle de dinin, neslin, aklın ve malın muhafazasına, medeniyetin ihya ve inşasına dolaylı yahut doğrudan hizmetler ettiğini söyleyebiliriz.
Her çağın kendine özgü bir nesil ve toplum yapısı olduğu gibi kendine özgü bir duyuş, düşünüş ve üslup özelliği de vardır. Bu gerçekten hareketle vücuda getirilmiş eserlerin düşünce dünyamızda köklü izler bıraktığını görürüz. Bir başka ifadeyle iz bırakan bu eserlerin temel karakteristiğinin muhteva ve dilde kendini gösterdiğini de söyleyebiliriz. Kendini tekrar eden bir muhteva, taklide düşen bir dil; eskinin çoğaltılmasından ve çağın sorunlarından bigâne kalınmasından başka bir şey değildir. Her daim yeni kalmayı başarabilen eserler çağın dilini yakalayan eserlerdir. Çağın dili, gramatikal anlamın ötesinde bir anlam ifade etmektedir. Yazarın derin bilgisi, geniş ufku, başarılı anlatımı, samimiyeti ve sadra şifa olabilecek mevzuları yakalayabilme ön görüsü bir araya geldiğinde “çağın dili/ruhu” da yakalanmış oluyor aşağı yukarı. Elbette ki bu tür eserleri kaleme almak zordur. Bu evsafta eserler telif etmek bir yazar için ne kadar zor ve göz nuru, fikir sancısı, alın teri gerektiren soylu bir işçilik ise okur için de okumak bir o kadar zevkli, bereketli, çağrışımı ve faydası bol bir ameliyedir.
***
Bu satırlara ilham kaynağı olan eser, geçtiğimiz Nisan ayında okurlarıyla buluşan Dava ve Davet Erlerine Ana Hatlarıyla İslâm adlı kitaptır. Beka Yayınları arasında çıkan kitap kendi içinde özgünlük ve tutarlılık taşıyan bir çalışma. Söz konusu eser gerçeklerden uzak, afaki, meseleleri yüzeysel değerlendiren ve sadece eskiyi bugüne taşıyan yığma-yapma-toplama bir çalışma değildir; aksine o, çağdaş sorunlara ilmî bir hassasiyetle yaklaşıp problemleri bugünün gerçekliğinden hareketle İslâmi, aklî, fikrî, tarihî süzgeçlerden geçirerek çözmeye çalışan bir eserdir.
Yazarı ilim ve düşünce dünyasının yakından tanıdığı bir isim: M. Beşir Eryarsoy. Eryarsoy Hoca, tercüme dünyasının da çok iyi bildiği bir kalem. Bugüne kadar medeniyet tarihimizde önemli yere sahip binlerce, on binlerce sayfa tutarındaki ilmî-fikrî külliyatı Arapçadan Türkçeye kazandıran Eryarsoy; telif eser, dergicilik, vakıf, dernek ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarındaki hizmetleriyle de dikkat çeken bir şahsiyet. Bu yönüyle hayatın içinden biridir yazar; her daim sahadadır, fiziken ve ruhen sosyal olay ve olguların dışında kalıp kendine sırlı, korunaklı mekânlar/makamlar oluşturan çağdaş bir aydın değildir.
