Şükrü HÜSEYİNOĞLU

20 Mayıs 2013

MAVİ MARMARA ÜZERİNDEN SİYONİST REJİMİ MEŞRULAŞTIRMAK

Bir işgal gücüne veya bâtıl bir otoriteye yönelik en etkili muhalefet, onun meşruiyetini tanımamaktır. Meşruiyetinin sorgulanması, herhangi bir otorite için binlerce füzeden daha etkili bir tehdittir.

Bugün siyonist işgal rejimi açısından birincil tehdit olarak, Batı Yaka’da hüküm süren ve “Filistin devleti”ni temsil eden Fetih örgütü yerine Gazze’yi yönetmekte olan Hamas’ın görülmesinin temel sebebi de budur: Fetih’in “iki devletli çözüm” vaatleri karşılığında Siyonist rejimin meşruiyetini tanıması karşılığında, Hamas’ın bunu asla kabul etmeyeceğini, tüm Filistin toprakları Siyonist işgalden kurtulana dek mücadeleye devam edeceğini deklare etmiş olması...

İngiliz emperyalizminin 1. Dünya Savaşı sonrası bölgeyi şekillendirme çabalarının bir parçası olarak, uzun yıllara yayılan planlı göç ve terör faaliyetleri sonucunda 1948 yılında kurulan ve 2. Dünya Savaşı sonrasının başat emperyal gücü olan ABD’nin himayesinde ayakta kalmayı ve Arap devletleriyle baş etmeyi başaran siyonist işgal rejiminin en büyük sorunu hep meşruiyet krizi oldu.

Bölgedeki Arap hükümetleri tarafından meşruiyeti tanınmayan ve sürekli savaş tehdidi altında olan siyonist rejim, 1948, 1967 ve 1973’teki büyük savaşlardan tabii ki ABD emperyalizminin desteğiyle işgalini daha da güçlendirmiş olarak çıkmayı başarmış olsa da, meşruiyet krizini aşamamış, dolayısıyla kendisini hiçbir şekilde güvende hissedememiştir.

Bu meşruiyet krizi konusunda siyonist işgal rejimini rahatlatan ilk adım, 1978 yılında Enver Sedat yönetimindeki Mısır’dan geldi. Enver Sedat, Siyonist rejimin işgali altındaki Sina Yarımadası’nı geri almak karşılığında, Mısır’ın bu işgal rejimine karşı tutumunu kökten değiştiriyor ve işgal rejimini tanıma ve diplomatik ilişki kurma kararı alıyordu.  

Enver Sedat’ın bu adımı, siyonist rejim açısından altın değerindeydi. Arap dünyasının siyonist işgale karşı blok tutumu böylece sona eriyor ve siyonist rejim meşruiyet krizini aşma konusunda surda büyük bir gedik açmış oluyordu. Bu anlaşmadan sonra Mısır’ın siyonist işgal rejimi açısından gördüğü hayati işlev bilinmektedir. Bugün de, Müslüman Kardeşler yönetimindeki Mısır’ın Camp David’e sadakati bir küresel talep, hatta dayatma olarak takip edilmektedir.

Siyonist rejimin meşruiyet krizi konusundaki ikinci önemli gelişme, dönemin FKÖ lideri Yaser Arafat ve siyonist işgal Başbakanı İzak Rabin’in Norveç’in başkenti Oslo’da 10 Eylül 1993 tarihinde yaptıkları “karşılıklı tanıma” anlaşması oldu. Siyonist işgal rejimi, bu şekilde Filistin muhalefetinin o güne kadarki en etkili aktörüne de varlığını kabul ettirmeyi başarmış ve meşruiyet krizi konusunda bir eşiği daha aşmış oluyordu.

