Şükrü HÜSEYİNOĞLU

11 Nisan 2022

MÂBED DİLİ, SİYASAL DİL, DÂVET DİLİ

Son yıllarda dikkatimi çeken, üzerinde düşündüğüm ve zaman zaman da gündem ettiğim bir husustur, Kur’an ayı Ramazan gelip kapıya dayandığında dahi, bu ayın gelişine sevinç, heyecan ve haşyetle hazırlanması, bu konuda gündemler oluşturması gereken Müslümanların, maalesef yaygın tutum olarak Ramazan konusunda bir ön gündem oluşturmuyor, kalbi, fikri, ameli bir hazırlık konusunda gerekli ilgi ve alakayı göstermemekte oluşu.

Oysa Rasulullah (a.s.) ve ilk Kur’an neslinin, Ramazan’a ta Recep ayından yani iki ay öncesinden hazırlanmaya başlanması, o günden Ramazan’ı gündemlerine aldıklarını görmekteyiz. Hatta bu hazırlık süreci sonraki dönemde “üç aylar” diye aslında Kur’ani bir temeli olmayan bir mefhumun ortaya çıkmasına dahi yol açmıştır.

Oysa biz biliyoruz ki, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde, Kitab-ı Kerimin inzal edildiği ve oruç ibâdetinin farz kılındığı zaman dilimi olarak anlam yüklediği ay Ramazan ayından ibarettir. Recep ayının haram ay olması dışında, Recep ve Şaban’ın bu anlamda bir özelliği yoktur. Rasulullah ve beraberindeki ilk nesil, bu iki ayı Ramazan için kalbi, zihni, ameli bir hazırlık süreci olarak değerlendirmişlerdir.

Günümüzde Müslümanların yaygın tutum olarak, Ramazan ve oruç ibâdeti ve benzer şekilde diğer ibâdetler konusunda bu ibâdetlerin önemine mutabık bir yönelim, heyecan ve haşyet taşımayış oluşlarının temel sebebinin, sâbite-güncel dengesini iyi kuramamak olduğu kanısındayım. Sâbite-güncel dengesi konusunda Müslümanlar arasında halihazırda üç tutum söz konusu.

Birincisi; güncel gelişmelerin akıntısına kapılıp câhiliye düzenleri tarafından oluşturulan gündemlerde kaybolan ve dolayısıyla sâbitelerle bağını zayıflatan, giderek de koparan çevrelerin tutumudur. İkincisi; sâbitlerde sebat bilincine sahip olan ve fakat güncelle gerekli ilgi ve alakayı kurmayı ihmal ederek sâbitelerin hayatla, dâvet ve mücadele sahasıyla irtibatını koparan çevreler. “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” deyiminde ifadesini bulan yaklaşım yani.

Üçüncüsü ve olması gereken ise; sâbite-güncel dengesini kuran, sâbitlerde sebat bilincini diri tutmakla birlikte güncelle bağını da koparmayan, günceli sâbitelerle anlayıp yorumlama ve güncele sâbiteler çerçevesinde müdahil olma yaklaşımı içindeki çevrelerin tutumudur. “Pergel metaforu” diye ifade edilen, “pergelin bir ayağının hakikatte sâbit tutulması, diğer ayağının ise hakikat ekseninde dünyayı dolaşması” tutumu kısacası.

Son 20 yıldır hayret ve üzüntüyle şahitlik etmekte olduğumuz savrulma süreçleri ve istikamet krizlerinin temelinde de zaten işbu sâbite-güncel dengesinin doğru kurulmaması, ilk maddede zikrettiğimiz üzere güncelin dağdağasına kapılarak sâbitelerle bağın zayıflatılması/koparılması sapması söz konusudur.

Hayatı ubudiyyet bilinci, yani bir bütün olarak Allah’a kulluk/itaat üzere anlama ve yaşama mükellefiyeti çerçevesinde anlayıp yaşamanın bir cüzü ve ubudiyyet bilincinin talimine yönelik ibâdetlerden olan orucun Rabbimiz tarafından farz kılındığı Ramazan’ın gelip kapıya dayandığı günlerde bile Müslümanlar arasında gözle görülür bir hazırlık gündeminin olmaması da, sâbite-güncel dengesinde meydana gelen söz konusu erozyonla irtibatlı bir husustur diye düşünüyorum.