Yazara dair bu bilgileri vermemizin sebebi onun eğitimci ve davetçi kimliği ile eserinin uyum içinde olmasıdır. Çeşitli vesilelerle okuduğumuz biyografisinde de öğrendiğimiz kadarıyla İslâm davasına gönül vermiş olması, davete ve davet erlerine dair uzun yıllar kafa yorması kimliğinin de önemli bir parçasıdır hocanın. Buradan yola çıkarak müellifin, yaşadığını yazdığını ve yazdıklarını yaşadığını/yaşamaya çalıştığını söylememiz yanlış olmaz. Bu özellik okurda ister istemez saygı uyandırmakta ve okuru esere daha samimi, daha dikkatli yaklaşmaya sevk etmektedir. Kitabın “Önsöz”ünde de belirtildiği üzere davetçinin davetini iliklerine kadar hissetmesi ve onu önce kendisinin kalbiyle ve kalıbıyla yaşaması gerektiği hususu hocanın ihlas ve samimiyete ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Eser bir “İthaf”la başlıyor. Yazarın maksadını, bakış açısını ve ufkunu göstermesi bakımından bizce çok önemli bir ithaftır bu. Eserin ithaf edildiği kişiler büyük davetçi Ukbe bin Nafi’den günümüze kadar İslâm davasına gönül vermiş ve “insanlığın hayrı için çalışan” bütün davetçiler. Bu ithaf, yazarın fetih-davet, fatih-davetçi bağdaştırmasını da açıkça göstermektedir. Üzerinde durulması gereken mühim bir ayrıntıdır bu. Kimi Batılı düşünürlerin ve oryantalistlerin İslâm fetihlerini işgal, fatihlerini de işgalci olarak değerlendirdiğini göz önüne alırsak bu ayrıntının önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Batı’nın karanlık, hegemonik anlayışında fetih kavramı olmayabilir; bu yüzden Batı, emperyalist siyasetini bütün dünyaya teşmil ederek algı ve anlam yönetimi de yapabilir. Ne var ki bu, gerçeği çarptırmaktan başka bir anlam ifade etmez. İslâm tarihi genel manada fetihler ve fatihler tarihidir. Bunun içindir ki yazar, İslâm davetinin insanı fethetmek, davetçinin de gerçek bir fatih olduğunu belirtmektedir. Bu davetçi fatihlerin gayesi menfaat, makam, mevki, mansıp, tefahür değildir sadece ve sadece hayırdır, iyiliktir ve güzelliktir; hedef kitleleri ise renk, ten, dil, din ve coğrafya ayırmaksızın bütün insanlık ve ruy-i zemindir. (s. 15)
Kitabın “Giriş” bölümünde dile getirilen din-hayat ve din-devlet ilişkisi, siyasal İslâm, cihat, Müslümanların geri kalma sebepleri, aklın önemi, ilim-bilim karşılaştırması gibi hususlar ve bunlara verilen cevaplar eserin belki de en can alıcı yerlerinden biridir. Kendinden emin ve yetkin bir üslubun hâkim olduğu bu cevaplar, yazarın sorumlu bir aydın-âlim olarak çağının İslâmi, siyasi, fikrî, sosyal ve ekonomik sorunlarına uzak kalmadığını göstermesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Bu bölüm okunup bitirildiğinde keşke bazı sorulara daha ayrıntılı cevaplar verilseydi yahut başka sorular da gündeme getirilip uzun uzun irdelenseydi diyor insan. Ve hatta sadece bu ve benzeri sorulara verilmiş uzun cevaplardan müteşekkil müstakil, kapsamlı bir eser de oluşturulabilseydi diyor.
İlerleyen sayfalarda da görüleceği üzere hem bu bölümdeki cevaplarda hem de eserin genelinde kuru, katı, soğuk akademik bir dil yerine; rahat, sade, sıcak ve yer yer sohbet dili, yer yer eleştirel bir dil tercih edilmiştir. Mesela bu bölümde “siyasal İslâm” kavramı incelenirken sadece Batı’ya tenkitler yöneltilmemektedir, İslâm’ı siyaset arenasında temsil edemeyen ve “İslâm” sıfatının kendisine ağır geldiği İran gibi mezhepçi devletlere ve İslâm’ın siyaset ve devlet talebinin olmadığını ileri süren istismarcı, müstemleke zihniyetli çevreler ile Batı simsarcılığına soyunan yaklaşımlara da eleştiriler yöneltilmektedir. (s.24-29)
Davetin mahiyetinin örneklerle anlatıldığı “Birinci Bölüm”de sık sık ayetlere müracaat edilmiştir. Ayrıca insanlığın en büyük davetçilerinin peygamberler olduğu gerçeğinden yola çıkılarak Kuran’da adı geçen peygamberlerin hayatlarından ve diğer kıssalardan dersler çıkarılmaya çalışılmıştır. Zikredilen her bir peygamberin hayat mücadelesi muhteşem örnekliklerle doludur. Hepsinin de hayatı ve davet metodu özgündür. Dil ve üslupları muhteşemdir. Davet metotlarında harika bir insan psikolojisi vardır. Hiçbiri ezberci, üsttenci değildir, hiçbiri sadece başkalarını değiştirip dönüştürme gayesini gütmemiştir. Ötekileştirici de değillerdir. Saygı, şefkat, merhamet, muhabbet, cesaret, cömertlik, açık sözlülük, alçak gönüllülük ve muhatabı anlamaya çalışmak gibi temel insani değerler mükemmel şahsiyetlerinde mündemiçtir. Bütün bu üstün ahlaki özellikler sarsılmaz bir imanın gereğidir. Bu vasıflara sahip önderler davalarından ve davetlerinden milim sapmazlar. İnançlarında şüpheye de düşmezler. Yalnız da kalsalar, horlanıp hakarete de uğrasalar hatta tehdit edilip öldürülseler de davalarından vazgeçmeler.
