Kitapçı Süleyman ve düşündürdükleri
Namazlarını aksatmayan, başkalarının yardımına tenezzül etmeyen ve kendi el emeğiyle geçimini sağlamaya çalışan bir kardeşimiz. İki sene öncesine kadar kitaplarını sırtında gezdirerek sattığı için adı Seyyar Kitapçı kalmış. Seyyar kitapçı, sokak kitapçısı, derken şimdi Diyarbakır’da Ofis semtindeki Sanat Sokağı’nda kitapçılık yapıyor. Üst sınıf öğrencilerinin sınavlarının zor olduğu gibi, biri bitmeden diğerinin geldiği zor sınavlarla sınanıyor.
Kitapçı Süleyman ve Düşündürdükleri
Ahmed Kalkan
Hepimiz değilse de çoğumuz, sağlam organlarımıza şükretmesini bilmez, somurtkan bir surata, şikâyet eden bir dile sahip iken, gönül gözü açık bir kardeşimiz, şükreden bir dile, gülen bir yüze sahip doğuştan iki gözü görmeyen bir kardeşimi tanıtacağım sizlere. Diyarbakır'da kitap satıcılığı yapmakta olup, aynı zamanda hem görme engelli, hem de kulakları işitme cihazı vasıtasıyla duyabilen.
Maddî-mânevî hiçbir alanda ailesinden de destek alamayan birisi Süleyman. Namazlarını aksatmayan, başkalarının yardımına tenezzül etmeyen ve kendi el emeğiyle geçimini sağlamaya çalışan bir kardeşimiz. İki sene öncesine kadar kitaplarını sırtında gezdirerek sattığı için adı Seyyar Kitapçı kalmış. Seyyar kitapçı, sokak kitapçısı, derken şimdi Diyarbakır’da Ofis semtindeki Sanat Sokağı’nda kitapçılık yapıyor. Üst sınıf öğrencilerinin sınavlarının zor olduğu gibi, biri bitmeden diğerinin geldiği zor sınavlarla sınanıyor.
Geçimini çalışarak temin edecek. İyi de, belediyenin verdiği derme çatma yer, havanın iyi olmadığı zamanlarda çalışmaya hiç müsait değil. Soğuk günler, yağmurlu günler, çalışma şartları uygun olmadığı için işe gitmiyor, gidemiyor. Onurunu koruyarak, kimseye ihtiyacını belirtmemeye çalışıyor. İçine attığı dertlerini bazen türkü ile, bazen şiirle ama dertleri zevk edinmiş şekilde, şükür lisanıyla dile getiriyor. Sosyal medyayı benden iyi takip ettiğini biliyorum. Zâhire bakanlar, sadece dışı görenler, onun gözleri kapalı olduğunu zanneder, aslında açıkgöz biridir, hem de kalp gözü açık biri. Karşılıklı birkaç cümle konuştuğunuzda hemen onun gönül dünyasının ne kadar zengin olduğunu anlarsınız.
Onun hayat mücadelesine bakarsanız, engelli tabirinin de onun için uygun olmadığını görürsünüz. Allah dağına göre kış veriyor veya kış vereceği dağına kışı sevdiriyor. Zengin gönül dünyasından yansıyan şiirlerini ve seslendirmelerini dinleyip de etkilenmemek mümkün değil. Bir taraftan kitap satıyor, bazen şiiri türküye katıyor, derdini, gamını öyle atıyor. Anlamayanlar da sanki trene bakıyor.
Hassas bir gönle sahip olduğu için, çabuk kırılmaya müsait. Yozlaşan insanımız, gönlü hassas kimselerin ruh dünyasını nereden bilsin? İkili ilişkilerde ihmallere, sözünde durmamaya, insanî görevlerin terkine karşı sessiz kalamıyor, yanlışlara karşı çıkıyor; bunun bedelini de çevresindekiler ona ödetiyor. Böyle bir arkadaşla yeterli şekilde ilgilenmeyen Diyarbakır’lı arkadaşlara hatırlatma zorunluluğu hissediyorum.
Elinden tutan, ona refakatçilik yapan kimse olmadığı için, merdivenlerden düştüğü çok olmuştur. Onun gözü-kulağı olması gereken Müslümanlar, onun sıkıntılarını anlamak için yarım saat gözlerini bantlayarak çarşıda, pazarda yürüsünler, işlerini görmeyen gözleriyle görmeye çalışsınlar bakalım. Unutuyoruz, Allah bizi görme engelli yaratabilirdi, kulaklarımız duymayabilirdi. Parayı, haddinden fazla önemseyen insanlar olarak, satın alacak çıksa, iki gözümüzü kaça satarız? Gören iki gözümüzü meselâ bir milyon liraya satın almak isteyen olsa verir miyiz?
Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli nimetlere sahibiz! Ya aklımızın değeri? Kaça satarız? Bütün bunların üstünde imanımızı değişebileceğimiz bir değer olabilir mi? Vücudumuz ve gönlümüz, Allah’ın bize çoğunlukla sağlam olarak verdiği emânetidir. Sağlığımızı koruyup korumadığımızdan, onu hangi yolda kullandığımızdan, sıhhat ve vücut emânetine ihânet edip etmediğimizden sorguya çekileceğiz. Paranın zekâtı olur, parasızlara yardım ederek bu görevi yerine getirmemiz gerekir de, gözün ve kulağın, elin ve ayağın… zekâtı olmaz mı?
Görme engeliyle imtihan olanların, görenlerden alacağı hakkı yok mu zannediyoruz? Bireyselliğin, keyfe düşkünlüğün kardeşlik hukukunu, yardımlaşma ve insanî görevleri yok ettiğinden şikâyet eden mü’minlerin önce kendi görevlerini ne kadar yerine getirdiğini düşünmeli değil mi? Diyarbakır’da yaşayıp da, bizim mahalleden ve komşu mahallelerden Süleyman’ı tanımayan pek yok gibidir. Süleyman, bir vesile ile kendisini tanıtmıştır çünkü.
Tanıyan ve vakti müsait olan kaç kişi, Süleyman’ı arayarak veya yanına giderek “yapabileceğim bir şey var mı?” diye sormuyor, ihtiyacı olan yerde elini tutmuyorsa, vebale girdiğinin bilincinde değil mi? Suriye’ye yardım etmek, Arakan’daki, Türkistan’daki Müslümanların acısını duymak insan olmanın, müslümanlığın gereğidir de, yakınımızdaki mü’minlerle yardımlaşmamız daha öncelikli değil midir?
Süleyman ve diğer engelli kardeşlerimiz, hal diliyle bize anlatıyor ki; “Siz de benim yerimde olabilirdiniz. Sahip olduğunuz nimetin şükrünü edâ etmek için, bu nimetten mahrum yaratılmış kardeşine karşı hiç görevin yok mu sayıyorsun? Empati yap bakalım, bir gün gözlerini tümüyle kapatarak yaşa da görelim…”
Birbirimizle de imtihan oluyoruz. Allah dileseydi, bazı organlarımızı hayattayken başkasına vermemizi isteyebilirdi. Mülk O’nun değil mi? Beni yaratıp hayat sahibi kılan, bunca güzelliklerle ve nimetlerle donatan O değil mi? Benim vücudum ve ruhum da O’nun mülkü değil mi? O sahip olduğu mülkü, dilediğinden dilediği kadar almaya kadirdir elbet. Hazreti İbrâhim’den oğlunu, Hazreti İsmail’den canını istediği ve onların seve seve vermeye hazır olduklarını gösterdikleri gibi.
Bize de; İbrâhim olup en sevdiğini, İsmail olup kendi canını Allah yolunda fedâ etme, O’nun uğrunda severek vermeye hazır olmak yakışır. Sağlığın, sağlıklı organların nimet ve sınav olduğu gibi, hastalıklar ve özürlü olmalar da bir nimettir ve imtihandır. Sağlamlar şükürle, hastalar ve özürlüler da sabırla denenip sınanmaktalar.
Süleyman ve onun benzeri arkadaşlar, sabrediyor ve tahmin ediyorum ki, bize örnek olacak kadar bizden daha fazla şükrediyor. Maddî yardım kabul etmiyorsa, sattığı kitaplardan alamaz mıyız? Kendi ihtiyacımız yoksa bile o kitaplardan alıp başka birine dağıtarak iki defa sevaba giremez miyiz? Bir görme özürlü arkadaş, piyango bileti kadar değer verilmeyen kitap satarak karnını doyurmaya çalışacak, biz de duyarsız kalacağız, öyle mi? Bir-iki kitap satamadığı günler, aç kalacak ve bize sorumluluk düşmeyecek, öyle mi?
Rabbimizin lutfettiği sağlığımızın, sağlıklı organlarımızın kıymetini bilip Allah'a şükrederek, şükrün de o organları ve nimetleri Allah yolunda kullanmakla ilgili olduğunu unutmazsak, mümkün ki imtihanımızı kazanırız. Dünya, imtihan salonundan başka bir şey değil. Aynen bir tiyatro salonu gibidir bu dünya. İlâhî kader, kimimize hasta rolü vermiştir, kimimize farklı bir engelli, meselâ görme ve işitme engelli rolü. Bazılarımıza da sağlıklı ve zengin rolü. Önemli olan rolümüzü güzel oynamak ve göz perdelerimiz kapanınca Büyük Senarist ve Yönetmen’den takdir ve ödül almaktır. Rolünü beğenmeyip şikâyet edenin ödül alma hakkı olmayacaktır.
Çoğumuzun böyle bir imtihanda sapır sapır döküldüğümüz veya döküleceğimiz gözüktüğü halde, Seyyar kitapçının hayranlığımızı ve sevgimizi hak eden sabır sabır sabretmesi ve yanında şükreden bir yüze, şikâyet etmeyen bir dile sahip olması nasıl mümkün oluyor? Tek cevabı var, güçlü iman sayesinde. Çünkü Kitapçı Süleyman’ın iyi bildiği bir hakikat var ki; esas körlük, kalbin körlüğüdür, esas proglem iman yönüyle sakatlıktır. Bazı insanların “keşke toprak olsaydım (78/Nebe’, 40) da, hiç dünya hayatı yaşamasaydım” diyecekleri o günde, nice insan da “keşke gözlerim olmasaydı da, onlarla günah işlemeseydim ve bu günkü azâbı görmeseydim” diyecekler, dünyadaki görme özürlülere gıpta ile bakacaklar. Göz odur ki hakkı göre. Hakkı görmeyen ve haramları seyretmekten zevk alan gözler dünyadaki ihmalin bedelini âhirette çok feci ödeyecekler. Böyle gözün zararı, sadece kendine değil, diğer organ arkadaşlarına ve taşıyıcısı olan kişiye de dokunacak. Göz için söylenenler, diğer organlar için de aynen geçerli.
Acınacak durumdaki insanlar, acınmayıp gıpta edilecek bazılarına acımaya çalışıyorlar. Haramlarla meşgul olan göz mü, harama bakamayan görme özürlü mü daha hayırlı konumdadır? Göz nimetini veren Allah’a itaat edip, O’nun yasakladığı yerlerde gözünü sakındırarak şükrettiğini ispatlaması gereken insan, Allah’a gözüyle sık sık isyan ediyorsa, yarın “dünyada keşke gözsüz olsaydım da gözlerim yüzünden bu kadar günah işlememiş olsaydım!” diye dünyada görme özürlülere hayran olacaktır. Göz nimetine şükretmeyen göz adlı boncuk tanelerini taşıyan bir insandan, görme engelli olduğuna sabreden bir insan âhirette çok daha kârlı çıkacak, büyük ihtimalle dünyada daha huzurlu yaşamış olacaktır. Hastalığı da, şifayı da veren ancak Allah’tır. İnanıyoruz ki, vücudumuzu, organlarımızı bize veren de, istediği zaman istediği şekilde nice hikmetlere binâen alacak olan da O’dur. “(O Allah) Hastalandığım zaman bana şifâ verendir.” (26/Şuarâ, 80) İmtihanına sabreden ve güler yüzle karşılayan Kitapçı Süleyman’lara da Allah, bu sabırlarının karşılığı olarak âhirette hiçbir gözün göremeyeceği güzellikler ihsan edecektir inşâAllah.
Göz bir örnektir, diğer organlar için de aynı durum geçerli olduğu gibi, ayrı ayrı organlar için ayrı ayrı cennetler verilecektir inşaAllah. Dolayısıyla doğuştan ya da kaza sonucu, bize sorulmadan bizden alınan veya hiç verilmeyen bir nimet veya organ, elbette Allah’ın rızâsı karşılığında, cennet karşılığında seve seve verilir. Hiçbir şey, Allah’ın rızâsından daha kıymetli olamaz.
Süleyman’a umuyoruz ki, gözüyle imtihanını kazandığını düşündüğümüz için, onun gözden mahrumiyeti, ona sonsuz güzellikler getirecektir inşaAllah. Ya bizim sağlıklarımız bize ne getirecektir, onu bilmiyoruz ve acınacak durumda olanın esas bizler olduğunu düşünüyoruz.
Selâm sana Süleyman kardeşim, çektiklerin günahlarını inşallah tümüyle yok etmiştir. Sabredenlerin ulaşacağı büyük makamlar sana gülümsüyordur. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun.
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !