05-01-2010 11:11

Mehmed Durmuş`la `Haberlerin Ağında Mehdi` kitabı üzerine

İktibas Dergisi yazarlarından M. Ali Durmuş ile `Haberlerin Ağında Mehdi` adlı kitabını ve bu kitap bağlamında Müslümanların çeşitli konulardaki ihtilafları üzerine konuştuk.

Mehmed Durmuş`la `Haberlerin Ağında Mehdi` kitabı üzerine

Röportaj: Hikmet Ertürk

                        islamvehayat

 

İktibas Dergisi yazarlarından M. Ali Durmuş ile "Haberlerin Ağında Mehdi" adlı kitabını ve bu kitap bağlamında Müslümanların çeşitli konulardaki ihtilafları üzerine konuştuk.

 

Biraz kendinizden bahseder misiniz? Mehmed Ali Durmuş kimdir?

 

M. Ali Durmuş, Kayseri’nin bir köyünde doğup büyümüş, ilahiyat fakültesi mezunu, dört çocuk babası, bir kamu kuruluşu çalışanıdır desem yeterli midir?

 

İslam ve hayat sitesinde, 2003 yılında çıkan ‘’Haberlerin Ağında Mehdi’’ adlı kitap çalışmanızın tanıtımını yaptık. Acaba konusu itibari ile böyle bir kitap çalışması fikri nasıl oluştu? Biraz bahseder misiniz?

 

Kitapta da belirttiğim gibi bu, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yapmış olduğum yüksek lisans tezimin kitaplaştırılmış halidir. Tez danışmanım Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu hoca ile (1993 yılında) tez konusunu belirlerken önerdiğim birçok konudan Mehdilik üzerinde karar kılmıştık. Fakat bu tür konular İmam-Hatip lisesi öğrenciliğimden beri hep ilgimi çekmiştir.

 

Kitabınızın da ismi olan mehdilik konusunda biraz konuşalım istiyorum. Bir mehdinin, kurtarıcının geleceğine inanmak Müslümanların İslam'ı algılama ya da yaşantıları üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olabilir mi? Bunu bir engel olarak düşünebilir miyiz? Ya da itikadî açıdan Müslümanlıklarına bir zarar verebilir mi?

 

Müslüman olduğunu beyan eden bir toplum eğer mehdi/mesih gibi bir kurtarıcı bekliyorsa, belki bundan daha ‘hafif’ duran bir müceddidin her yüzyılda bir gelip, dinlerini tecdid etmesini bekliyorsa, kanaatimce bu beklentiler o toplumun itikadına da, ameline de, kısacası her şeyine zarar vermektedir. Öncelikle, Müslümanların İslam algısı zarar görmektedir. Allah'ın vaz ettiği İslam'la, kurtarıcı bekleyen toplumun tasavvurundaki İslam birbiriyle oldukça farklılaşmaktadır. Fakat meseleyi sadece mehdi beklemekle sınırlı görmemek gerekir. Yani Müslümanların itikadları, İslam'ı anlama ve algılamaları her konuda düzgün de, bir tek mehdi konusunda hasarlı değildir. Kurtarıcı beklentisi, muharref din algısının sadece bir boyutudur, bir yüzüdür. Bir mehdi beklemenin, Müslümanların yaşantısını çok fazla etkilemeyeceği iddia edilebilir. Hâlbuki gerçek öyle değildir. Bir binanın temeli binaya oranla neyse, dinin akidesi de dine oranla odur. İtikadı düzgün olanlar sahih İslami pratikler ortaya koyarlar, düzgün olmayanlar aksini yaparlar gibi bir iddiada bulunmuyorum. Ama usul gereği, sahih İslami hayatın mutlaka sağlam/Kur’anî itikada dayanmazı zorunludur, kaçınılmazdır. Peygamberlik müessesesi bize bu dersi vermek için vardır. İtikadı yanlış, ameli düzgün; itikadı sahih, ameli yanlış bir tek tane Peygamber'in olmaması yeteri kadar öğretici değil midir? Allah'ın şerefli elçilerinin hem itikadları sahihti hem de yaşantıları. İslam bizim özel mülkümüz değildir. İslam’ın akidesinde ve pratiğe nasıl dönüştürüleceğinde kişisel tasarruf hakkımız yoktur.

 

Müslümanlar arasında, kurtarıcı beklemenin insanları pasifleştireceğine dair bir kanaat vardır. Bu, genel olarak doğrudur ama ben sadece meseleye bu yönden yaklaşılmasını istemiyorum. Çünkü kurtarıcı beklemeyip de pasifleşmiş, hayatı, evi ile işi arasına sıkışıp kalmış bir hayli insan vardır. Pasifleşmek için illa da, kurtarıcı bekleyen biri olmak gerekmemektedir. Fakat bizim dikkat etmemiz gereken husus şudur diye düşünüyorum: benim nelere inanacağımı Allah belirlemiştir, bunların dışında inanç konusu tespit edemem. Edersem, ‘ehli kitap’laşmış olurum.

