05-01-2022 15:22

Laisizmin kalesi Fransa’nın Türkiye’den 28 Şubat ithali

Birkaç yıldır başta Fransa olmak üzere Avrupa’da, Türkiye’de İslam’a ve Müslümanlara karşı 1923-50 arası ve son olarak 28 Şubat sürecinde uygulanan ve 28 Şubatçı kimi aktörlerce “militan laiklik” olarak nitelendiği bilinen yaklaşımlar vizyona sokulmak istenmektedir.

Laisizmin kalesi Fransa’nın Türkiye’den 28 Şubat ithali

Fransa, Türkiye’de Kemalist cumhuriyet rejiminin kopyalayıp uygulamaya koyduğu jakoben laikliğin anavatanıdır, bilindiği üzere. Laisizmin diğer egemen ve yaygın çeşidi de, İngiliz tipi anglo-sakson laikliğidir. Bu iki laiklik algı ve pratiği arasındaki fark, cumhuriyetin ilk yılları ile, 1950 yılı itibariyle Demokrat Parti’nin icraatları arasındaki farktır. Hakeza, 28 Şubat süreci ile 2002 yılında başlayan Ak Parti süreci arasındaki fark da, bu iki laiklik arasındaki farkın müşahhas biçimleridir. 

Bir cümlelik özetle, jakoben laiklik; dinin, egemenlik alanının ötesinde kamusal alandaki tüm görünürlüklerini de hoş karşılamaz iken, anglo-sakson laiklik, egemenlik alan ve ilişkilerine müdahil olmadığı müddetçe, dinin kamusal alandaki görünürlüğünü sorun yapmaz. Müslüman hanımların başörtüsünün, jakoben laikliğin hüküm sürdüğü yönetimlerde sorun edilmesine karşılık, anglo-sakson laikliği uygulayan yönetimlerde sorun olarak görülmemesi, aralarındaki bu farklılığa dayanır.

İslam’ı “gökten indiği sanılan dogma” ve “Arapoğlunun yavesi” olarak gören Kemalist tuğyan kadrosu, gücü eline geçirdiğinde ona tam anlamıyla savaş açmış, İslam’a dair ne varsa baskı ve dipçik zoruyla yok etmeye çalışmıştır. Onların bunu yaparken örnek aldıkları model, Fransa laisizmi, yani jakoben laiklik modeliydi. Fransa, laiklik ilkesi üzere Katolikliğe “haddini bildirmiş”, ona “cumhuriyet değerlerine tâbi olarak faaliyet gösteren bir mâbed dini” konumunu biçerek, yönetimde ve kamusal alanda dinin belirleyicilik ve görünürlülüğünü ortadan kaldırmıştı. 

Tabi söz konusu olan Hıristiyanlık/Katoliklik olunca bu çok zor değildi. Zira ortada, tarihsel süreçte tahrife uğratılarak kuşa çevrilmiş, bir statüko dini haline getirilmiş ve tevhidi karakter ve iddiaları ortadan kaldırılmış bir “din” vardı. Onu yeni rejime, yani laik ulus-devlete tâbi kılmak, din ile devlet işlerini ayrı tutmak hiç de zor değildi.

Kemalist tuğyan kadrosunun Fransa modelini kopyalayıp, kendisini bu modele tâbi kılmaya icbar ettiği İslam ise, her ne kadar toplumların algısında belli oranda safiyetini yitirmiş olsa da, kendisi ilk günkü safiyeti, ahkamı ve iddiaları ile taptaze, dinamik bir hayat nizamı olarak varlığını sürdürüyordu. O, hakikat ve hâkimiyet iddiası esası üzerine bina edilmiş Rabbani bir hayat nizamı olarak, herhangi bir câhili algı ve işleyişe tâbi olabilecek, onunla uzlaşabilecek bir din değildi.

Bu sebepledir ki, Kemalist kadro temelde Fransız jakoben laikliğini esas almış olsa da, İslam’ın, muharref Hıristiyanlık gibi kolayca sinirleri alınabilecek, düzen adına ehlileştirilebilecek bir din olmadığını az-çok bildiklerinden, farklı tedbirlere başvurma gereği duydular. Fransa’da olduğu gibi, devlet ile kilise kurumunu birbirinden ayrı tutmak ve kiliseye, yönetime müdahil olmama karşılığında bir anlamda özerklik alanı oluşturmakla iş “çözülmüş” olurken, aynı modeli Türkiye’de uygulamanın, İslam’ın düzene doğrudan bir tehdit ve alternatif olması sonucunu doğuracağı bilindiğinden, bu alanda “Bizantinizm” olarak nitelenen, dinin tamamen devlet kontrolüne ve egemenliğine tâbi kılınması politikası uygulanmış, Diyanet Teşkilatı da bu politikanın gereği olarak ihdas edilmiştir.

Nitekim, Kemalist akademisyen Bülent Tanör, bu durumu şöyle özetlemişti: “Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası Diyanet, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevini yüklenmişti. Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı Diyanet’i kullanmaktaydı.” (Prof. Bülent Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konferans, Der Yayınları, 1996)

1923’ten 1950’ye kadar, şedit bir jakoben laiklik uygulaması yaşandı Türkiye’de, bilindiği gibi. Ezanı asli haliyle okumaya kalkışanlar, Kur’an öğretmeye teşebbüs edenler terörist muamelesi gördü, hapsedildi. Şapka giymeyen yüzlerce insan ve bu arada “Frenk Mukallidliği ve Şapka” adlı risalesi, 1925’te yürürlüğe giren şapka kanunundan bir buçuk yıl önce yayınlanmış olan İskilipli Atıf Hoca “İstiklal Mahkemeleri”nde yargılanıp (!) idam edildi.

“İslam’ın ılımlısı ılımsız yoktur” (Org. Çevik Bir) yaklaşımıyla İslam’ın ve Müslümanların topyekün ve cepheden hedef alındığı bir diğer dönem olarak 28 Şubat sürecini yaşadık. Başörtülü gencecik kızların örtüleri polislerce çekilip çıkarıldı, direnenler coplandı, Kur’an kursları basılıp kapatıldı, “irticacı” diye bakkallar bile fişlendi. Tüm bunlar yapılırken, “Kemalist ilahiyatçı” Yaşar N. Öztürk ve benzeri ilahiyatçılara (!) “Gerçek İslam” kitabı yazdırılarak, Kemalizmin “kutsalları”yla uyumlu bir “İslam” da peydahlanmaya çalışıldı.

İşte birkaç yıldır başta Fransa olmak üzere Avrupa’da, Türkiye’de İslam’a ve Müslümanlara karşı 1923-50 arası ve son olarak 28 Şubat sürecinde uygulanan ve 28 Şubatçı kimi aktörlerce “militan laiklik” olarak nitelendiği bilinen yaklaşımlar vizyona sokulmak istenmektedir. Fransa’nın yanı sıra, Almanya, Avusturya, Hollanda, Belçika gibi ülkelerde de bu konuda tartışmalar yapılmakta, kimi yasal düzenlemeler yürürlüğe konulmaktadır. “Euro İslam”, “Alman İslam’ı”, “Fransa İslam’ı” gibi terkiplerle çerçevelenmek istenen bu düzenlemelerle, tıpkı Türkiye modeli jakoben laiklikte olduğu gibi kendisi olmaktan, değerlerinden ve iddialarından tamamen vazgeçmiş ve ilgili ülkedeki egemen paradigma ve işleyişe rıza gösterip tâbi olmuş, Hıristiyanlık tarzı “mâbed dini” niteliğine haiz bir İslam oluşturulmak istenmektedir.

Oluşturulmak istenen modelde İslam ve Müslümanlara, karşılıklı hukuk ve güvenlik içinde bir arada yaşama gibi bir seçenek bırakılmamakta, çerçevesini Fransa’nın, Almanya’nın, Avusturya’nın belirleyeceği bir “İslam” ve “Müslüman” tanımına rıza gösterilmesi dayatılmaya çalışılmaktadır. İslam salt kültürel bir ögeye, Müslümanlar da kültürel topluluklara indirgenmek istenmektedir.

“Ulusal Pilot İslâmlar” Dayatması

Tarih boyu tağut düzenlerinin Allah’ın dinine ve mü’minlere yönelik politikası iki cepheli olmuştur. İlk olarak uygulamaya konan, baskı ile sindirme politikası sonuç vermeyince, imani iddialardan vazgeçilmesi karşılığı uzlaşma, hayat hakkı tanıma teklifleri ile mü’minleri tevhidi çizgiden saptırma girişimleri devreye konulmuştur. 

Mekke câhiliyesinin yöneticilerinin, Rasulullah (a.s.)’a yönelik “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” (Bkz: Yunus, 10/15) şeklinde tekliflerde bulunduğu bilinmektedir. Bugün küre çapında ve yerel bazda tüm dünyada Müslümanlara, jakoben laiklik adına da, Amerika, İngiltere, Türkiye gibi ülkelerde olduğu gibi anglo-sakson laiklik adına da yapılan dayatma budur. Yani, İslam’ın hakikat ve hakimiyet iddialarından vaz geçerek, düzenlerce lütfedilen hayat hakkına rıza göstermek!

Son yıllarda Avrupa’da İslam ve Müslümanlara karşı, “entegrasyon” adı altında, baskı ve dayatmaların arttığı bilinmektedir. Müslümanlar, İslam’ın değerleri ile “Avrupa değerlerinin” ayrıştığı konularda İslami değerlerden vaz geçmeye ve Batının laik-seküler hayat tarzına entegre olmaya icbar edilmektedir. Bu iş için de, İslami eğitim kurumlarından camilere kadar devlet kontrol ve belirleyiciliğini öngören yasalar çıkartılmaya çalışılmaktadır. Bu işte militanca bir çabayla öne çıkan ülkenin ise Fransa olduğu görülmektedir. Bu konuda Fransa’nın, 1923-50 arası ve 28 Şubat süreci Türk modelini esas alıp ithal etmeye çalıştığını söylemek de mümkündür.

Bugün, başta Fransa olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde Müslümanlara entegrasyon adı altında açık bir asimilasyon politikası olarak “ulusal pilot İslam’lar” şeklinde özetlenebilecek şeytani bir proje dayatılmaktadır. Bu dayatma çerçevesinde kullanılan “Euro İslam”, “Almanya İslam’ı”, “Fransa İslam’ı” gibi terkipler, 28 Şubat sürecine tanıklık edenlere hiç de yabancı gelmemektedir. O dönemde sıkça kullanılan “Türk İslam’ı”, “Anadolu İslam’ı” terkipleriyle, bugün Avrupa’da kullanılan söz konusu terkiplerin temel mantalite ve gaye olarak hiçbir farkı yoktur. İslam’ı kendisi olmaktan çıkarıp, insan hevasına uyumlu hale getirmek, belirleyen olmaktan uzaklaştırıp belirlenen bir kültürel ögeye indirgemek.

Almanya İslam Konseyi Başkanı Burhan Kesici, bu konuda isabetli bir teşhiste bulunuyor. Kesici, ”Alman İslamı” ya da ”Avrupa İslamı” tartışmalarının Müslümanların dışında, Alman resmi kurumları ve onların güdümündeki bazı kişiler tarafından yürütüldüğünü ve Müslümanların gündem ve sorunlarıyla ilgili olmadığını vurguluyor ve şunları kaydediyor: ”Bu konu Almanya’da, şimdi de Fransa’da yapay bir şekilde gündemde tutulmaya çalışılıyor. Sanki birileri, İslam’ı kendine çevirmeyi görev edinmiş gibi bir durum söz konusu. Müslümanlarla konuşmak, onların gerçekliğini ve toplumsal sorunlarını, İslamofobi’yi ele almak yerine, İslam’ı dizayn etmeye çalışıyorlar. Müslümanları değiştirmeyi hedefliyorlar. Şu an için başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Ancak algı değişikliği söz konusu. Müslümanlara yönelik bakış açısı, bu görüşü savunan dernekler, vakıflar tarafından yönlendiriliyor. 10-15 sene sonra Alman İslam’ı düşüncesinin çok daha etkili olması söz konusu.”

Nitekim Almanya’da Yeşiller Partisi’nin eski Eş Başkanı ve yeni kurulan hükümetin Tarım Bakanı olan Türk asıllı Cem Özdemir’le birlikte “Seküler İslam Girişimi” adlı oluşumun üyesi olan Federal Meclis eski milletvekili Lale Akgün “amaçlarının, İslam’ın modern bir yorumla Almanya’nın koşullarına ayak uydurması” olduğunu belirtiyor ve şunları söylüyor: ”Laik devlete saygı gösteren bir İslam’ın Almanya’da oluşması çoktan beri gerekiyordu. İkinci neden, ben İslam’ın hakiki bir teolojik reformdan geçmesi gerektiğine inanıyorum.”

Fransız Usulü “İslam Prensipleri Tüzüğü”

Avrupa’da “entegrasyon” adı altında İslam’a ve Müslümanlara yönelik asimilasyon politikalarının zirveye çıktığı ülke Fransa’dır. Fransa, İslam ve Müslümanlara yönelik baskıcı tutumlarını eski cumhurbaşkanları Jacques Chirac ve Nicolas Sarkozy dönemlerinde başörtüsü yasaklarıyla ortaya koymaya başlamıştı. François Hollande ve şimdilerde Emmanuel Macron dönemlerinde ise, Rasulullah (a.s.)’ı hedef alan karikatür saldırılarıyla İslami değerlerin tahkir ve Müslümanların tahrik edilmesi girişimleri baş gösterdi. Sonuçta da, bu tahriklerin neticesi olarak Charlie Hebdo adlı pespaye yayın organına yapılan ve 11 kişinin ölümüyle neticelenen baskın ve öğrencilerine hakaret karikatürlerini sergileyen bir öğretmenin öldürülmesi gibi olaylar üzerinden, Müslümanları topyekün hedef alan, yoğun bir asimilasyon politikası başlatıldı.

Bu çerçevede Macron, Elysee Sarayı’na çağırdığı Fransa İslam Konseyi (CFCM) temsilcilerinden “laiklik ilkesinin esas alınması, şiddetin ve ülkedeki en büyük ikinci dinin işlerine dışarıdan müdahale edilmesinin reddedilmesi” başta olmak üzere, “İslam’ın cumhuriyet ilkeleri ile uyumlu olduğunu gösteren” bir “Prensipler Tüzüğü” yazmalarını istemiş, neticede bu çerçevede “Fransa İslam Prensipleri Tüzüğü” adlı bir metin hazırlanmıştı. Ancak, metin açık şekilde asimilasyona yönelik olduğundan, Fransa İslam Konseyi’ni oluşturan 8 federasyondan 3’ü bu metni imzalamayı kabul etmedi. Nitekim Macron’un, “Prensipler tüzüğünün, Cumhuriyetin (değerlerinin) lehine açık ve kesin bir taahhüdü temsil ettiğini” söylediği medyada yer almıştı.

Fransa İslam Konseyi (CFCM) Başkanı Mohammed Moussaoui’nin, Le Monde gazetesine yazdığı bir makaledeki şu ifadesi, söz konusu kişinin asimilasyona teşne yaklaşımını da ortaya koyar nitelikte: “İslam bizim inancımız, Cumhuriyetin yasası bizim yasamız.” Kısacası “Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk” gibi bir tekerleme ile veya “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” gibi laik bir yaklaşımla hakkın bâtıla tâbi kılınmasına yeşil ışık yakılmış olunuyor.

Bu süreçte Fransa devleti, özellikle camileri ve imamları hedef alan adımlar attı. Onlarca cami kapatılırken, 300 imam da yurt dışı edildi ve “Ulusal İmamlar Konseyi” adlı bir kuruluşun teşkil edilmesiyle tıpkı Türkiye’deki gibi devlet tekeli ve dolayısıyla güdümünde olacak bir “din hizmetleri” işleyişinin adımları atıldı. Macron, CFCM’den, Fransa’daki imamları belgelendirmekle sorumlu ulusal bir “İmam Konseyi” oluşturmasını talep etmişti. Bu talebe cevap veren CFCM’nin hazırladığı taslağa göre, kuruluş, imamları resmi olarak tanıyacak ve onlara meslek kartı verecek. İmam Konseyi’nin oluşturacağı kuralları ihlal edenlerin ve CFCM’in hazırladığı “Fransa İslam Prensipleri Tüzüğü”ne karşı gelenlerin görevlerine son verilip kartlarına el konulacak.

Görüldüğü üzere, başta Fransa olmak üzere, çeşitli Avrupa ülkelerinde İslam’a ve Müslümanlara bir asimilasyon gömleği dikilip zorla giydirilmek istendiği bir süreçten geçilmektedir. Konuyla ilgili değerlendirmede bulunan Prof. Dr. Özcan Hıdır, şöyle demektedir: “Öte yandan ‘Avrupa İslâmı’ ise, Avrupa norm ve değerlerine –özellikle de değerlerine– tastamam uyum sağlamış, Müslümanlar olarak toplumsal görünürlük ve iddialarından mümkün olduğunca arınmış, İslâm’ı yaşamayı özel alanlara hapsetmiş ve bunu gerekirse devletin yasaklamalarıyla da olsa gerçekleştirmiş bir anlayışı ifade ediyor. Bunun ise esasen dünyevileşmiş ve sekülerleşmiş bir İslâm anlayışına karşılık geldiği söylenebilir.”

Avrupa’da yaşayan Müslümanların, İslam’ın temellerini hedef alan, onu kendisi olmaktan çıkararak, Batının köhne, bâtıl değer yargılarına uyumlu bir “mâbed dini”ne, “kültürel bir zenginliğe” indirgeme, İslam’ı ve Müslümanları asimile etme plan ve girişimlerine karşı dikkatli olmaları gerekmektedir. Bu konuda savunmacı değil, hakkın tarafında yer almanın ve dolayısıyla haklı olmanın getirdiği özgüvenle hareket etmeli ve İslam’ın özgünlüğünü, hakikat ve hakimiyet iddiası odaklı mahiyetini güzel bir dil ve üslupla Avrupa Müslüman kamuoyunun gündemine getirmeyi başarmalıdırlar.

(İktibas Dergisi - Ayın Yorumu - Aralık 2021)
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !