Şükrü HÜSEYİNOĞLU

21 Nisan 2012

KULLANAN - KULLANILAN!

 

28 Şubat darbe sürecinin yeler aktörlerine karşı beklenen operasyon ve tutuklamalar geçtiğimiz hafta start aldı.

“Yerel aktörler” diyoruz, çünkü bu darbe (aslında diğer tüm darbelerde olduğu gibi) temelde küresel bir müdahale niteliği taşımaktaydı ve bu sebeple asıl aktörler de darbelerin küresel başkenti Washington’da meskundular. Dönemin “Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı” Alan Makovski başta olmak üzere Atlantik ötesindeki aktörler 28 Şubat’ın “kurucu iradesi”ni temsil ediyorlardı.

Şimdilerde sürecin hesabını vermek durumunda kalanlar bu bakımdan sürecin efendisi değil taşeronu olarak işlev görmüşlerdi. Her ne kadar o dönemde Türkiye’de “dönemin kudretli generalleri” olarak anılmış olsalar da…

Bir anlamda 28 Şubat’ın küresel ve yerel aktörleri arasındaki ilişkiyi “her iki, tarafın da birbirini kullanmaya çalışması” formülasyonuyla ifade etmek mümkün. Bir anlamda Aczmendi şeyhi Müslüm Gündüz’ün geçen akşam Cüneyt Özdemir’in programında dile getirdiği “28 Şubatçılar bizi kullanmak istedi, biz de Risale-i Nur’un adını duyurmak için onları kullandık” sözlerindeki duruma benzer bir ilişki…

Peki bugünden bakınca, kim kimi kullanmış görünüyor? Kullanma işinde kim hedefine ulaşmış görünüyor?

Bu tür bir ilişkide hedefine ulaşacak olan başından bellidir aslında. O kadar bellidir ki, yakın tarih, küresel veya yerel derin odaklarla, istihbarat servisleriyle kullanma-kullanılma ilişkisine giren partilerin, cuntaların, örgütlerin vs hazin hüsran hikayeleriyle doludur.  

12 Eylül öncesi CIA, KGB veya onların yerel uzantılarıyla kullanma-kullanılma ilişkisine giren parti ve örgütlerin 12 Eylül sabahı yaşadığı hüsran henüz hafızalarda taze değil mi?

28 Şubat özelinde kullanma-kullanılma ilişkilerini göz önüne aldığımızda ilginç bir tabloyla karşılaşırız. Bir tarafta sürecin “kurucu iradesi”ni temsil eden Pentagon görevlileri ile 28 Şubatçı paşalar arasındaki kullanma-kullanılma ilişkisi, diğer tarafta söz konusu paşalarla süreçten nemalanmak isteyen medya patronları, holdingler, çeşitli parti ve örgütler arasındaki kullanma-kullanılma ilişkisi…

Bugünden baktığımızda süreçten en fazla kazançlı çıkanın Amerikan emperyalizmi olduğunu görmek, bahse konu kullanma-kullanılma ilişkilerinin, tüm karmaşık görüntüsüne rağmen neticede apaçık şekilde “oyun kurucusu irade”ye hizmet  ettiğini anlamamızı sağlamaktadır. “Kurucu irade”yle bu kirli ilişkilere yönelmiş olan diğer aktörlere düşen ise ya hüsran ya da önüne atılan kemik parçalarıyla yetinmek olmuştur, ki bu sadece 28 Şubat için değil bu tür ilişkilerin söz konusu olduğu her dönem için böyledir.

Evet, 28 Şubat sürecinin gerçek anlamda tek kazananı Amerikan emperyalizmidir. “Büyük Şeytan”, Kemalist paşalar eliyle Türkiye’deki İslami yönelişe karşı kendi açısından sonuç alıcı bir müdahalede bulunmuş, küresel ve yerel tuğyan odaklarıyla kavgası olmayan ılımlı ve uyumlu bir din anlayışının neşvunema bulacağı bir toplumsal-siyasal zemin oluşturmayı başarmıştır.

Birkaç yıl önce kaleme aldığımız “28 Şubat’a Maide 105. Âyetten Bakmak” başlıklı yazıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, Türkiyeli Müslümanların genelde, sürece karşı İslami çizgide sebat ederek İslami bir cevap üretmek yerine, kırılgan tutumlara yönelmeleri, küresel toplum mühendisliği odaklarının işini hayli kolaylaştırmıştır.

Geçenlerde bir Tv programında sürecin sonuçlarını değerlendiren BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder şu tesbitlerde bulunmuştu: “Bence başarıya ulaştı 28 Şubat, amacına ulaştı. Müslümanı müslüman olmaktan çıkardılar bu ülkede. Daha da dikiş tutmadılar. Bunu araştırmak müslümanlara daha çok düşer. Bu iktidar tutkusu, bu mazlumu unutma durumu askeri darbe ahlaksızlıktır dediğim bu. Sana ne olduğunu, nereye gittiğini, nereye yöneldiğini unutturur. 12 Eylül solun değerlerini unutturdu, 28 Şubat da benzer bir sonuca yol açtı.”

28 Şubat’ın yerli aktörleri ile küresel efendilerinin hedef ve beklentileri çok farklıydı. Yerli aktörler “topyekün savaş” doktriniyle İslam adına ne varsa yok etmek ve bu coğrafyada “Allah” diyen tek bir insan bırakmamak amacını güdüyorlardı. Oysa küresel efendileri bunun mümkün olmadığının, gürül gürül akan bir ırmağın önünü tamamen kesmenin imkân dahilinde olmadığının bilincindeydiler. O yüzden onlar, paşaların aksine rafine çözümler üzerinde durmayı tercih ettiler. Irmağı durdurmak mümkün olmadığına göre, tek yapılabilecek olan ırmağın yönünü değiştirmeye çalışmaktı ve 28 Şubat’ın Pentagon’daki efendileri bunu yapmaya koyuldular. Ve ne yazık ki Türkiyeli Müslümanların çoğunlukla süreç karşısında yöneldikleri sopayı görüp havuca razı olan kırılgan tutum, küresel toplum mühendislerinin işini alabildiğine kolaylaştırdı.

Bugün 28 Şubat’ın yerel hedeflerine karşı toplumun hassasiyetlerinden yana güçlü adımlar atmakla birlikte, diğer tarafta ABD emperyalizmle işbirliği alanında adeta sınır tanımayan bir politika izleyen AKP iktidarı karşısında Türkiyeli Müslümanların çoğunlukla sus-pus oluşları, 28 Şubat’ın kurucu iradesinin amaçladığı şekilde ırmağın yönünün değişmiş olduğunun açık göstergesi değil midir?

Evet, 28 Şubat2ın yerel aktörleri ırmağı kurutma hedefine ulaşamadıkları gibi neticede hapsi boylamaktan da kurtulamadılar ve dolayısıyla sürecin mutlak biçimde kaybeden tarafı oldular.  Oysa kullanma-kullanılma ilişkisi içerisine girdikleri sürecin küresel efendileri, süreçten belki de beklentilerinin de ötesinde bir sonuç elde etmiş, bu süreçte dallanıp budaklanma imkânı bulan “ılımlı ve uyumlu İslam anlayışı” ile sadece Türkiye’yi değil, Türkiye üzerinden, yeni NATO konseptinde “yeni düşman kamp” olarak işaretlediği İslam coğrafyasını dönüştürüp kendi sistemine entegre edebileceği  bir zemin oluşturmuş oldu.

28 Şubat’ta Sincan’da tank yürüterek “caddelerin efendisi” havalarına giren Çevir Bir ve BÇG’deki arkadaşları sürecin sonunda boyladıkları Sincan Cezaevi’nden, olan biteni soğukkanlılıkla değerlendirip “Çok kötü kullanılmışız arkadaş!” diyebileceklerse, bu da kâr olacaktır!