22-05-2024 13:29

Makbûl Ülke, Makbûl Siyaset!

Dünyanın ve Ortadoğu bölgesinin ‘makbul ülke’, ‘makbul vatandaş’ kriteri bellidir. Siyonizmin, boynuna tasma geçiremediği kişi, hareket ve ülkeler makbul sayılmamaktadır.

Makbûl Ülke, Makbûl Siyaset!

AKP’NİN BIRAKTIĞI

Recep Tayyip Erdoğan ve Partisi 31 Mart (2024) yerel seçimlerinden yenilgi ile çıktı. İstanbul, Ankara ve İzmir alınmak istenirken pek çok şehrin belediye başkanlığı da kaybedildi. Sonuçlar AKP için bir acı fren etkisi yaptı. Sonuçta yerel seçim de olsa, 22 yıldır iktidarı elinde tutan AKP ülke genelinde ikinci parti konumuna, müzmin muhalefet partisi CHP’nin yaklaşık iki puan gerisine düştü. Siyasi gündemde büyük bir çalkantı doğurması gereken bu sonuç, hükümetin ‘medya iktidarı’ sayesinde suhuletle geçiştirildi. CHP kanadında ise kaçınılmaz olarak sonuçlar parti başkanlığını gençleştirmenin isabetliliğine yoruldu. Yeni kadro, ülkede iktidarın CHP’ne intikal ettiğini söyleme cesareti buldu. Bu çıkış Tayyip Erdoğan’ı rahatsız etti ve tabir caizse, posta koydu. Erdoğan, hitabetiyle coşturduğu grubunun ayakta alkışladığı sözlerinde, nev-zuhur bir hareket ve partilerden bir parti olmadıklarını ve (demokrasi uğrunda) ödedikleri bedelleri hatırlatarak şu cümleyi kurdu: “Beyler, bayanlar, şunu herkes bilsin ki, biz bitti demeden hiçbir şey bitmez, bitmeyecek!” dedi.

Erdoğan bu sözüyle, henüz iktidara veda etmeye niyetli olmadığını, daha yapacak çok işleri bulunduğunu ima ediyordu fakat (tıpkı bahçe sahipleri gibi “istisna da etmeyerek”) hayata hükmeden kendisiymiş, o ne derse o olurmuş gibi konuşmuştu. “Biz bitti demeden hiçbir şey bitmez, bitmeyecek” cümlesinde ‘biz’ zamirinin yerine ancak Allah lafzının konulmasıyla bu cümle doğru olabilirdi. Tayyip Erdoğan, kendisini “Allah’ın tüm vasıflarını üzerinde toplamış bir lider” diye tanımlayan milletvekilini doğrulamak istercesine, bizzat kendisi kendi hakkında tanrısal bir dille konuşmuş, kendisini mülkün sahibi gördüğü hissini vermiştir.

Geride kalan yerel seçimin sonuçları Erdoğan’ın zirveden inişe geçtiğine dair bir işaret olarak okunmaya elvermiştir. Elbette mahkeme kadıya mülk değildir. Erdoğan bir gün siyasetten tamamen kopacak ve bayrağı, demokrasi bayrağını başkaları alacaktır. Hakkında çok uzun değerlendirmelerin yapılması, tezlerin yazılması gerekecek bu süreçle ilgili biz bu kısa değerlendirmemizde şunu söylemekle yetiniyoruz:

Muhafazakâr demokrat bir parti, bazı alanlarda gözle görülür ‘ilerlemeler’ (terakki) kaydetmişse de, parti adındaki ‘adalet’ asla tecelli etmemiştir. Çünkü adalet kavramı zulmün zıddıdır. Zulüm şirk, adalet de tevhid anlamındadır. AKP iktidarında şirk ve günahlar, bugüne kadar hiç olmadığı kadar kolay erişilir olmuştur. Muhafazakâr AKP iktidarı döneminde hayır değil şer, teslimiyet değil azgınlık, itaat değil tuğyan, Allah korkusu değil mala, şehvete, hazza tapınma yayılmıştır. AKP’nin lideri bir gün siyasete noktayı koysa da kendisinden sonra gelecek olanlara İslam’la demokrasiyi uzlaştırma uğrunda yeni bir model bırakmış olarak veda edecektir. Kemalizm yüz yıllık hedeflerine AKP döneminde ulaşmıştır.

İRAN’IN İSRAİL’E SALDIRISI

Geçtiğimiz ayın ana gündem maddesi İran’ın İsrail’e yaptığı misilleme saldırısıydı. İsrail 1 Nisan günü İran’ın Şam konsolosluğuna yaptığı saldırıda ikisi general olmak üzere İran’ın yedi görevlisini ve altı Suriye vatandaşını öldürmüştü. İran, kendi topraklarında yapılmış hükmündeki İsrail’in bu saldırısına sert karşılık vereceğini duyurduysa da duyurusu genelde ciddiye alınmadı, blöf olarak değerlendirildi. İran sözünü on üç gün sonra tuttu. 13 Nisan günü İsrail’in özenle seçilmiş muhtelif askeri ve stratejik hedeflerine İHA, yüzlerce füze ve drondan oluşan hava araçlarıyla bir saldırı düzenledi. Dünya kamuoyuna, Devrim Muhafızları Ordusunun fırlattığı füzelerin sadece yüzde birinin hedefine ulaştığı, ondan da kayda değer bir yıkım ve can kaybı meydana gelmediği haberleri yayıldı. Haberlere göre İran’ın misillemesi tam bir fiyaskoydu. Demek ki İran gerçekçi değildi, İsrail’le danışıklı dövüş yapıyor, bir oyun oynuyordu. Buna rağmen İsrail’de okullar iki gün tatil edildi. Yahudilerin havaalanlarına sığmayan görüntüleri izlendi.

Saldırı sonrasında ABD’nin ilk manevrası, İsrail’in İran’a yapacağı misillemede İsrail’in yanında yer almayacağını duyurmak oldu. İngiltere Dışişleri Bakanı, İsrail’i misilleme yapmaması hususunda uyarıyordu. Avrupa Birliği, Fransa, Çin, Mısır gibi birçok ülkeden İsrail’e itidal çağrısı geldi. Almanya İsrail’den bile tez davranarak, İsrail güçlü olduğunu kanıtlamıştır diyordu. Türkiye ise tıpkı Hamas’ın 7 Ekim’de Siyonist devlete karşı cihad başlattığında yaptığı gibi şimdi yine taraflara itidal çağrısı yapıyordu. Türkiye “Ortadoğu’da gerilimin azaltılması yönündeki çabaları” sayesinde ABD’nin Siyonist dışişleri bakanı Antony Blinken’dan gelecek teşekkürü hak etmişti. Gerçekte ise Blinken’ın teşekkürü, taraflar üstü kaldığı, İran lehinde heyecana vs. kapılmadığı, tam tersine Türkiye’yi Siyonist blokta tutma azim ve kararlılıklarında bir sarsıntı yaşamadıkları için Hakan Fidan’a ve Tayyip Erdoğan’a motivasyon ödülü tadındaydı. Siyonist bakan sözlerini, ABD’nin İsrail’in güvenliğine olan bağlılığını hatırlatmadan bitirmemişti.

Blinken’ın o günkü mesaisinin önemli başlıklarından biri de, insanlıklarına Siyonist batı tarafından el konulmuş olan Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır, BAE gibi Arap ülkelerinin dışişleri bakanlarını aramaktı. Blinken’ın, ABD’nin bölgede daha fazla gerginlik peşinde olmadığını hatırlatması gerekiyordu ki Arap liderler -ikinci bir emre kadar- oturdukları yerde oturmaya devam etmeliydiler!

Aynı saatlerde CIA başkanı, MİT başkanı İbrahim Kalın’ı arıyor, Kalın da İsmail Heniyye’yi arayarak Gazze, ateşkes müzakereleri, Gazze’ye insani yardım ve Gazzelilerin evlerine dönmeleri gibi konularda görüşüyordu. Heniyye’nin cevabı öğrenilememişti. Acaba İbrahim Kalın İran’ın saldırısı ardından İsmail Heniyye’nin nabzını mı yoklamıştı, takdir kamuoyuna kalmıştır. İran’ın misillemesinden iki gün sonra Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen, 2014-2017 yılları arasında Türkiye’de ABD Büyükelçisi olarak görev yapmış olan John Bass adındaki adamın çantasında ne vardı bunu da bilmiyoruz. Herhangi bir afet, kaza-bela yaşanınca insanlar en yakınlarını arama telaşına kapılır ya, bu ziyaretler ve görüşmeler de böyle bir ‘ilgi’yi çağrıştırmaktadır.

İRAN’IN ‘DANIŞIKLI DÖVÜŞ’Ü

Hamas’ın Gazze’de yedi aydır yürüttüğü, eşine az rastlanır türdeki şanlı cihadı sürecinde Türkiye’de akla ziyan bir İran düşmanlığı ve mezhep kışkırtıcılığı nüksetti. İsrail’in İran’ın Şam konsolosluğuna 1 Nisan’daki saldırısından itibaren ulusal televizyon kanallarının stüdyolarını işgal eden ‘uzman’ tugayları sanki sırf o iş için toplanmışlar gibi mütemadiyen İran’ı tahkir ettiler. İran’ın misillemede bulunmayacağını, bulunsa da bunun bir danışıklı dövüş kabilinden el gördülük bir saldırı olacağını iddia ettiler. Köşe yazarları da koronun içindeydi. Sanki basın-yayın kurumlarına ortak bir metin dağıtılmış da oradan konuşuyorlarmış gibiydiler. İran’ın 13 Nisan’daki misillemesi millici cepheyi doğrulamıştı, her şey dedikleri gibi cereyan etmiş, İran İsrail’e ‘kontrollü’ saldırılarda bulunmuştu. Cephedekiler memnundular çünkü dedikleri çıkmıştı, İran’ın gönderdiği dron ve füzelerin yüzde doksan dokuzu demir kubbe tarafından düşürülmüş, isabet eden yüzde bir ise, bir Arap kız çocuğunun yaralanması haricinde herhangi bir yıkıma yol açmamıştı! Millicilerin en büyük hatası, fasıkların yaydığı haberi tahkik etme gereği duymamalarıydı. Başka kanallardan gelen haberlere ve bir kısım siyasi analizlere kulak verildiğinde olayın bambaşka şekilde cereyan ettiği anlaşılıyordu.

Çok sürmeden, İran’ın gönderdiği füzelerden havada iken imha edilenlerin yüzde 99 değil, 90 ya da 87 olduğu söylenmeye başladı. Hatta oranı daha da küçültenler vardı. Farklı kanallardan gelen haberlere göre İran’ın füzeleri bazı askeri tesisleri, hava üslerini, bir nükleer santrali, MOSSAD’a ait bir radar sistemini vurmuştu. İsrail’de saldırıda ölenlerden de bahsediliyordu. İran’ın insansız hava araçlarını, dron ve füzelerini İsrail’in yanı sıra, Doğu Akdeniz’de konuşlandırdığı hava üssündeki uçaklarıyla ABD, Güney Kıbrıs’tan kaldırdığı savaş uçaklarıyla İngiltere ve Ürdün düşürmüştü. Suudi Arabistan, BAE ve Mısır da işin içindeydi. Fransa Ürdün’den gelen talep üzerine İsrail hava sahasının korunmasına yardımcı olmuştu. Bu tabloya baktığımızda bir analistin, Büyük Ortadoğu Projesi’ni kinaye ederek 13 Nisan akşamında dünyada bir ilk gerçekleştiği, o gece ‘Büyük Ortadoğu Savunma Sistemi’nin devreye girdiği yönündeki tespiti anlam kazanmaktadır. ABD ve NATO üslerine ev sahipliği yapan Türkiye’nin de bu sistemdeki yerini unutmamak gerekir. İran’ın saldırısını püskürtmede İsrail’in Kürecik’teki radar üssünün verilerinden yararlandığına dair güçlü şüpheler var fakat Hükümet bunu şiddetle reddetmektedir. Kürecik üssünün NATO’ya ait olduğu, İsrail NATO’ya üye olmadığı için üsten yararlanmadığı iddia edilmektedir. Halbuki Kürecik üssünün bölgede en çok tehdit algılamasına sahip olan İsrail’in ihtiyacına hizmet ettiğini; İsrail’in ABD ile balistik savunma konusunda var olan özel anlaşması gereğince radar bilgilerinin hem Körfez ülkeleri hem de İsrail ile paylaşıldığına kesin gözüyle bakıldığını ve üstelik Kürecik üssünün Türkiye’ye hizmet etmediğini tam üç sene önce (21 Mayıs 2021’de) Yeni Şafak gazetesi yazmıştır. Dolayısıyla halkına kul hakkını ve iftiranın günah oluşunu hatırlatan Başkanların bu günahı kendilerinin de hatırda tutmaları gerekmektedir.

İran’ın İsrail’e yaptığı saldırının itibarı her ne kadar Siyonist İsrail ve hamilerinin, kanları İran’a değil İsrail’e doğru akan millicilerin propaganda taktikleri neticesinde sıfırlanmak istenmiş olsa da başarılı olunamamıştır. İran füzelerinden az sayıda da olsa, hedefine ulaşanlar gerekli başarıyı sağlamıştır. İşin en sonundan başlayacak olursak, verilen bilgilere göre bu saldırı İran’a 62 milyon dolara mal olurken, İsrail İran’ın ‘danışıklı dövüş’ünden korunmak için 1,3 milyar dolar harcamıştır. Sırf bu rakamlar bile tek başına İran’ın çelik-çomak oyunu oynamadığını anlatmaya yetmektedir. İran açısından füzelerini meskûn mahallere gönderip, sivil-asker demeden çok sayıda insanı öldürmek muhakkak kolaydı ama bunu yapmamış, üstelik saldırıdan birçok ülkeyi haberdar etmiştir. İran’ın yaptığı misilleme nedeniyle Gazze Müslümanları ilk defa başlarına bomba yağmadan bir gece geçirmişlerdir.

İran’ın 13 Nisan akşamındaki saldırısını başarılı yapan asıl unsur kaç füzenin İsrail hedeflerine ulaştığı ve ne kadar hasar verdiği değildir. Asıl mesele tarihte bir ilk olarak İsrail adı verilen ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin Filistin’deki ileri karakoluna bir Müslüman ülke tarafından taarruzda bulunulmuş olmasıdır. İran bizzat kendi silahlarıyla, kendi topraklarından ve millicilerin dillerine doladıkları vekalet savaşı yürütmeden doğrudan İsrail’i hedef almış, iki bin kilometre öteden hem de çok büyük çaplı bir saldırı düzenlemiştir. Bu, Siyonist terör devletinin tarihinde ve dünyada bir ilktir. Böylece İran İslam Cumhuriyeti zaman zaman güncellediği “İsrail’i haritadan sileriz” tehdidinin blöf olmadığını göstermiş, sözüne sadık kalmış, bu tehdidin gerçeğe dönüşmesinin mümkün oluşunu tüm dünyaya göstermiştir. Sonuç itibariyle İran, ancak vekalet savaşları yürütebildiğini, İsrail’le hiç doğrudan savaşmadığını söyleyenlere de ağır bir cevap vermiştir.

İran 13 gün zarfında çok ince ve basiretli bir stratejik plan yaparak müttefiklerine ve İsrail’e, ondan korkmadığını, İsrail’i haritadan silebilecek güce, silahlara ve cesarete sahip olduğunu, İsrail gereken dersi almadığında onu çok daha ağır silahlarla vuracak kabiliyete sahip olduğunu ortaya koymuştur. Böylece 7 Ekim’de İzzettin Kassam Tugayları’nın yıktığı, İsrail’in yenilmez olduğu miti İran’ın saldırısı ile tarumar olmuştur. Bütün dünya halkları ama özellikle işbirlikçi/katil Arap rejimleri ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi devletlerin himayesi kesildiği an İsrail diye bir nesnenin toz olacağını görmüşlerdir.