Siyonist işgal rejiminin bu en temel krizi konusunda aşamadığı tek eşik ise, İslami direniş güçlerinin tutumu olacaktı. Filistin’deki etkili İslami direniş güçleri Hamas ve İslami Cihad, tüm baskılara ve acımasız bombardımanlara, katliamlara, diğer taraftan ABD muhibbi bölge yöneticilerinin aksi yöndeki tüm telkinlerine karşın siyonist işgali asla meşru kabul etmeyeceklerini, işgal rejimini hiçbir zaman tanımayacaklarını deklare ettiler ve etmeye devam ediyorlar.

İşte bu tutum, siyonist işgal rejimi açısından füzelerden daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Meşruiyet krizi, siyonist rejimin asla baş edemeyeceği, üstesinden gelemeyeceği bir krizdir ve eninde sonunda İslam coğrafyasının bağrından sökülüp atılışı inşallah bu krizin bir neticesi olacaktır.

Bilindiği gibi Filistin’deki İslami direniş güçlerinin, siyonist işgali ve bu işgal neticesinde İslam coğrafyasının bağrına saplanırcasına teşkil edilen siyonist işgal rejimini meşru kabul etmeme tutumu, İslam coğrafyasının her yanındaki İslami uyanış çevreleri tarafından da paylaşılan ve savunulan temel bir tutum oldu.

Türkiyeli Müslümanlar da bu konuda yıllarca net bir duruş ve tavır içerisinde oldular. Ne var ki özellikle Mavi Marmara hadisesinde gelinen “özür” aşaması sonrası yapılmakta olan bazı açıklamalara, ileri sürülen kimi yaklaşımlara baktığımızda bu konuda da bir zaafiyetin baş göstermekte olduğunu müşahede etmekteyiz.

Yıllarca bu coğrafyada Filistin davasını gündemde tutmak için mesai harcayan isimlerin de bulunduğu basın açıklaması masalarında dile getirilen veya çeşitli vesilelerle farklı kişilerce ifade edilen “Özrün ve tazminatın kabulü için ön şart Gazze ambargosunun kalkmasıdır”, “Ambargo kalkmadan İsrail’le ilişkiler normalleştirilemez” türü açıklamalar, zihinlerdeki çıtanın ne kadar da aşağıya çekildiğini, Gazze ambargosunun kalkması karşılığında siyonist işgal gerçeğinin unutulması ve meşrulaştırılması noktasına gelindiğini göstermektedir.

Mavi Marmara gemisiyle Gazze’ye doğru yol alırken siyonist katillerin kurşunlarına hedef olan 9 Müslüman yürek için mesele salt bir ambargo meselesi miydi? Yakından tanıdığım Cevdet Kılıçlar için öyle olmadığını biliyorum, o yolda Rablerine yürüyen diğer Müslümanlar için de öyle olmadığını tahmin edebiliyorum.

Bugün, söylediklerinin neye tekabül ettiğini düşünmeden “Gazze ambargosu kalkmadan ilişkilerin normalleştirilmesini kabul etmiyoruz” cümlelerini sarf edenler (ki ne yazık ki bu ve benzeri cümleler çok yaygın bir argüman halini aldığı için burada gündemleştiriyoruz) şunu bilmeliler ki, şayet Gazze’nin Müslümanları bugün siyonist işgal rejimini meşru kabul ettiklerini açıklasalar o ambargo zaten kalkacaktır.

Siyonist işgal rejimi o ambargoyla Gazzeli Müslümanlara bunu dedirtmeye, en büyük krizi olan meşruiyet krizini böylece çözmeye çalışmaktadır zaten. Sizler bu ufuksuzluğunuzla, bağımsız İslami duruşu unutup, mevcut iktidar üzerinden konumlanışınızla “özrün kabulü ve siyonist rejimle ilişkilerin normalleşmesi için ambargonun kalkması şartı”ndan dem vursanız da, Gazzeli Müslümanlar bırakalım ilişkilerin normalleştirilmesi yaklaşımını, işgal rejiminin varlığını tanımadıkları için ödüyorlar o bedelleri.