Yazar bu büyük önderleri dikkatlere sunarken onların geçmişte kalan tarihî/arkaik kişilikler olmadığını, hepsinin bugünün çağdaş davetçilerine gerçek birer rol model, canlı ve güncel şahsiyetler olduğunu özellikle ifade etmektedir.
“Ana Hatlarıyla İslâm” başlığını taşıyan “İkinci Bölüm”, “Davamız nedir?” sorusuyla başlıyor. Hemen devamında da net bir biçimde “Elbette ki İslâm’dır.” cevabı veriliyor. Bu beyandan sonra mesaj, akide, kâinat, ibadet/amel, toplum, fert, aile, ümmet, Allah, tarih, dil, kültür ve medeniyet kavramları ayrı ayrı başlıklar hâlinde izah ediliyor. “Bazı Esaslarımız” başlığı altında yazar beşerî sistemlere karşı eleştiriler yöneltmektedir. Yazara göre tevhit davasına uymayan hiçbir sistem ve ideolojinin bir davetçi tarafından örnek alınması yahut onunla uzlaşması mümkün değildir. Yazarın özenle üzerinde durduğu bir başka esas da “ümmet”, “istişare” ve “ahde riayet”tir. Her türlü beşerî ilişkinin ümmet eksenli olmasını, kararların istişare ile alınmasını ve ahitlere her şartta sadık kalınmasını imanın ve davetin temel bir vasfı olduğunu dile getiren yazarın, ümmet ve Müslümanlar olarak vakıamızı tahlil ederken kullandığı dil keskindir. Keskinliği dilin ağır ve sert olmasından değil, gerçeklerin acıtıcı bir şekilde ve sarahaten resmedilmiş olmasındandır. (s.128-129) Yazara göre vakıamızdaki zilletin sebebi yine kendimizizdir. Kendimizin her zaman günah keçisi ilan edilmesi doğru değildir belki ama problemleri hep başkalarından, siyonizmden veya diğer düşüncelerden aramak da doğru değildir. Elbette dış etkilerin büyük payı var bu vakıamızda ama biz biz olabilseydik ötekilerimiz bize asla zarar veremeyecekti. Yazar, umutsuzluğa düşmekten de korumaya çalışıyor okurlarını. Hâl çareleri de sunuyor. Nasıl kendi ellerimizle bu duruma düştüysek kalkmak da kendi ellerimizle olacaktır, diyor. Bazı parametreler ortaya koyuyor. Ümmet olarak vakıamızı iyi tahlil edip çözüm odaklı çalışmalar yapmak gerektiğini ve ilahi yardımın da ancak samimi gayretlere bağlı olduğunu belirten yazar “yetkin ve yeterli bir kadro” oluşturmadan bu zilletten ve sorunlardan kurtulamayacağımızı ifade etmektedir. Aynı bölümde tebliğ, hisbe, devlet, eğitim-öğretim, ahlak, iktisat gibi İslâm kurumlarını uzun uzun irdeleyen yazar, iktisat üzerinde özellikle durmaktadır. Çok önemli satırların yer aldığı bu başlık İslâm toplumlarındaki iktisadi krizlerin temel sebeplerini de özetler gibidir.
“İslâm Davamız” başlığının incelendiği “Üçüncü Bölüm”de sırasıyla Kuran, sünnet ve sahabilerden yapılan iktibaslara yer verilmiştir. İktibaslar, nakledilmekle kalınmamış, tespit ve tahlillerle de zenginleştirilmiştir. Ayrıca ilk bölümlerde dile getirilen Nuh peygamberin yanı sıra İbrahim, Lut, Musa, Harun peygamberlerin, Firavun’un sihirbazlarının, Kehf ve Uhdut ashabının, Asr-ı Saadet ve çağımız önderlerinin duruşları anlatılmış, davette başarıyı yakalamanın bu önderleri örnek almaktan geçtiği vurgulanmıştır.
“Dördüncü Bölüm” “Davamız ve Medeniyetimiz” başlığını taşımaktadır. Burada “ümmet birliği”, “cemaat”, “kardeşlik”, “vatan birliği” gibi konular gündem edilmiş ve İslâm ümmetini bekleyen tehlikelere dikkat çekilmiştir. Yazarın “İslâm ümmetinin ve Müslüman cemaatin birilerinin arka bahçesi olmadığını” belirtip “çağdaş İslâm görünümlü fakat başka mihraklarca güdülen hareketleri” hatırlatması (s. 253) ve okurlarını “ihtiyatlı, tedbirli ve dikkatli” olmaları yönünde uyarması (s. 253) altı çizilmesi gereken bir noktadır. Bu çevreleri tanımanın zor olmadığını da özellikle belirtmektedir yazar: “Yaptıkları işlere, sergiledikleri faaliyetlere sağlam bir İslâmi gözle bakmak”. (s. 253)
Yazarın günümüz İslâm dünyasında fitneye ve ihtilaflara sebebiyet veren ve “nev-selefilik” diye adlandırılabilecek bir konuda, çağdaş selefilik konusunda, kısa bir bahis açması da kitabın dikkat çeken bir başka yönüdür. Selefilikle daha on beş yaşlarında tanıştığını ve Türkiye’de selefilikle tanışan ilk kişilerden biri olduğunu belirten yazar, mevcut selefiliğin, tanıştığı selefilikle yakından uzaktan bir alakasının olmadığını ifade etmektedir. Yazar, “Benim tanıştığım ve hatta inandığım selefilik, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ifadesi, Asr-ı Saadet’in müşahhaslaştırdığı ve bir vakıa hâline getirdiği İslâm anlayışıdır. Benim tanıdığım selefilikte İslâm, bir hayat tarzı, bir yaşama biçimidir. Aynı zamanda insanlara bir şeyler taşıma ve insanlığı bir yerlere taşıma davasıdır… Bugünkü selefiliğin ve anlayışı piyasaya süren ve bunlara kan, barut, tekfircilik, kralcılık ve saltanatçılık karıştıranların sağlıklı İslâmi hareketler ve cemaatlerle alakası olamaz.” cümleleriyle selefilik anlayışını açık bir şekilde ifade etmektedir. (s. 253)
Kanımızca kitabın sonlarında yer alan “İzlenmesi Gereken Yol”, “Kurtuluş Yolu” ve “Yolumuzdaki Engeller” başlıkları (s. 256-261) daha bir dikkatle okunmayı hak etmektedir. Kitabın ana fikrinin yakalanmasında önemli satırlar ihtiva etmektedir bu bölümler. Özellikle de Müslümanların önündeki engellerin beş maddede özetlenmesi son derece çarpıcıdır. Bu engeller aynı zamanda İslâm dünyasının geri kalma sebepleridir. Bunlar;
- Cehalet,
- Tembellik,
- Fakirlik,
- Düşmanlarımız ve
- Zamanı iyi kullanamamaktır.
Şüphe yoktur ki kitap, dile getirdiğimiz bunca tespitlerden çok daha fazlasını ihtiva etmektedir. Okununca da görüleceği üzere eser; bilgi, yorum ve değerlendirmeler bakımından zengindir. Bizimki kısa bir değini sadece. Gerisini okuyuculara bırakmak en güzeli. Kitabın daha titiz bir redaksiyon ve grafik-tasarım ile nice baskılar yapması en büyük dileğimiz. Zira eser bunu hak etmektedir.