İRAN’I ŞEYTANLAŞTIRMA SEFERBERLİĞİ

İktidara, onun fahrî kabinesi gibi destek veren basın-yayın organlarında kümelenmiş bazı ‘uzman’, köşe yazarı ve stratejistlerin İran’ı tahkir etme yarışındaki düzeysizlikleri sırıtmaktadır. Hiçbir makul gerekçesi olmadan İran’a hakaretler savuran bu güruha göre İran varlığını İsrail’e borçlu, İsrail de İran’a borçludur. İran bir hançer gibi İslam dünyasının kalbine saplanmıştır. (Netanyahu’nun “oturun oturduğunuz yere!” diye azarlaması üzerine uslu uslu oturan adamların başkan oldukları ülkelerden oluşan ‘İslam dünyası’nın kalbine ABD-İsrail-İngiltere ve benzerlerinin değil de İran’ın bir hançer gibi saplandığını söyleyen bir zihin anca münafıklık illetiyle izah edilebilir). İsrail ve İran bölgenin huzurunu bozan iki haydut devlettir. Bu yüzden birbirleriyle çarpışmaları barış içinde olmalarından iyidir! Birbirinin kopyası sloganlar atan bu güruha göre İran-İsrail-ABD ortak yapımı çok tehlikeli bir tiyatro izliyormuşuz. Bu üçlü arasında örtülü bir iş birliği varmış. İran Netanyahu’yu kurtarmış, İsrail’in önünü açmış. İran’ın derdi hiçbir zaman Gazze olmamış. İslam için en büyük tehlike İran’mış. İran’ı yerle bir edeceğim deseniz ilk karşı çıkan İsrail ve ABD olurmuş! Akılları tutulmuş bu güruh Şia’nın devleti olup, Ehli Sünnetin olmamasından; batılı ülkeler Sünni devlete değil, Şii devletin kurulmasına izin vermelerinden, İran’da Şii eğitim sistemine dokunulmayıp, Türkiye’de Sünni eğitim sisteminden iz bile bırakılmadığından hep İran’ı sorumu tutmaktadır. Bu gerçek bir akıl tutulması ve acı bir itiraftır. Vicdanın kaskatı kesilmesidir. Halbuki Recep Tayyip Erdoğan’ı, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplamış lider” diye kutsayanlar da aynı kalemşorlardır. İran’ın bir Şii devleti var ama mademki o devlet İsrail’den de beterdir, o zaman bu zatların sevinmeleri gerekirdi. Bu yazarlara şunu sormak hakkımızdır: Türkiye’de Sünni devleti kurdurulmadıysa, eğitim sisteminden eser bırakılmadıysa, Türkiye’nin tam altı ay boyunca İsrail’le ticareti kesmemesi, 7 Ekim gününe kadar İsrail’le (İbrahim anlaşmaları paralelinde) normalleşme çabasını sürdürmüş olması, 7 Ekim vakası olmasaydı Netanyahu’nun Ankara’ya gelmesinin planlanmış olması, katil İsrail’in Cumhurbaşkanının görkemli devlet töreniyle karşılanmış olması vb. bunun mükafatı(!) değil midir? Bu mükafatı sorgulamaları gerekmez miydi?

DANIŞIKLI DÖVÜŞ BU MU?

İran’ı şeytanla aynı cepheye koymuş yazarlar, Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulmuş altmış kadar devletin hepsi de batının kölesi diye dizlerini dövmektedirler. Akılları tutulmuş bu az bilmişler, bir kavme olan kinlerini yenip adilce düşünebilselerdi şunu görürlerdi: İran halkı yetmişlik bir mollanın rehberliğinde 1979 yılında, o sizin yakındığınız batının kölelik tasmasını İran halkının boynundan yırtıp atmış, küresel haydutlar şebekesine meydan okumuştur. İran batının kölesi olma zilletinde Türkiye ile aynı ‘kaderi’ (galiplerin yazdığı kader) paylaşıyordu. Allah İran halkını, Batının reva gördüğü zilletten kurtarıp İslam’ın izzetine kavuşturmuşsa, sırf bunun için sevinmek gerekmez mi? İran’ın Siyonizme, haydutlar şebekesine meydan okumasını ‘danışıklı dövüş’ diyerek bir çırpıda rüzgâra savurmak ne büyük bilmişlik, ne derin ilim, nasıl büyük bir irfandır! Din anlayışına, düşünce yapısına katılsak da katılmasak da (İran, merkezinde Celalettin Rumi bulunan ‘irfanî’ düşünce yapısıyla bize değil, size yakındır!) İran çok ağır bedeller ödemiştir. Devrimden sekiz-dokuz ay sonra Firavun gibi kendini ve halkını cehenneme sürükleyen, batının kölelerinden biri olan Saddam Hüseyin marifetiyle sekiz yıl savaştırılmış, bir milyondan fazla insan bu savaşta telef olmuştur. Tabî ki iktidarın yakîni yazarlara göre bu da danışıklı dövüştü. Nasıl oluyorsa, içinde İran’ın bulunduğu bütün işler danışıklı dövüş kavşağına çıkıyor.

Devrimden sonra Humeyni İsrail’in Tahran büyükelçiliğini kapatarak binayı FKÖ’ye vermiş, devrimden 8-9 ay sonra (14 Kasım 1979) ABD büyükelçilik binasını Tahranlı öğrenciler işgal etmişler, 444 gün süren işgal boyunca ABD hiçbir şey yapamamış, rehineleri kurtarmak için kaldırdığı uçaklar da Tebes çölünde yere çakılmıştır. İran Lübnan’da Filistin davasına hizmet etsin, İsrail’le mücadele etsin diye Hizbullah’ı kurmuştur. Böylece İran; ABD, İsrail ve batılı ülkelerin gayzını hakkıyla celbetmiş, yıllarca ekonomik boykota maruz kalmıştır. Çok sayıda bilim adamı ve üst düzey askerleri suikastlarla ortadan kaldırılmıştır. İran’ın ABD ve İsrail’le bir ‘danışıklı dövüşü’, gizli bir ajandası varsa, onu bu ‘olaylarda’ aramak lazımdır!

İslam ya da Kur’an yerine ‘Ehli Sünnet’ terimine sımsıkı tutunan, sözünü ettiğimiz muhafazakâr yazarlar neden Suudi Arabistan, Ürdün, Kuveyt, BAE, Mısır ve Türkiye’nin ABD ve İsrail’le olan ilişkilerini, hatta Türkiye’nin İsrail’i tanıyan ikinci ülke oluşunu sorgulamazlar da başına bunca belalar gelmiş İran’ı İsrail işbirlikçisi olarak yaftalarlar? Adı İslam ülkesine çıkmış Arap rejimlerinden, bırakınız İsrail’i haritadan silmeyi, böyle bir sözü duyunca dizlerinin bağı çözülmeyen, beti-benzi sararmayan bir tek lider var mıdır acaba?

Şu hâlde yapılacak şey, kendi geçmişini tamamen reddeden laik-demokratik bir ülkede iktidarın çekim alanında durarak İran’a küfretmek değildir. Anlaşıldığı kadarıyla İran, Filistin davasına bütün imkanlarıyla destek verirken, laik Türkiye’nin ‘müzebzebine beyne zalik’ ayarında gelgitler yaşaması bu zevatın kimyasını bozmaktadır. İran, Türkiye, Arap ülkeleri, Pakistan vd. hangisi olursa olsun İslam ümmeti olarak Allah’a yeniden iman etmeye, İslam’a yeniden teslim olmaya ihtiyacımız vardır. Biz istersek Allah yepyeni bir İslam nesli yaratacaktır. Dikkat edilirse Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde üniversite öğrencileri Gazze’deki soykırımın durdurulması, İsrail’e engel olunması adına çok başarılı eylemler yapmaktadırlar. Protestocu öğrenciler Filistin/Gazze lehine büyük bir özveride bulunuyorlar. Eylemlerin ‘başarısını’ Alman ve Amerikan polislerinin gencecik kız çocukları üzerine abanarak yerlere yatıracak, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden ters kelepçeyle esir alacak kadar alçalmalarından ölçmek mümkündür. Öğrenciler “Gazze’ye özgürlük!” istemektedirler ama dikkat edilirse, gençlerin bundan ötesiyle ilgili söyleyecekleri hiçbir söz bulunmamaktadır. İsrail’e ve Gazzeli Müslümanlara önerecekleri bir çözüm gerçekten yoktur. Çünkü kendileri de bundan mahrumdurlar. Öğrenciler yalnızca ‘özgürlük’ adında bir hayat yaşamaktadırlar. Peki çözüm kimde var? Tabi ki İslam’da. Bütün dünya İslam’a muhtaç. Ama dünya, Müslümanların mezhepçiliklerine, grupçuluklarına, ulusalcı olmalarına muhtaç değildir. Gazze bir İslam davasıdır. Gazze’de yaşanan da bir hak-batıl, iman-küfür mücadelesidir. Gazze’ye sadece İslam nazarından bakan insanların mücadelesi hak ve Allah rızasına uygun olabilir.

İRAN’A NASIL BAKMALI?

Biz İktibas Dergisi olarak İran İslam Devriminin siyasi niteliği, küresel tağutlar düzenine karşı duruşu, haydutlar çetesinden İran halkını kurtarması gibi sebeplerle ilk günden itibaren yanında olduk ama Humeyni’nin bizzat kendisi başta olmak üzere Şia’nın akidesini ve düşüncesini benimsemedik. Kimilerinin yaptığı gibi teşeyyu etmeyi sınıf atlamak gibi görmedik. Biz İran da olsa, Türkiye de olsa, dünyanın tamamı da olsa sadece Kur’an İslam’ını din edindik. Kur’an’a ve Rasûlullah’ın sünnetine bağlı kalınarak ancak Müslüman olunacağına inandık ve Kur’an İslam’ını sesimizin ulaştığı herkese anlatmaya gayret ettik. Bununla beraber mezhebini, meşrebini din edinerek, İran’a duydukları kinle ABD’nin, Avrupa ülkelerinin ve İsrail’in kucağına savrulan cahiliye kalıntılarından da, onlarca asırlık mezhebî yanlışlarına sahip çıkıp Müslüman kardeşlerine ta’n eden, sahabeye küfreden Şiilerden de beri olduğumuzu bildirmek isteriz.

İran İslam Cumhuriyeti’nin ulus devlet refleksiyle attığı siyasi adımları asla desteklemeyiz. Yanlış kimden gelirse gelsin yanlıştır ve benimsemeyiz. Bununla beraber İran’ın Filistin davasına verdiği desteği göz göre göre inkâr etmenin sadece cahiliye taassubu ile izah edilebileceğine inanmaktayız. Hamas’ın şu anda hayatta olan ve Gazze’deki cihadı yürüten liderleri, hatta Gazze halkı İran’ın kendilerine yaptığı siyasi, askeri, mali yardımların canlı şahididirler. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın davetlisi olarak İstanbul’a gelen İsmail Heniyye ile A Haber televizyonu bir mülakât yapma hevesine girmişti çünkü almayı umdukları cevaplar vardı. Muhabirin sorduğu, İran’ın Hamas’a verdiği desteklerle ilgili soruya Heniyye şu cevabı veriyordu: “İran’ın mali ve askeri destek verdiği sır değil. Direnişe çok güçlü destek veriyor. Bu yıllardır bilinen bir gerçektir. Bu sır değil. Ve İran’da stratejik yönden bir karar verilmiş, bu destek sürecek diye bir karar verilmiş.”

Kassam Tugayları sözcüsü Ebû Ubeyde ise Gazze cihadının 200. günü vesilesiyle okuduğu bildiride İran’ın 13 Nisan’da yaptığı misillemeye tam destek vermiş, saldırının düşmanla arkasındakilerin hesaplarını alt üst ettiğini belirtmiştir. Ebû Ubeyde, “Bu cevap düşmanın hesap vermeksizin yaptığı zorbalık günlerinin geride kaldığını kesin olarak göstermiştir” diyerek İran’ın danışıksız dövüşünü tasvip etmiştir. Hamas’ın önde gelen liderlerinden birileri her sene Kudüs günü olarak kutlanan Ramazan ayının son Cuma günündeki programa katılmakta ve orada konuşmalar yapmaktadırlar.

