Şükrü HÜSEYİNOĞLU

10 Şubat 2020

LAİK DÜZENİN TOKİ’Sİ, LAİK DÜZENİN BANKASI, LAİK DÜZENİN DİYANET’İ

İslam, fert ve toplumlar için bütüncül bir hayat nizamı bildirdiği gibi, bu hayat nizamının gereğince yaşanabilmesi için de “akidevi hükümler” diyebileceğimiz birtakım ölçüler/ilkeler vaz’etmiştir. İşte bu akidevi hüküm/ilkelerden biri de hakla bâtılın kesin ve keskin hatlarla birbirinden ayrıştırılması, habis olanla ile tayyib olanın net ve uzlaşmasız olarak konumlandırılarak cahili algı, anlayış ve işleyişten imani kopuş (ilkesel hicret) doğrultusundadır.

Rasulullah’tan (a.s.) rivayet edilen “Bâtılı batıl bilip ondan teberri ve hakkı hak bilip ona ittiba etmek” duası da bu temel akidevi ilkenin dua formunda ifadesidir. Dolayısıyla iman emiş insanların cahiliyeye, cahili anlayış ve işleyişlere, bu anlayış ve işleyiş üzere olan cahiliye düzenlerine, onların gündemlerine yaklaşımları öncelikle bu minvalde olmak durumundadır.

Rabbimizin ilk emirleri arasında bulunan, “elbiseyi temizlemek”[1], “ruczdan hicret”[2] ölçüleri hep bu minvaldedir.  Rabbimiz Âl-i İmran sûresi 179. ayeti kerimede, Uhud savaşı sonrası durumu konu alırken, mü’minleri o hal üzere bırakmayacağını, hâbis olan ile tayyib olanı temyiz edeceğini, birbirinden ayıracağını beyan etmektedir.

Hâbis olan (müşrik/kâfir/munâfık) ile tayyib olanın (mü’min) ayrışıp ayırt edilmesi, Mekke şartlarında hakla bâtılın kesin hatlarla ayrıştırılması ve mü’minlerin câhiliyeyeden ilkesel/akidevi anlamda kesin kopuşuyla, teberrisiyle, Medine şartlarında ise zorluklarla, canlardan mallardan eksilme hususunda sınanmakla mümkündür. Ki “Mekke ve Medine şartları” dediğimiz husus tarihsel bir devreyi değil, kıyamete kadar devam edecek dönemsel ve mekânsal şartları ifade etmektedir.

Yaşadığımız dönemde küresel ve yerel anlamda hâkim işleyişin tam anlamıyla bir câhiliye olduğunda kuşku yoktur. Bugün yeryüzünde ve özelde yaşadığımız ülkede Allah’ın hükümleri hâkim değil, mahkûmdur. Hududullah’ın geçerli ölçü olmadığı, insanın bizatihi kendisinin rabbi ve ilahı olarak konumlandırıldığı, fert ve toplum hayatının insan hevasına göre işlediği, Seyyid Kutub’un deyimiyle koyu bir cahiliyedir bugün tanıklık ettiğimiz.

İşte cahiliyenin zail, hakkın hâkim olması için mücadele etmekle mükellef olan biz Müslümanların, bu câhili işleyiş düzleminde tayyib/temiz kalmamızın ön şartı, câhiliye ile akidevi ayrışmamızı net olarak gerçekleştirmek ve bu pozisyonumuzu hiçbir şart ve durumda zaafa uğratmamaktır.

Geçmişten bugüne İslami bilinçlenme süreçlerinin temelini oluşturan bu kavrayış ve tutum alış konusunda Türkiye özelinde son 17 yıllık dönemde ciddi kırılmalar ve zafiyetlerin yaşanmakta olduğu acı bir gerçektir. 28 Şubat ayazı sonrasına denk gelen AKP pastırma sıcaklarının, Müslümanların akidevi algı ve duruşları açısından câhiliyenin baskı ile sindirme/yok etme veya ılımlı politikalarla asimile etme stratejileri karşısındaki tutum alışın farklı olmaması gerektiği, her şart ve durumda cahiliyeden ilkesel ayrışma ve ilkesel uzlaşmazlığın esas olması gerektiği hususu ihmal edilerek, işler durumdaki câhili düzenle ilgili yaklaşım akidevi reddiye temelinden, sistem içi taraftarlık veya muhalefet düzlemine yönelinmiştir.

Hiç unutmam, İstanbul Kocasinan lisesinde ikinci sınıfta iken, sınıftan birkaç arkadaşın dâvetiyle yakındaki bir câmide lise öğrencilerine yönelik olarak üniversiteli birkaç gencin öncülük ettiği İslami bilinç derslerine katılmaya başlamıştım, ki İslam’la bilinç düzeyinde tanışıklığım bu derslere dayanır. O derslerden hiç unutmadığım bir vurgu şuydu: “Bir bardak süte bir damla necaset karışsa o sütü içer miyiz? Tabii ki hayır.” Bu misalle, hak-bâtıl ayrışmasının ve ilkesel uzlaşmazlığının önemi anlatılmaya çalışılıyordu.

Bugün baktığımızda, bardak bile değil, bir ülke dolusu necasete bir varil süt karıştırıldığında yıllarca bu gibi İslami bilinçlenme dersleri yapmış olan nice İslami çevrelerin bu duruma râm olabildiğini, bu durum karşısında tüm akidevi gardlarını düşürebildiğini görebiliyoruz, ne yazık ki.

Cahiliyenin hâkim ve işler durumda olduğu bir vasatta akidevi konum ve duruş unutulup, câhili işleyiş ve onun aktörleri konusunda doğru-yanlış cetveli tutmaya başlanıldığında, “doğrusuna doğru, yanlışına yanlış demek” gibi sistem içi bir pozisyona çekilindiğinde artık orada İslami bir kavrayış ve duruştan söz edilemeyecektir. Bu tutum, fert ve toplum hayatında rab ve ilah olarak ancak Âlemlerin Rabbi’nin bilindiği, Hududullah’ın egemen kılındığı İslami bir toplumsal/siyasal yapı için ancak geçerli olabilir oysa. Câhiliyenin egemen olduğu yerde bir Müslümanın câhiliyeyi ve aktörlerini doğru-yanlış sayımı üzerinden değerlendirmesi tevhidi hiçbir şekilde kavrayamamış olmanın neticesi olabilir.

Laik Düzenin Üç Kurumu Kuyuya Bir Taş Atmış…   

Yaşanan her güncel gelişmede, İslami çevrelerin çoğunda yaşanan bu irtifa kaybını, bilinç ve duruş kaybını esefle gözlemlemekteyiz. Bahse konu çevrelerin, egemen câhili düzene ve onun yönetici kadroları konusunda akidevi teberri düzlemi yerine, yukarıda söz etmeye çalıştığımız gibi “doğru yaptıklarını destekler, yanlış yaptıklarına itiraz ederiz” şeklindeki sistem içi bir düzlemde tutum belirlemekte oluşları, câhili işleyiş karşısında öncelikle tümel tavır takınmak ve bunu deklare etmek yerine, salt câhiliyenin gündemlerine tikel meseleler üzerinden onay veya itiraz eder bir konuma düşmüş olmaları, bu ülkedeki yarım asırlık İslami bilinçlenme sürecinin heder edilmişliğinin acı vesikası olarak olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bilindiği üzere geçtiğimiz ay (Ocak 2020) içinde Hükümet, dar gelirli aileler için TOKİ kanalıyla inşa edilip satılacak bir toplu konut projesi gündeme getirdi. Bu proje kapsamında yapılacak çekilişler sonucu ev almaya hak kazananların, kamu bankalarından 0,49 oranında faizle kredi alarak ev sahibi olacakları açıklandı. Dine bağlı devlet işleyişi yerine, devlete bağlı din kurgusu üzerine bina edilmiş bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Din İşleri Yüksek Kurulu”, kendilerine bu konuda yöneltilen soru üzerine TOKİ evleri için verilecek/alınacak bu faizin haram olmadığı yönünde bir fetva (!) verdi.

“İslam'da faiz, kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir. TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya orta gelirli vatandaşlarına yönelik olarak ürettiği bir sosyal konut projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla, devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir”[3] şeklindeki fetva (!), tam da Diyanet’in misyonuna uygun bir içerikle maluldü. Ne yardan ne serden geçmek istiyordu Diyanet ve tabii olarak bunun neticesi de ortaya karışık bir fetvanın (!) çıkmış olmasıydı.

