Şükrü HÜSEYİNOĞLU

08 Ekim 2012

KOMPLOCULUK?

Engizisyonun tek biçimi, farklı düşünce serdeden insanları giyotine göndermek olmamıştır, olmamaktadır. Yerleşik, genel kabul gören düşünceye muhalif düşünce serdeden insanları ucuz biçimde yaftalamak da insanlık tarihi boyunca uygulanagelen engizisyon biçimlerindendir. 

Yaşadığımız zaman diliminde, farklı düşünen insanları yaftalayıp baskı altına alma ameliyesine en çok da liberal kesimlerin tevessül ediyor olması, paradoksal bir durum olarak da karşımıza çıkmaktadır. Tektipçiliğe karşı çok sesliliğin savunucuları olma iddiasındaki liberal kesimlerin, aslında nasıl da tektipçi bir dayatmanın tarafı olduğu, kendileri gibi düşünmeyen toplum kesimlerine karşı nasıl da tahammülsüz bir yaklaşım sergiledikleri, “düşünce özgürlüğü” filan deyip durduklarının aslında “liberal düşünceye sahip olma zorunluluğu”na denk düştüğü, bu kesimlerin yazıp çizdiklerini takip edenlerce bilinmektedir.

Rabbimizin, Bakara Sûresi 120. âyette buyurduğu “Dinlerine tâbi olmadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla razı olmayacaklardır...” hakikatinin, liberalizme iman edenler için de aynı şekilde vâki olduğunu, bugün yakinen müşahade etmekteyiz. “Liberal aydın” olarak kamuoyunda, medyada arzı endam eden kişilerin; dünyaya dair bir düşüncesi, bir iddiası, bir duruşu olan kendileri dışındaki herkesi ve her inanç-düşünce topluluğunu “otoriter” ve “totaliter” gibi nitelemelerle yaftalayıp engizisyona havale etmesi artık vakayı adiyeden oldu!

Yaz aylarının, güz aylarına da sarkan meşhur gündemi “İslamcılık” tartışmalarına dahil olan “liberal aydın”ların yazıp çizdikleri bu anlamda ibretlikti, liberalizmin ne menem bir şey, “liberal aydın”ın nasıl bir tasavvur sahibi olduğunu test etmek açısından. Bu bağlamda, kendisi de Zaman gazetesinde yazan Levent Köker’in, yine bir Zaman yazarı olan Ali Bulaç’ı “İslam’ın bir bütün olarak, ahlak, itikat, ibadet, muamelat ve ukubat alanlarının tümünde uygulanması gerektiği” vurgusundan ötürü “totaliterizm” yaftasıyla terbiye etmeye çalıştığı “İslamcılık bağlamında ideoloji, hukuk ve devlet” başlıklı yazısı dikkat çekiciydi.

Ta 90’lı yıllarda, Medine Vesikası’nın, nihai karar verme yetkisini Allah Rasulü’ne (s) tanıyan temel mantalitesini ve bu vesikayı Medine Vesikası yapan asıl kısmı olan kurucu irade yönünü göz ardı ederek, bu vesika üzerinden çok hukukluluk, sivil toplumculuk gibi tartışmalar başlatmış olan, bu süreçte laiklikle ilgili olarak “Laiklik, dini veya din dışı bir ideolojiyi resmi görüş haline getirmeden, devletin bütün dinler, mezhepler, inançlar ve görüşler karşısında eşit mesafede durması ve hepsine kamusal alanda kendilerini ifade ve temsil etme fırsatını vermesi demek olan bir tutumdur. Bunun yanında laiklik, herkesi bir dini inanca ‘zorla dâhil etmenin’ önüne geçer ve devletin özel bir ‘din adamları sınıfı’nın mutlak denetiminden çıkarılıp sivilleşmesini mümkün kılar. Bu laiklik tanımının İslam’ın sosyal, siyasal ve kamusal değerleriyle uygunluk içinde olduğunu düşünenlerdenim” ifadelerini kullanabilen Bulaç’ın dahi liberal kesimlerce “totaliterizm”le yaftalanmasına tanık olmak, insanın aklına hemen Rabbimizin yukarıda değindiğimiz âyetinin içeriğini getiriyor: Dinlerine tâbi olmadıkça onlar sizden asla razı olmazlar.

Liberal kesimlerin, kendileri gibi düşünmeyen, dünyaya dair farklı duruş ve iddiaları olan kişi ve kesimleri baskı altına almak için başvurdukları “yaftala ve sustur” şeklindeki bu postmodern engizisyon yöntemi, son dönemde kimi “İslami çevreler”de de sıkça görülmeye başlandı. Şimdilerin en moda yaftası da “komplocu” ithamı.

Özellikle de “Arap Baharı” çerçevesinde olup-bitene tamamen olumlu yaklaşan, bu yüzden de süreçle ilgili gelişmeleri sahibi oldukları yayın organlarında filtreleyerek yansıtan, İslami kamuoyunda süreçle ilgili olumsuz imajlar doğuracak kimi gelişme ve açıklamaları görmezden gelen, buna karşılık sadece olumlu açıklama ve gelişmeleri haberleştiren çevreler, süreçle ilgili kimi soru işaretlerini gündeme getiren ve “gidenin yerine neyin geleceğini-geldiğini” sorgulayan herkesi “komplocu” diye yaftalayıp postmodern engizisyonun giyotinine gönderiveriyorlar.

Doğrusu, süreçle ilgili olarak düşünce serdeden kimi kişi ve çevrelerin her şeyi ABD’ye bağlayan, “ABD’siz kuş uçmaz, ABD istemeden yaprak kımıldamaz” mantığıyla olup-biteni tamamen bir senaryo olarak görüp, canlarını ortaya koyan bölge halklarının bu senaryoda figüran olduğunu ima eden yaklaşımlarını komploculukla nitelemek haksız bir yaklaşım da değil. Fakat sorun, bu nitelemenin giderek, farklı düşünüp konuşan herkesi susturma silahına dönüştürülmesi ve sürece daha analitik yaklaşan, olumluluklarının yanında, olumsuz gelişmeleri de hesaba katan ve geleceğe dair tehlikelere dikkat çeken düşünce sahiplerini de hedef alan bir ucuz yaftalama halini almasıdır.

Başından beri sürece ne yazık ki tam anlamıyla pembe gözlüklerle bakmayı yeğleyen, bu yüzden de süreçteki kimi olumsuzlukları görmezden gelip sahibi oldukları yayın organlarında filtreleyen çevreler, Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da giden diktatörlerin yerine gelenlerin yapıp ettiklerine analitik yaklaşmaya çalışan, “model ülke” Türkiye’de Müslümanların İslam algıları üzerinde son 10 yılda “ılımlı İslam” stratejileri çerçevesinde yapılan mühendislik çalışmalarının “hedef ülke”lerde de etkili olmaması için neler yapılması gerektiğini söyleyen düşünce sahiplerini bir çırpıda “komplocu” olmakla yaftalamakta, böylece kendilerince oluşturdukları mahalle baskısına boğdurmaya çalışmaktadırlar.

90’lı yılların başından, Refah Partisi’nin (RP) büyükşehirlerde belediyeleri kazandığı 1994 yılından bir anekdotu hatırlatarak, “Arap Baharı”na yönelik analitik yaklaşımları toptan “komplocu” yaftasıyla mahkûm etmeye çalışan arkadaşlara bir ufuk açmaya çalışalım. Zira buna hakikaten ihtiyaçları var.

1994 yerel seçimleri… İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediye başkanlıklarının RP tarafından kazanıldığı açıklanmış. Medya ve laik kesimler panik halinde. “Laiklik elden gidiyor” feryatları Fizan’dan duyuluyor. Türkiye’deki egemen çevreler ne yapacaklarını şaşırmışken, dünya istikbarının merkezi Washington’dan, Beyaz Saray cenahından “Türkiye’de laiklik için endişe etmeye gerek yok. İstanbul ve Ankara RP’lileri dönüştürecek kadar büyük. RP’liler büyükşehirleri yönetirken sisteme entegre olacaklardır” mealinde açıklama geliyor.

Dönemin gazetelerinin arşivlerine girilip bu açıklamayla ilgili ayrıntılara bakmak mümkün. Bugünden bakıldığında ABD’nin bu öngörüsünün gerçekleştiğini görmek zor olmasa gerek. Belediyelerde “müteahhitleşme” süreciyle başlayan dönüşümün, dönemin RP kadrolarını giderek sisteme nasıl entegre ettiğini ve Ankaralılaştırdığını hep birlikte gördük.

Tamam, ABD haşa her şeye kadir değil, hatta son yıllarda Irak’ta, Afganistan’da vs görüldüğü gibi insan gücünün gerektiği alanlarda bir kağıttan kaplan. ABD aslında daha çok bir imaj imparatorluğu, bu doğru. Ancak tüm bunlar ABD’nin “Büyük Şeytan” olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Dünyadaki gelişmeleri birebir yönetme kabiliyeti olmasa da, manipüle etmekte, saptırmakta, kanalize etmekte ABD’nin güçlü strateji ve yatırımlara sahip olduğunu bilmekte fayda var.

Bölgede olup-bitenlere, bölge halklarının insiyatifini tamamen yok sayan komplocu düşüncelerle yaklaşmak da, bunun karşılığında riskleri görmeyen ve göstermeyen bir laylaylomculukla süreci anlamaya çalışmak da doğru değildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da tüm aktör ve faktörleri dikkate alan analitik değerlendirmelere ihtiyacımız var. Yerel diktatörlerden kurtulmuş olmanın her şeyi güllük gülistanlık yapmaya yetmediği, küresel diktatörlüklerin bölgeye olan ilgisinin ve süreçte rol alan kimi aktörlerin bu ilgiye olumlu karşılık veren yaklaşımlarının doğurduğu muhtemel riskleri gözeten, “gidenin yerine neyin geldiğini” önemseyen ve bu konularda bölge halklarına da yardımcı olacak ilmi yaklaşımlar serdedilmelidir.

Birileri, kurdukları pespembe hayal dünyalarına dokunacak gerçekçi değerlendirmeleri komploculuk olarak yaftalamak için ellerinde klişelerle hazır kıta beklese de…