Bunun yanında Türkiye, İsrail’in hız kesmeden her gün 150-200 Gazzeli Müslümanı şehid ettiği altı ay boyunca İsrail’e hiçbir yaptırım uygulamamış, İsrail’le ticareti de kesmemiştir. Bu yönde iktidarı uyaran insanlar da hükümet üyeleri tarafından ya Mossad ya da İran ajanı olmakla suçlanmıştır. Türkiye (bunun yerel seçimlerle mi alakası vardır bilinmez) ne hikmetse ancak 9 Nisan 2024 tarihinde İsrail’le ticarete sınırlama kararı almış, 24 Nisan 2024 tarihinde de Cumhurbaşkanı -Almanya Cumhurbaşkanı ziyaretinde basın açıklaması yaparken- İsrail’le ticari ve başka ilişkileri kastederek, “o iş bitti” demiştir. Tabi “o iş”in ne kadar bittiğini zaman gösterecektir. Türkiye 9 Nisan’da aldığı sınırlama kararıyla, o güne kadar, uyaranların ajan-provokatörlükle suçlanmasına vesile olan İsrail’le ticaret yapıldığını resmi olarak itiraf etmiş oldu. Fakat bu sefer de İsrail’e uçak benzini ve jet yakıtı satılıp satılmadığı polemiği başladı. Hükümet, satıldı diyenlere ağır suçlamalar yaptı. Halbuki Ticaret Bakanlığı’nın yayınladığı 54 kalemden oluşan listenin 50. sırasında “Uçak benzini ve jet yakıtı” yazmaktadır. Orada uçak benzini ve jet yakıtının sivillere ya da terör devletine satıldığına dair bir açıklama yoktur. Kaldı ki tamamen sivillere satılmış olsa bile bu, Hükümeti temize çıkarır mı? İsrail deyince ‘sivil’in kim olduğunu herhalde hükümetten başka herkes bilmektedir.

Özetlersek, dünyanın ve Ortadoğu bölgesinin ‘makbul ülke’, ‘makbul vatandaş’ kriteri bellidir. Siyonizmin, boynuna tasma geçiremediği kişi, hareket ve ülkeler makbul sayılmamaktadır.

CİHADDA İSMAİL HENİYYE MEŞREBİ

İsmail Heniyye sarıklı, cüppeli ‘büyük hoca’lardan değil. Alabildiğine mütevazi, vakur, beyefendi bir mümin. “İçimizden biri” diyemeyeceğiz ne yazık ki. Çünkü İsmail Heniyye ‘içimizden biri’ olsaydı -Allah korusun- bugün Gazze’deki cihad olmazdı, sadece birbiriyle çekişen insanlar olurdu. Heniyye gördüğümüz kadarıyla, yeryüzünde vakarla ve tevazu ile yürüyen, Allah’ın salih kullarından bir kuldur. Heniyye bize, Allah’ın cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın aldığı mümin kullardan biri olarak görünmektedir. Katil İsrail, Heniyye’nin üç oğlunu, her biri bir melek görüntüsünde dört torununu şehid etti. Bildiğimiz kadarıyla dünya, İsmail Heniyye’nin, aldığı şehadet haberi karşısında ağladığına, üzüldüğüne, isyan kokan en küçük bir sözüne şahit olmadı. Dünya onun Müslümanca teslimiyetine şahit oldu. Şehadet haberini hastanede yatan eşi, şehitlerin anne ve ninesi ile bayramlaşır gibi paylaşırken tanık olduk onlara. Heniyye, “Benim çocuklarımın kanı Gazze’de savaşan kardeşlerimin kanından daha değerli değil” dedi. İşittik ve imanına, teslimiyetine ve sabrına şahit olduk. Allah çocuklarının şehadetini kabul etsin.

İsmail Heniyye gibi Müslümanlar gerçek Müslüman liderler olarak, doğmasını beklediğimiz İslam ümmetine olan umudumuzu artırmaktadır. Gevşememize, üzülmemize, ye’se kapılmamıza gerek yoktur; eğer mü’minlersek, en üstün olan biziz yani Müslümanlardır. İsmail Heniyye ve Gazze’de cıvıl cıvıl meleksi yüzleriyle bize güç veren, kendilerine baktıkça imanımızın arttığı çocuklarımıza göz gezdirerek her türlü kaprislerimize şu dakikadan itibaren son verip sadece Allah için çalışmamız, çalışmamız, çalışmamız gerekmektedir.

İktibas Dergisi Mayıs Sayısı Yorumu

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !