Şükrü HÜSEYİNOĞLU

08 Mart 2017

LÂ DEMEK VE FAKAT İLLALLAH DİYEMEMEK!

Hepimizin bildiği temel bir gerçektir ki İslam’ın giriş kapısı kelime-i tevhid şiarı ve bu şiar üzerine bina edilen akidedir. Bu şiarın ilk kısmı (Lâ ilahe) İslam’ın dışında var olan tüm dünya görüşü/hayat nizamı kapılarından çıkışı, ikinci kısmı (İlla Allah) ise İslam kapısından girişi ifade etmektedir. Bu şekilde iki kısımdan oluşan kelime-i tevhid, bütüncül bir dünya görüşü ve hayat nizamıdır.

Nitekim geçtiğimiz asırdaki İslami uyanış sürecinde, kelime-i tevhidin bu niteliğinin (bütüncül bir dünya görüşü ve hayat nizamı oluşunun) yeniden idrak edilerek güncel karşılıklarıyla ortaya konulmasının büyük payı olmuştur. Merhum Mevdudi’nin “Kur’an’a Göre Dört Terim” adlı kitabının bu konudaki katkısı bilinmektedir.

Kelime-i tevhidin toplumda yaygın olarak “Allah’tan başka yaratıcı/tanrı yoktur” şeklinde algılandığı Türkiye’de 60 yılların sonuna doğru “Dört Terim” ve merhum Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” gibi, ilah kavramı ve dolayısıyla kelime-i tevhidin Kur’ani anlamı ve güncel karşılıklarını izah eden eserlerin tercüme edilmesinin etkilerini dönemin tanıkları ifade etmektedir.

Söz konusu ve benzeri eserlerin de etkisi ve İslami uyanış çabalarıyla Türkiye’de kelime-i tevhidin asli/Kur’ani anlamıyla kavranması yolunda önemli mesafeler alınmış olsa da, “Lâ’sız İslam anlayışları” şeklinde ifade ettiğimiz, kelime-i tevhidin asli anlamını kavramaktan ve onu bütüncül bir dünya görüşü ve hayat nizamı olarak savunmaktan uzak olan geniş bir dindar camianın varlığı söz konusudur.

Bu acı gerçek sebebiyledir ki, İslami kesimde “Lâ,sız İslam anlayışları” konusu sıkça gündeme getirilmekte ve bahse konu geniş dindar kesimin de lâ bilincine ulaşması için dâvet çalışmaları yapılmaktadır.

Ben ise bu makalede, kelime-i tevhidin “İlla Allah” kısmıyla ilgili Müslümanlar olarak yaygın şekilde yaşadığımız sorunlara değinmek istiyorum. Bilindiği gibi “Lâ ilahe” kısmı kelime-i tevhidin reddiye ve hafriyat kısmını, “İlla Allah” kısmı ise inşa kısmını temsil etmektedir. Şayet bir bina yapılacaksa, bu hafriyatsız olmayacağı gibi inşasız da olmaz.

Rabbimizin bildirdiği dünya görüşü-hayat tarzı (ed-Din) dışında kalan ve neticede her biri insan hevâsına, insanın sınırlı aklına dayanan dünya görüşü ve hayat tarzlarını reddetme bilincine ulaşmış,ed-Din’le ilgili algılarını her türlü sağ ve sol ideoloji sentezinden, geleneksel ve modern-postmodern kirliliklerden koruyan, egemen küresel ve yerel istikbarların Allah’ın dini üzerindeki vesayetlerini ve vesayet için teşekkül ettikleri kurumlarını akidevi olarak reddeden Müslümanların, iş bu arı-duru, net akidelerini hayat alanlarında pratiğe dönüştürme ameliyesine, yani inşa sürecine geldiğinde genellikle reddiye alanındaki kadar iyi bir performans ortaya koyamadıklarını söyleyebiliriz.

Bu konuyu, kelim-i tevhid akidesinin pratiğe aktarılması noktasında çok temel bir işleve sahip olan, ferdi ve ictimai açıdan İslami hayatın temel sütunlarından birini teşkil eden namazın, bizlerin pratik hayatındaki konumu üzerinden örneklendirebiliriz.