Bizatihi düzenin bir parçası ve dahası çok önem verilen kurumlarından biri olan, yürütmeye doğrudan bağlı bir memurluk niteliği taşıyan Diyanet’in bu tür bir fetva (!) vermesi neticede çok da şaşırtıcı değildi. Diyanet, başından bugüne kendisine yüklenen resmi misyon gereği bir taraftan itibarını kaybetmekten korunmak üzere halkın hassasiyetlerini de gözeten, ve fakat asıl düzenin hassasiyetlerini dikkate alarak hareket eden, düzen ve halkın hassasiyetleri konusunda bir denge üzere ülkedeki dini algı ve yaşayışı kontrol edilebilir bir düzey ve nitelikte tutmayı temel görev olarak üzerine almış bir kurumdur. Düzene ve halka karşı “takvası” üst düzeydedir, lakin dinin sahibi olan Âlemlerin Rabbi’ne karşı takvalı hareket ettiğini söylemek pek mümkün değildir. Neticede “statüko dini”nin koruyup kollayıcısı ve icracısıdır.

Diyanet’le ilgili durum budur, fakat bu konuda bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, kendisini İslam’a nisbet eden çeşitli çevrelerin bu konudaki yaklaşım biçimiydi. Diyanet’le aynı argümanlarla TOKİ faizini hokus-pokus faiz olmaktan çıkaranlar (!) mı dersiniz, “maslahat”tan sonra, her şeyi meşrulaştıran yeni bir maymuncuk işlevi yüklenen ve nerede başlayıp nerede bittiğini kimsenin bilmediği “zaruret” adlı haram kılıfını allayıp pullayıp tüketime sunanlar mı dersiniz, bu faiz oranının enflasyondan düşük olduğunu ifade edip yarım ağızla meşrulaştırmaya çalışanlar mı dersiniz…

Bunca argümanı akıllarına getirerek açık bir haramı halka helal diye pazarlamaya çalışan bunca fetva merciinin (!) o akıllarına “Madem ki devlet sosyal bir hizmet gereği bu konutları inşa ediyor. Madem ki dar gelirlilerin ev sahibi yapılması söz konusu. O halde devlet bu insanlara faiz yükleyecek yerde, her yıl düzenli olarak yüzde 200-300 oranında kârlar açıklayan bankalar ve holdinglerden bu iş için kaynak sağlayıp faizsiz borçlandırma yoluna niçin gitmiyor” gibi bir sorunun gelmemesi tabi enteresan!

Bizim bu makalede asıl muhatap almak istediğimiz yaklaşım biçimi ne Diyanet, ne de onunla benzer argümanlarla apaçık bir haramı meşrulaştırma hokus-pokusunda rol alanlardır. Hükümet’in TOKİ faizi ve bu faizi meşrulaştırmaya gayret eden Diyanet’i bu konu üzerinden eleştiren İslami çevrelerdir bu makalenin asıl muhatapları. Câhiliye düzeni, onun Hükümeti ve onun Diyanetine karşı akidevi teberri yitirildikten sonra, tümel anlamda İslami kavrayış ve tutum zaafiyete uğratıldıktan sonra, tüm bu mercilere tikel konular üzerinden sistem içi düzlemde eleştiri getirmenin ne anlamı olabilir, ne etkisi olabilir?         

Cahiliye düzenini akidevi temelde reddetmekle emrolunmuş olanların, bu akidevi reddiye/teberri konumlarını yitirdiklerinde bugün olduğu gibi cahiliye düzeninin "TOKİ faizi" gibi uygulamalarına İslam’ın da olurunu alma girişimlerinin tartışma taraflarından biri durumuna düşmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Oysa aklı ve akidesi başında olan bir Müslüman şu soruyu sormakla yetinir: İslam toplumu ve devleti söz konusu olsaydı hiç faiz diye bir gündem olur muydu, ki ona cevaz bulma peşine düşülsün?

Biz, câhiliye ve onun gündemlerine, şirkine-küfrüne, fısk-fücuruna "Lâ" demekle mükellef idik, onları tartışılır meseleler mesabesine çıkarmakla değil.


[1] Bkz: Müddessir, 74/4