Ramazan gibi, bize sâbitelerin, dünya ve âhiret saadetimize temin edecek kulluk programımızın talimi için Rabbimiz tarafından büyük bir ikram olarak Kitab-ı Kerimin inzal edilmeye başlandığı ve yine Rabbimizin dur dediği yerde durmayı, takvayı, kanaati, sabrı, paylaşmayı, merhameti öğreten oruç ibâdetinin teşri kılındığı bir ayın gelişi konusunda duyarsız davranmak, gözle görülür bir kalbi, zihni, ameli hazırlık sürecinden, Ramazan’ın gelişini gündemleştirme ameliyesinden uzak olmak, sâbitelerimizle bağımızı nasıl zayıflatmış olduğumuzun acı göstergelerindendir maalesef.

Ramazan’a hiç hazırlık yok mu? Var tabi, fakat nefis tezkiye ve terbiyesi, kanaat ayı Ramazan’a pide ve güllaç gündemleriyle, market ve kasap kuyruklarıyla, açlıktan çıkmışçasına gıda stoklamakla, ziyafet sofraları için şimdiden öğrenilmeye çalışılan yemek tarifleriyle bir hazırlık var ki, bu hazırlıkların Ramazan’ı ihya yerine onun anlamını imha ve alt-üst eden bir nitelikte olduğu, kanaat yerine tamahkârlığı, sadelik yerine şatafatı beslediği ortada.

İslam’a Üç Yaklaşım Biçimi

İslam, ibâdetiyle-siyasetiyle bütüncül bir hayat nizamı. Dolayısıyla İslam’ı din olarak benimseyen insanların onu bu bütünlükte anlayıp yaşamaları elzemdir. Ne var ki bu konuda, tıpkı yukarıda söz etmeye çalıştığımız sâbite-güncel dengesinin kurulamaması sorununda olduğu gibi, İslam’ı kendi bütünlüğünde doğru anlama ve bu bütünlükte temsil etme konusunda da sorunlar söz konusudur.

Mevcut tabloda bu alanda da üç temel tutum farklılığından söz etmemiz mümkün. Bu tutumlardan birincisini mâbed dili, ikincisini siyasal dil ve üçüncüsü ve olması gerektiğine inandığımız tutum olarak da dâvet dili kavramsallaştırmasıyla ifade ettiğimiz tutum.

Söz konusu üç tutumu tanımlarken kullandığımız terkiplerdeki “dil” kelimesinin usulden ziyade söylem ve üsluba denk geldiğinin farkındayız. Oysa biz bu makalede söylem ve üslubun ötesinde tercih, yöneliş ve tutumlar üzerinde durmak istiyoruz. Bu tanımlama biçimimizde, anlatım kolaylığını ve yanı sıra dilin, söylem ve üslubun ötesinde usulden de bağımsız olmadığı kanaatimizin etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Peki söz konusu tutum biçimlerinden kastımız nedir? Mâbed dili derken neyi kastediyoruz, siyasal dil derken neyi ve dâvet dili derken neyi? Biiznillah, karınca kararınca ifade etmeye çalışalım.

İslam bütüncül bir hayat nizamı olduğu halde, tarih boyunca onun hayatla ve hayat alanlarıyla bağını koparıp onu bir “mâbed dini”ne (religion) dönüştürmek isteyen egemen güçler hep olagelmiştir. Nitekim Emevi saltanatıyla başlayan “karşı devrim” sürecinin de temel eksen ve gayesi bu idi diyebiliriz. Hayat alanlarıyla irtibatından ve egemenlik iddiasından soyutlanmış bir “İslam”, saltanat idarelerine tehdit olmak bir yana payanda olmaya elverişli bir “araç” işlevi görebilecekti zira.

Şahsen temel İslami yükümlülükleri dar anlamdaki birkaç ibâdete indirgeyen, emri bil ma’ruf, nehyi anil münker, cihad gibi Kur’an’da öne çıkarılan mükellefiyetleri dışarıda bırakan mevcut “İslam’ın şartları” öğretisini hep bu “mâbed dini” mühendisliğinin bir ürünü olarak görmüşümdür. Cebrail (a.s.), Rasulullah (a.s.)’a Rabbimizin dinini Kur’an vahyi olarak bir bütün olarak bildirdiği halde, onun Rasulullah ve beraberindeki sahabilere soru-cevap yoluyla mevcut beş şartı öğrettiği anlatısını, “paralel din anlayışı inşası” olarak algılamışımdır.

Emevi saltanatının Rasulullah ve güzide arkadaşlarının nice çilelerle inşa ettikleri “dinin devletini” ortadan kaldırıp, onun yerine “devletin dinini” oluşturma politikası, yani devlete hükmeden İslam yerine, devletin kendisine hükmettiği bir “İslam” algısını oluşturma politikası ile temelleri atılan “mâbed dini” anlayışı o gün bugündür maalesef etkili olagelmiştir.

İslam’ı, Rabbimizin bildirdiği hayat nizamı bütünlüğünde değil de, çerçevesi saltanat rejimlerince/câhiliye düzenlerince belirlenmiş “mâbed dini” düzleminde algılamaya devam edenlerin tüm söylem, tercih ve fiilleri “mâbed dili” düzeyinde kalmaktadır.

Nedir “mâbed dili”nden kastımız? Ubudiyyet bilincinden, tüm yeryüzünün âlemlerin Rabbi’ne ibâdet/itaat için kullara mescid kılınmış ve dolayısıyla kullarca da mescid kılınması gerektiği perspektifinden soyutlanmış, “ritüel”e indirgenen ibâdetler ve “tapınağa” dönüştürülen mâbedlerle sınırlandırılmış, hayata ve egemenlik ilişkilerine müdahil olmayan, yeryüzünde Allah’ın hükümlerinin egemen olması iddiasından uzaklaştırılmış bir din algı, anlatısı ve temsiliyeti…

İslam’ın, ibâdeti ve siyasetiyle bir bütün oluşu, dahası onun siyasetinin doğrudan doğruya ubudiyyet bütünlüğünün bir cüzü olması hakikati, bahse konu temsiliyette yok sayılarak ubudiyyet (kulluk bütünlüğü) parçalanmaktadır. Mevcut geleneksel din anlayışını Kur’ani/Nebevi çerçevede tashihe tâbi tutmadan olduğu gibi yaşama ve yaşatma anlayışı içinde olan yaygın dini topluluklar bu düzlemde bir din algı, anlatısı ve temsiliyeti üzeredirler.

Hakla bâtılın ayrıştırılması[1], tağuti otoritelerin reddi ve onlardan teberri[2] zemininde hakka ittiba ve hakkın egemenliği iddiası/dâvâsı[3] safiyeti ve netliğinde bir İslami kimlik ve temsiliyet yerine, geleneksel ve modern câhili anlayışlardan arınmamış, tevhidi nitelik ve iddialara ulaşma perspektifinden uzak, “dindarlık” düzeyinde bir algı ve temsiliyetten söz ediyoruz.

İslam, Vecdi Akyüz’ün “Kur’an’da Siyasi Kavramlar”[4] adlı hacimli ve zengin muhtevalı kitabında kavramlar üzerinden dikkat çektiği üzere, baştan sona güçlü bir siyasi öğreti ve iddiaya sahip olan Rabbani hayat nizamının adıdır. İşte bu hayat nizamını, söz konusu bu asli niteliğinden uzak şekilde, ferdi ve dar ictimai alanlara hasredilmiş “manevi arınma ve uhrevi kurtuluş” öğretisi olarak algılayıp öylece konumlandırmak temelden bir sapmadır.

İşbu “mâbed dili”nin tam zıt ucunda “siyasal dil” bulunmaktadır. “Siyasal dil”den kastımız ise, âhiret eksenli ve dünya-âhiret bütünlüğü esaslı bir hayat nizamı, kulluk öğretisi olan İslam’ı, bu nitelikleri içkin olan “ed-Din” bütünlüğünde anlamak, yaşamak ve temsil etmek yerine, siyasi bir ideolojiye, salt siyasi bir dâvâya indirgemektir. Bu yaklaşımla, dediğimiz gibi İslam bir siyasi ideolojiye, mü’minler ise o siyasi ideolojinin militanlarına dönüştürülmektedir.

İslam’ın siyasi öğreti ve iddialarını ubudiyyet bütününün bir cüzü, asli bir rüknü olarak görmek ve bu çerçevede bir siyasi bilinç inşa etmek yerine, muvazeneyi yitirerek aşırı siyasallaşma, İslam’ı bir nizamı, kulluk öğretisi yerine siyasi ideoloji gibi algılamayı netice vermekte, bu da fert ve toplulukların İslami mükellefiyetlerle bağını zayıflatmaktadır.

Ramazan örneği üzerinden ifade edecek olursak, İslami siyasi bilinci yüksek olan çevrelerde Ramazan ayına hazırlık ve Ramazan’ın gelişinin gündem edilmesi konusunda yaygın olarak gözlemlenen zaafiyette, söz konusu ibâdet-siyaset bütünlüğünün parçalanmasının etkisi açıktır. Namazda vakitlerin geciktirilmesi, erkan-ı tadile çok önem verilmemesi, faaliyet gösterilen mekanların (vakıf, dernek, kitabevi vs) namaz eksenli mescid işlevinden genellikle uzak oluşu, İslami siyasi bilinci yüksek kesimlerde yaygın olarak müşahede edilen sorunlardır.

İbadeti-siyasetiyle Rabbimizin bizim için din olarak seçip bildirdiği din-i Mübin-i İslam, egemenlik iddiasını bizatihi içkin bir hayat nizamı iken, bu iddiayı İslam bütünlüğünden bağımsız bir ideoloji gibi karakterize eden “İslamcılık” kavramının ve Rabbimizin bizim için uygun gördüğü Müslim (Müslüman) ismi[5] yerine, salt siyasi ideoloji taraftarlığını ifade eden “İslamcı” kavramının kullanılması da, “siyasal dil” olarak ifade ettiğimiz algı, yaklaşım ve temsiliyet biçiminin doğurduğu savrulmalardır.

Dikkat edilecek olursa “Müslim/Müslüman” ismi ubudiyyet bütünlüğünde, ibadeti-siyasetiyle bir bütün olarak Allah’ın dinine ittibayı ifade ederken, “İslamcı” tanımlaması siyasi bir tercihi karşılamakta ve en önemlisi de “İslamcı olan Müslüman ve İslamcı olmayan Müslüman” ayrımını mümkün kılmaktadır.

“Dâvet Dili”nde Karar Kılmak

“Dâvet dili” olarak ifade ettiğimiz algı, yaklaşım ve temsiliyet biçimi, İslam’ı ibadeti-siyasetiyle ubudiyyet bütünlüğünde kavrama, bu bütünlükte yaşama ve temsil etme cehdini ifade etmektedir. İslam’ın, Allah ve Rasulüne itaat ve buna karşı da Allah’a ve Rasulüne itaat etmeyen merci ve kişilere itaatsizlik demek olduğu bilinciyle, fert ve topluluk hayatında her an ve alanda İslami mükellefiyetlerin yerine getirilmesi çabası içinde olup, yeryüzünde de itaatin Âlemlerin Rabbi’ne has kılınacağı bir ictimai-siyasi inşayı hedefleyen mücadele çizgisinin adıdır “dâvet dili”.

Mâbedlerin, oralarda ancak Allah’ın adının yüceltildiği, O’nun ölçülerinin gündem edildiği, O’na secde üzere yaşama bilincinin öğretilip talim edildiği tevhid merkezlerine dönüştürmek çabası ile, yeryüzünü yalnızca Allah’ın ölçülerinin geçerli olduğu, yalnızca O’na itaat edilen bir kainat mescidi kılmak çabasının kendisinde bütünleştiği bir kulluk bilinç ve pratiği…

Kur’an baştan sona bize bu bütünlükte bir kulluğu öğretmektedir. İbadetle siyasetin arasını ayırmayan, Rabbine kulluğunun, taat ve itaatinin kalitesini asla düşürmeme cehdi ile, tuğyanın, fısk-fücurun ortadan kaldırılıp yeryüzünde Allah’ın dininin egemen kılınması mücadelesini ubudiyyet bütünlüğünün ayrılmaz cüzleri olarak gören bir pratik ve temsiliyet. İşte Rabbimizin Kitab-ı Keriminde bize öğrettiği çizgi budur.

Alak sûresinin son ayetini, bu ubudiyyet bütünlüğü öğretisinin sembol ayeti olarak okumuşumdur hep: “Hayır, o tâğiye itaat etme, secde et ve Allah’a yakınlaş.” (Alak, 96/19)

Açık ve net bir siyasi tutum (Allah’a itaat etmeyene itaatsizlik tavrı) ile, secdeyle allah’a yaklaşma cehdinin bir arada, aynı tutum ve duruşun cüzü olarak gündeme getirilmiş olması gerçekten dikkat-i şayan ve İslam’ın mahiyetini anlama açısından öğreticidir.

Rabbimiz bizi “vasat ümmet” olarak vasfetmektedir.[6] O halde biz de, uçlardan, ifrat ve tefritten uzak olarak, ubudiyyet bütünlüğü ve muvazenesinde bir kulluk pratiği ve temsiliyeti üzere olmaya gayret göstermeliyiz. Kur’an ayı, hidayet, Furkan, takva, şükür ayı, rahmet, sabır/sebat, kanaat, paylaşım ayı, arınma ve dirilme ayı Ramazan’ı bu açıdan da bir muhasebe, tashih ve inşa imkanına dönüştürmeye çalışmalıyız.


[1] Bkz: İsra, 17/81; Enbiya, 21/18

[2] Bkz: Bakara, 2/256; Nahl, 16/36; Zümer, 39/17

[3] Casiye, 45/18; Maide, 5/49; Enfal, 8/39; Nur, 24/55; Tevbe, 9/33

[4] Prof. Dr. Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Yayınları

[5] Bkz: Âl-i İmran, 3/102; En’am, 6/163; Hac, 22/78; Fussilet, 41/33;

[6] Bkz: Bakara, 2/143

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi Nisan 2022 sayısında yayınlanmıştır.)