Kolaylaştırma veya zorlaştırma
İslam dininde kolaylık ve zorluk açısından genel ilke, yukarıdaki nasslara ilaveten bizim nakletmeye gerek görmediğimiz aynı mealdeki sayıları yüzlere ulaşan ayet ve hadislerden hareketle, hep kolaylık olmasına rağmen, neden amelî meselelerde işin hep zor yanı tercih edilir?
Ahmet KURUCAN / Zaman
"Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez." (2/185) "Din kolaylıktır. Hiç kimse çok aşırı gayret göstermek suretiyle dini geçmeye çalışmasın. Neticede galib din olacaktır." (Buhari, İman 16-29, Müslim, Salat 283)
Hz. Aişe Validemiz: "Allah Resûlü, iki şey arasında muhayyer bırakıldığında mutlaka kolay olanı tercih ederdi." (Buhari, Menakıb, 27; Müslim, Fazâil, 77) "Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim." (Buhari, Cum'a 8; Müslim, Tahare, 42) Teravih namazı farz olur endişesiyle mescide çıkmaması (Buhari, Salatü't-teravih, 2) ile "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın." (Ebu Davud, Edep 20; Müslim, Cihad 6) hadisi hemen her Müslüman'ın bildiği gerçekler arasında.
İslam dininde kolaylık ve zorluk açısından genel ilke, yukarıdaki nasslara ilaveten bizim nakletmeye gerek görmediğimiz aynı mealdeki sayıları yüzlere ulaşan ayet ve hadislerden hareketle, hep kolaylık olmasına rağmen, neden amelî meselelerde işin hep zor yanı tercih edilir? Ön plana hep o çizgideki görüşler ve yaklaşımlar çıkartılır? Cevabı istenen doğru soru bu.
İlk etapta alabildiğine basit bir mevzu gibi gözükse de, hatta cevap verilmek istendiğinde 'fetva-takva, azimet-ruhsat' deyip geçiştirilebilecek olsa da, işin aslına bakıp konuyu getiri ve götürüleri ile derinlemesine düşündüğünüzde, meselenin o kadar basit olmadığı görülecektir. Özellikle günümüze bakan veçhesiyle, birçoklarınca dindarlığın ölçü birimi olarak kabullenilen bu yaklaşım, hem dinin temel ilkelerine aykırı hem de sosyal hayatta İslam dininin onay vermediği bir yapının zamanla oluşmasına sebebiyet vermektedir. Öyle ki din adına ama dinden cevaz almayan bu anlayış, konu-komşu ilişkilerinden iktisadî, siyasî, kültürel hayatın her alanına sirayet etmektedir. Tarih bunun şahididir.
Buraya kadar okuduğunuz düşüncelerden hareketle, bu satırların yazarını "ibahiyeci bir anlayışın sahibi galiba, mütesâhil birisine benziyor" gibi bir önyargıyla itham etmeyin. Bunu engellemek adına hemen aksi istikametteki düşünceleri de bir cümle ile belirteyim; din adına laubailik veya laubaliliği netice veren, 15 asırlık İslamî geleneğe muhalif ehl-i sünnet ve sevad-ı âzâm çizgisinin dışındaki bir yaklaşım da en azından birincisi kadar, hem dinin aslî değerleri hem de sosyal yapı adına yanlış ve tehlikedir. Alabildiğine kaygısız bir tutumla "olsa da olur, olmasa da olur; Allah kerimdir; af eder" cümleleri, bu mantığın dışa vuran yüzüdür. O yanlış, bu yanlış; doğrusu ikisinin ortasıdır; sırat-ı müstakimdir ve bu mutlaka yakalanmalı ve yaşanmalıdır.
Tekrar başa dönelim; neden bu zorluk anlayışı hakim? Bu sorunun doğru cevabını bulmak için İslam'ın erken dönemlerine gitmek ve gerek tek tek fertlerin dinî kabulleri ve gerekse bu kabullerle hamuru yoğrulan içtimaî yapıda dinin rolünü görmek lazım.
İslam, akidevî ve amelî alanda getirdiği her türlü öğreti, emir ve yasakları ile dönemin insanının gönlüne taht kurmuştu. Çiçeği burnunda, ter u taze esaslarla hemhal olan Müslümanlar, 'atalar kültü' uygulamalarının yanlışlığını aklen, fikren, kalben anlamış, kavramış ve hissetmişti. Hem de aksine ihtimal vermeyecek netlikte. Aksi halde sahabenin ne din uğruna katlandığı fedakârlıkları izah edebiliriz ne de İslam'ın çok kısa bir zamanda kıtalar aşırı coğrafyalara yayılışını. Zaten bu çok kısa bir zamanda gerçekleşen yayılışta, İslamî öğretilerin başkaları tarafından benimsenmesi, ete-kemiğe bürünmüş ve herkesin gözüyle gördüğü maddî-manevî kazançlar, söz konusu değerlerin ferdî ve içtimaî alandaki kabulünü pekiştirmişti.
Haftaya bitirmek niyeti ile...