Yukarıda, egemen küresel ve yerel istikbarların Allah’ın dini üzerinde vesayet kurmak için teşekkül ettikleri kurumların akidevi olarak reddinden söz etmiştik. İslami kimlik ve Müslüman şahsiyetin inşasında olmazsa olmaz bir rükun olan bu reddiye gereği, halk tarafından güzel niyetlerle inşa edilen camilerden değil ve fakat Türkiye’de laik devletin Allah’ın dini üzerindeki vesayetinin temsilcisi durumundaki Diyanet’in bu konumu sebebiyle camilerde teşekkül eden cemaatlere dahil olmayan bizler, namazlarımızın cemaatle ikamesi noktasında bir çaba içine giriyor muyuz, yoksa cemaat olmanın bu ilk adımını ihmal ederek namazlarımızı ferdi bir ibadet olmaya mı mahkum ediyoruz?

Gözlemlerime göre, kendim ve yakın çevrem dahil Müslümanlar olarak bu konuda iyi bir imtihan veremediğimizi söyleyebilirim. Ders veya başka bir etkinlik için bir araya geldiğimizde namazı cemaatle ikame ediyoruz evet, fakat mamazlarımızı çoğunlukla cemaatten mahrum bıraktığımız bir gerçek. Ve maalesef gözlemlediğim kadarıyla bu durum artık Müslümanlarca bir sorun olarak da görülmüyor, kanıksanmış bir durum haline dönüşmüş görünüyor.

“STK’dan Cemaat’e, Kilise Formundan Mescid’e” başlıklı makalede, Müslümanlar olarak kurumlarımızı haftada birkaç kez bir araya gelip dağıldığımız formdan (Kilise formu), namaz eksenli, namazlarımızı cemaatle ikame ettiğimiz, namazlarımızın ardından okuduğumuz ayetleri birlikte mütalaa ettiğimiz mescid formuna dönüştürmekten söz etmiştim. Bu konuyu gündemleştirmenin ve sözünü ettiğim hedefi gerçekleştirmeye çalışmanın, çağın Kur’an nesillerinin inşası ve toplumlarda mayalanması açısından son derece hayati olduğunu düşünmekteyim.

Zaten en güzel örneklerimiz ve önderlerimiz olan Nebiler’in (a.s.) toplumsal inşa çabaları da hep namaz ve mescid merkezli olmamış mıdır?

Bu noktada Muhammed (a.s.)’ın dâvetiyle Mekke’de ilk filizlerini vermeye başlayan İslam cemaatini hatırlayalım. Çeşitli sahabilerin evlerinde cemaatle namaz ve Kur’an eğitimiyle başlayan ve nihayet Erkam Bin Ebil Erkam’ın (r.a.) evinin Dar’ul Erkam’a dönüştürülmesiyle devam eden mescid eksenli inşa süreci...

İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.)’ın Mekke’de Beyt-i Atik’i inşa etmek ve insanları ona dâvetle emrolunmaları… (Bkz: Bakara, 2/125)

Hakeza, Musa (a.s.)’ın bir yanda dönemin istikbarı Firavun’a karşı amansız bir mücadele verirken, diğer yanda içinde namazın ikame edildiği evler oluşturmakla emredilmesi… (Bkz: Yûnus, 10/87)

Söz konusu ettiğimiz alanda ve diğer tüm alanlarda, mevcut işleyişle akidevi olarak ayrışan Nebilerin (a.s.), ayrışmakla kalmayıp mutlaka tevhidi bir inşa ameliyesine giriştiğini görmekteyiz. Temelinde akidevi reddiye (Lâ) olmayan bir inşa çabası anlamsız olacağı gibi, beraberinde inşa (İlla) getirmeyen bir reddiye de nâkıs kalacaktır.

Dolayısıyla, verdiğimiz namazın cemaatle ikamesi örneğinden başlayıp, kelime-i tevhidin pratik hayatımızda da reddiyesi ve inşası ile bir bütün olarak karşılığını bulması çabası içinde olmamız gerekir.