Şükrü HÜSEYİNOĞLU
KOMPLO TEORİLERİ VE SAVRULMALAR ARASINDA 15 TEMMUZ MUHASEBESİ
Takvimler 15 Temmuz 2016 Cuma gününü gösterdiğinde, Türkiye’de yaygın kanaate göre “artık yaşanmaz” denilen bir hadise yaşandı. Akşam saatlerinde ilk olarak İstanbul’da Boğaziçi köprüsünün tanklar eşliğinde trafiğe kapatılmasıyla başlayan askeri hareketliliğin, bir darbe girişimi olduğu anlaşılmaya başlandı ve Ankara’da Genelkurmay başta olmak üzere askeri karargahlardan da hareketlenme haberleri gelmeye başladı. TRT baskını ve TRT spikerine okutulan “darbe bildiriyle” de darbe girişimi fotoğrafı tamamlanmış oldu.
15 Temmuz tarihinden bir ay sonrasında “Yüksek Askeri Şura” toplantısı vardı ve bu toplantıda “Fethullahçı subayların” tasfiye edileceği konuşulmaktaydı. Bu sebeple bir “kalkışmanın” olabileceği de bazı siyaset yorumcularınca dile getirilmekteydi. Bu ihtimal 15 Temmuz günü gerçeğe dönüştü ve kanlı bir darbe girişimi yaşandı. Söz konusu darbe girişiminde başta İncirlik Üssü olmak üzere Türkiye’deki NATO-ABD üslerinin aktif kullanımı, gerekse darbe sırasında İstanbul Büyükada’da bir otelde kaldığı tesbit edilen ve darbe girişimine dahli konusunda güçlü karineler bulunan CIA eski danışmanı Henry Barkey’in rolü, kalkışmanın küresel boyutuna dair önemli ipuçları vermektedir.
Süreçte yaşananlar, olan-biten, kalkışmada rol alan aktörler ve sürecin gelişimine bakıldığında, Türkiye’deki ve Batıdaki kimi mahfillerce darbe girişiminin bastırılmasından bugüne sistematik bir şekilde dile getirilen “kontrollü darbe”, “tasfiye amaçlı politik tertip” gibi argüman ve iddiaların hiçbir kıymeti harbiyesi bulunmadığını, 15 Temmuz günü yaşananların tam tekmil bir darbe girişimi olduğunu göstermektedir.
AKP ile Fethullahçı ekip arasında 2002’de tesis edilen “iktidar ortaklığı”nın, 2012 MİT krizinden itibaren aleni bir “iktidar çatışması”na dönüştüğü bilinmektedir. 2013’te AKP Hükümetinin attığı dershane adımına Fethullahçı ekip “17/24 Aralık”la cevap vermişti. İşte 15 Temmuz darbe girişimi, karşılıklı hamlelerle devam eden çatışmanın zirve noktasını teşkil etmiştir.
Yaşanan askeri hareketliliğin bir darbe girişimi olduğu anlaşılmaya başlandığında, başta İstanbul ve Anlara olmak üzere, darbe girişimine karşı durmak üzere kitlelerin sokağa inmeye başlaması darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmasında en önemli etken olarak tarihe geçmiştir. Öyle ki, darbe girişiminden tatil yaptığı Ege beldesinde haberdar edilen CB Erdoğan’ın halka sokağa çıkma çağrısı yapmasından saatler önce, kitleler meydanlara, cadde ve sokaklara inmiş bulunuyordu.
Kısacası 15 Temmuz kalkışması, küresel bağlantılarıyla birlikte Fethullahçı ekip öncülüğünde gerçekleştirilmek istenen gerçek anlamda bir darbe girişimiydi. 15 Temmuz’la ilgili yapılacak herhangi bir değerlendirme evvelemirde bu gerçeklik zeminine oturmalıdır. Apaçık bir gerçeği görmezden gelme, tersyüz etme, gerçekliği ideolojik önyargılara göre yeniden biçimlendirmeye, kurgulamaya kalkışmak gibi yaklaşımlar, daha baştan kendi kendilerini yanlışa mahkum etmişlerdir, zira gerçeklikten kopmuşlardır.
Evet, 15 Temmuz kalkışması tam anlamıyla bir darbe girişimidir ve Müslümanlar olarak bizim darbeciliği tasvip etmemiz mümkün değildir. Tıpkı demokratlığı tasvip etmemizin mümkün olmaması gibi.
Zira darbecilik, Âlemlerin Rabbi’nin akıl ve irade sahibi bir varlık olarak yarattığı ve kendisine doğru yolu göstermiş olmakla birlikte[1], bu hak yolu dahi kendisine dayatmayıp hakla bâtıl arasında muhayyer kıldığı insanın iradesine tahakküm etmeye, insanlara belli bir ideolojiyi, bir politik ajandayı dayatmaya kalkışmak demektir. Rabbimizin “Dinde zorlama yoktur…”(Bakara, 2/256) ilkesi gereği yegâne hak din olan İslam’ın bile insanlara dayatılması söz konusu değilken, bâtıl ideoloji ve politik ajandaların darbecilik yoluyla insanlara dayatılmaya kalkışılması asla tasvip edilemez, savunulamaz.
Demokrasi ise, Âlemlerin Rabbi’nin yol göstericiliğine ve ahkâmına tâbi ve teslim olmak yerine, insan hevasını ilahlaştırmayı, insanın istek ve yönelimlerini mutlaklaştırmayı esas alan bir dünya görüşü olarak, İslami ıstılah açısından aleni bir tuğyana denk gelmektedir. Dolayısıyla bir Müslümanın, darbeciliği tasvip etmediği gibi demokrasiyi de tasvip etmemesi akidevi bir zorunluluktur.
Dolayısıyla görüldüğü üzere bizim darbe karşıtlığımız asla ve kat’a “demokratlığa” dayanmamaktadır. Bilakis, bize darbeciliğe karşı olmayı öğreten Kur’ani ilkeler, demokratlığa karşı olmayı da öğretmektedir. Kısacası biz “ya darbe ya demokrasi” fasid çıkmazına karşılık “ne darbe ne demokrasi” diyoruz. Ki bu yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi bu bizim için politik bir tercih olmanın ötesinde imani bir gerekliliktir.
15 Temmuz ve Demokratik Savrulma
15 Temmuz kalkışmasının yaşandığı gece, darbecilerin tanklarına bedenlerini siper edenlerin dilinde genelde tekbirler vardı. İstanbul ve Ankara’nın meydanları ve caddeleri “Allahu ekber” nidalarıyla yankılandı. Lakin “Allahu ekber” nidalarıyla bastırılan darbe girişiminin sabahına ulaşıldığında, aynı meydan ve caddelere tağutların fotoğrafları eşliğinde “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sloganları, yani demokratik akidenin şiarları asılmış bulunuyordu.
Kısacası “Allahu ekber” nidaları, o gecede tanklara karşı yankılanıp, lakin hayat ve egemenlik alanlarında hiçbir karşılığı olmayan, gökkubbede hoş bir seda olarak kalan sloganlar olarak kaldı. 15 Temmuz sonrası, AKP’nin yeni ittifak arayışlarının sonucu olarak kemalizmin daha ağır bir dozda topluma dayatılmaya başlandığı, buna karşılık İslami değer ve kavramların giderek artan dozajda câhiliye düzeninin bekası adına araçsallaştırıldığı bir dönem oldu.
Tekbirlerle savuşturulan darbe girişiminin sabahına Türkiye, laik-kemalist câhiliyenin daha koyu bir versiyonuyla uyanmış oldu. Hal böyle iken, Türkiye’deki “İslami çevrelerde” yaygın ve yoğun bir 15 Temmuz sembolizmi, hatta “kutsaması” söz konusu altı senedir. Öyle ki, çeşitli etkinliklerle 15 Temmuz adeta “İslam’ın zaferi” olarak konumlandırıldı. Şubat ayında şehitler listelerinde, câhiliye-İslam uzlaşmazlığı ve ayrışmasına vurgu yapan Seyyid Kutub ile, 15 Temmuz’daki çatışmada hayatını kaybeden askerlere aynı karelerde yer verildi.
Gerçekten de 15 Temmuz sonrası dönem, hakla bâtılın belki de Türkiye tarihinde en fazla birbirine bulandırıldığı, İslam’ın en pervasız şekilde araçsallaştırıldığı bir dönem olarak tarihe geçti. Üstelik bu bulandırma ve araçsallaştırma ameliyesinde câhiliye düzeninin muhafazakâr demokrat kadrolarının yanı sıra, düne kadar tevhidi çizgide konumlanan ve fakat son dönemde “cahiliyeden akidevi ayrışma” duruş ve söyleminden “câhiliye içi merhale” duruş ve söylemine evrilen kimi çevrelerin de payı ve etkinliği büyük olmuştur.
15 Temmuz ve sonrasını doğru anlamak ve konumlandırmak için şu soruyu sormamız ve doğru cevaplamamız gerekir: 15 Temmuz neyin kavgası ve çatışmasıydı? Bu sorunun cevabı aslında çok çetrefilli değil, başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi sistemi yönetmeye namzet olan, bu yolda da bir dönem ittifak yapmış olan iki aktör arasındaki sistem içi bir çatışmadır, netice itibariyle. Politik açıdan, küresel ve yerel siyaset açısından aralarında görece mahiyet ve ton farkları bulunsa da, netice itibariyle muhafazakâr-sağ politik çizgide konumlanmış, akidevi açıdan “bâtılın farklı tonları” olarak tanımlanması gereken iki sistem içi aktörden söz ediyoruz.
15 Temmuzda darbeciliği temsil eden askeri cunta ile, demokratlığı temsil eden mevcut Hükümet arasında bir iktidar çatışması yaşanmış ve bu çatışmayı halkın büyük desteğiyle demokratlığın temsilcisi Hükümet tarafı kazanmıştır. Sürecin en kısa tanım ve özeti budur. Fethullahçı ekibin doğrudan ABD’nin güdümünde olması gibi konular bu ana gerçeği değiştirmemektedir. Kaldı ki 28 ABD-NATO üssünün aktif olduğu bir ülkeden söz ediyoruz ve “Amerikancılık” meselesinde düzen aktörleri açısından ancak ton farkından söz edilebileceği açıktır.
15 Temmuz Öncesi ve Sonrası
Altı yıldır tedavülde olan 15 Temmuz tasvirine bakılırsa ortaya çıkan görüntü, Türkiye’nin 15 Temmuz öncesi İslam'ın egemen olduğu bir ülke olduğu, 15 Temmuz kalkışmasıyla bu cari durumu ortadan kaldırıp laik, kapitalist bir düzen kurulma tehlikesi içine girildiği ve neyse ki 15 Temmuz meşum darbe girişimi engellenerek İslam'ın egemenliği korunmaya muvaffak olunduğu yönünde.
Oysa çocuklar bile biliyor ki, Türkiye 1923’ten bu yana kıblesi hep batıya dönük, laik, Kemalist, kapitalist bir ülke oldu. Bu durum 15 Temmuz öncesinde de böyleydi, sonrasında da böyle, 15 Temmuz darbe girişimi amacına ulaşsaydı da öyle olacaktı. Hal böyle olduğu halde peki nereden çıkmaktadır, 15 Temmuz’a İslami anlam yükleme yaklaşımları?
Bu sorunun üzerinde inşallah durmaya çalışacağız, ilk elde şunu söyleyelim ki, bu durumun temelinde Kur’ani/Nebevi eksenden uzaklaşılmış olması, “reel politik”, “maslahat”, merhale” gibi argümanlar eşliğinde ikame edilen farklı eksenler üzere hareket edilmeye başlanması yatmaktadır. Değilse “İşte sizin hak olan Rabbiniz Allah budur. Haktan sonra dalâletten başka ne vardır? Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz?” (Yunus,10/32) apaçık beyanına rağmen bunca “İslami çevre” bâtıla hak elbisesi giydirmeye nasıl kalkışabilir, hak ile bâtıl arasında bir “ara form” vehmedebilir?
İşin doğrusu şu ki, söz konusu ettiğimiz savrulma 15 Temmuz’la birlikte başlamış değil. Biz “Türkiyeli Müslümanlar ve İstikamet Krizi” başlıklı kitabımızı yayınladığımızda takvimler henüz 2012’yi gösteriyordu. 15 Temmuz sonrası, bu istikamet krizinin daha da derinleştiği bir dönem oldu.
Bugün gelinen noktaya bir anda gelinmedi kuşkusuz. Düzen ve aktörlerinden akidevi teberri temelli tevhidi konumlanma ve duruştan, “sistem içi merhale” söylemi ve tutumuna “merhale merhale” evrilindi. Bu evrimin temelinde de, İslam dâvâsının ana ekseninin tevhid - şirk mücadelesi olduğu gerçeğinin arka plana atılması yatmaktadır.
Düzenin muhafazakâr demokrat kanadını teşkil eden AKP süreciyle birlikte, neticede düzenin kabuk değiştirmesinin ötesinde bir anlam ifade etmeyen angolo-sakson ılımlı laiklik uygulamalarına geçiş süreci doğru okunmayıp bu sürece her nasılsa İslami anlamlar yüklenmiş ve İslami mücadelenin ana eksenini teşkil eden tevhid - şirk çatışması unutularak, bu temel eksenden kopuk bir tarzda insan hakları savunuculuğu, darbe karşıtlığı, işçi hakları gibi çeşitli tâli yollar mücadele ekseni haline getirilmiştir.
Bu şekilde aslında tevhid - şirk çatışmasının alt birimlerini ifade eden mücadele zeminlerinin temel eksen haline getirilmesi, tevhid - şirk çatışması perspektifinin zayıflaması sonucunu doğurmuştur. Bu da, şirke dayalı düzen, kurum ve oluşumlarla ilgili yaklaşımlarda ve onlarla ilişkilerde zaafiyetlere yol açmış, "zulme ve sömürüye karşı mücadele" söylemleri, en büyük zulmün şirk olduğu gerçeğinden koparılmıştır.
İşte bu eksen değişimi, 15 Temmuz’u da tevhidi zeminde, bağımsız İslami yaklaşımla algılayıp yorumlama ve bu çizgide konumlanma imkânını ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla çoğu “İslami çevre”nin 15 Temmuz’la ilgili yaklaşım ve tutumu sistem içi bir çerçevede gerçekleşmiştir.
Hak - Bâtıl Ayrışması Zeminini Kaybetmek
Bir Müslüman, herhangi bir olaya öncelikle hak - bâtıl ayrışması açısından bakar ve o olaya dair temel yaklaşımını bu açıdan belirler. Bu, Müslümanın asla değişmemesi, kaybedilmemesi, zaafa uğratılmaması gereken sâbitesidir. Bu sâbite korunduktan sonra, güncel konularla ilgili yapılacak değerlendirmeler ve alınacak tutumlar İslami zeminde gerçekleşecektir.
Lakin bu zemin kaybedildiğinde, artık güncel gelişmeler sabitelere göre değil, sâbiteler güncel gelişmelere göre değerlendirilmeye başlanmaktadır. Son 20 yıllık süreç içinde artık Müslümanlar arasında bile, tağuta tağut diyemez oluşumuzun sebebi de budur. Artık güncel gelişmeler Kur’ani sâbitelere göre değili Kur’ani sâbiteler güncel gelişmelere göre yorumlanmakta, kişiler ve kurumlar Kur’ani ölçülere göre değil, Kur’ani ölçülere göre değerlendirilmektedir.
Makalemizin konusu itibariyle her şeyden önce sorulması gereken şudur: 15 Temmuz’la birlikte düzenin mahiyetinde esastan bir değişim olmuş mudur, düzenin bâtıllığı ortadan kalkıp yerini hakka ittibaya bırakmış mıdır? Bu soruların cevabı açık ve nettir. Aklı başında hiç kimsenin de bu konuda “15 Temmuz’la birlikte hak geldi, bâtıl zail oldu” gibi bir iddiada bulunacağını zannetmiyorum.
Bilakis 15 Temmuz sonrası oluşturulan laik-demokratik iklim ve Kemalist ideolojik tahakküm ortamı, bâtılın daha koyu bir tonuna denk gelmekte. Öyleyse 15 Temmuz ve sonrasına “İslami anlamlar” yükleyen, darbecilere karşı o gece sergilenen direniş “cihad” ve darbenin püskürtülmesini ise İslam’ın zaferi” gibi tanımlayan mevcut anlatılar neye tekabül etmektedir?
Açıktır ki bu durum, hak - bâtıl zemininin kaybedilmiş olmasına tekabül etmektedir. Bu sebepledir ki, apaçık bir bâtılda hakkın varlığı vehmedilebilmekte, bâtıldan hakka giden bir yol olabileceği zannedilebilmekte, hakla bâtıl arasındaki “ara formların” neticede bâtılın farklı form ve tonları olduğu gerçeği unutulabilmektedir.
Rabbimiz Kitab-ı Keriminde temel öğreti olarak hakla bâtılı birbirinden kesin hatlarla ayırmayı ve bâtıldan ictinab, hakka ittiba etmeyi bize bildirmektedir. Ki zaten “lâ ilahe” nefyi ve “illallah” isbatından mürekkep olan kelime tevhid de bu temel öğretinin ifadesidir zaten. Rabbimiz doğrulukla eğriliğin birbirinden ayrılıp belli olduğunu bildirip[2] bizden bu zeminde net bir tercih ve yönelim istemekte, bâtıla uyanlarla hakka uyanların arasını ayırmakta[3], hakkın bâtılın beynini paramparça etmek üzere geldiğini haber verip[4] hakkın egemen olması durumunda bâtılın zail olacağını[5] beyan etmektedir.
Bu itibarla biz Müslümanlar, hakkın egemen, bâtılın zail olması için gayret ederiz, bu temel mücadele eksenini hiçbir şart ve durumda kaybetmeyiz, hakkın hâkim, bâtılın zail olması durumunda hiçbir hale rıza göstermeyiz. Bu zemini kaybetmiş, bâtılın herhangi bir tonuna rıza gösteren, hakla bâtıl arası ara formlara taraftar olan bir yaklaşım ve yönelim asla İslami olamaz. Zira yeniden hatırlayalım ki; “Haktan sonra dalâletten başka ne vardır?” (Yunus, 10/32)