 

 

Gerçi kitabınızda bu konulara değinmişsiniz. Dikkatli bir okuyucu bu soruya cevapları kitabınızı okuyarak ta bulabilir. Yine de daha iyi anlaşılsın diye sizden duymak isteriz. Toplumumuzdaki ‘selefi’ ya da ‘Sünni’ olmak, Sünni hadis kaynakları gibi ifadeler neyi ifade ediyor? Bu kavramların Kur'an’daki aslı ve toplumumuzdaki anlayış biçimlerine değinebilir misiniz? Bu açıdan toplumumuz kendini Kur'an’a göre doğru isimlendirebiliyor mu?

 

Tabi ‘toplumumuz’ kelimesi çok geniş bir yelpaze çizmektedir. Ancak toplumun, İslam'ı referans olarak alan ağırlıklı kesiminin önemli bir bölümü kendini ‘sünni’ olarak tanımlamaktadır. Oysa ‘sünni’ kelimesi sünnete mensup, sünnete bağlı anlamına gelmektedir ve bu anlamda Sünni olmak güzel bir şeydir. Fakat Sünni adı altında, bağlı olunan değerlerin bir kısmı, sünnet-i rasulillah değil, geleneksel dini yorumlardır. Sünni İslam, Rasûlullah'ın (sav) yaşadığı İslam’dır ve kaynağı Kur'an’dır. Çünkü Allah'ın elçisi, Kur'an sayesinde elçi oldu ve onu hayata tatbik etti. Bugün, uluslar arası emperyalizmin en sadık müttefikleri olan, kendi halkını emperyalizm paralelinde uysallaştırmak, ılımlılaştırmakla muvazzaf birçok (püriten) cemaat de kendisini Sünni olarak tanımlamaktadır. Hâlbuki hiçbir Peygamber'in sünnetinde böyle bir uşaklık ve satılmışlık ruhu asla bulunmaz. Peygamber'e henüz ilk gelen mesajlar Peygamber'i, kâfirlerin kendisini yumuşatmak planlarına karşı haberdar etmekte ve küfürden mutlak surette itizal etmesini istemektedir. Günümüzde adeta trafik sıkışıklığı yaşatırcasına yoğunlaşan mehdici gruplar, kendini mehdi olarak lanse eden ve üstadlarını, hocalarını mehdi olarak gören cemaatler, fırkalar da Sünni olduklarını iddia etmektedirler. Oysa ehlisünnet bunlar olamazlar. Benim aklıma, ‘ehlisünnet’ dendiğinde İmam Ebu Hanife gibi, dinle siyaseti ayırmayan ama hiçbir dünyevi çıkara akidesini satmayan, dik duruşlu, izzetli, şerefli, gerektiğinde akidesi uğruna canını feda edebilen Müslüman âlimler gelmektedir ve bu âlimler, yukarıda değindiğimiz ilk mesajlardaki ‘yumuşamama’ uyarısına hakkıyla uyan güzel örneklerdir.

 

‘Selefî’ kavramı da kanımca yanlış anlamlar tahammül eden bir tarife dönüşmüştür. Selefî kelimesi ilk duyuşta, sahabe ve tabiin gibi ilk dönem Müslüman nesillerin bağlı olduğu değerlere bağlı, onlar gibi İslam'ın izzetini korumayı hedefleyen, onların bağlı oldukları asıllara bağlı olmayı amaç edinen akım anlamını çağrıştırmaktadır. Oysa bugün selefi akımlar, selef dediğimiz o ilk nesil Müslümanların bağlı oldukları asılları değil de, kendilerini yüceltmektedirler. Yani selefin yolunu değil, selefi, selef olmayı, zamansal olarak bizden önce yaşamış olmayı kutsamaktadırlar. Bu anlayışa göre, insanların en iyisi sahabe, sonra tabiin ve sonra işte onları izleyen kuşaklardır. Bu telakkiye göre, bize doğru gelirken, insanların hayırlılığı azalmakta, azalmakta adeta sıfır noktasına yaklaşmaktadır. Tabi bu anlamıyla ‘selefilik’ büyük çelişkiler içermektedir. Selefin yaşamına dair hiçbir teknik şart, ortam ve araç-gereci kullanmayan bu insanlar, selefe ait birkaç sözle kendi düşüncelerini dondurmakta, adeta hareket imkânı bırakmamaktadırlar. Bu anlayışın İslam'da hiçbir şekilde haklılık payı bulamayacağı açıktır. Eğer istenirse, ‘sahabe nesli’ örneği, her çağda tekrar var edilebilir, böyle bir nesil her zaman bir daha var olabilir.

 

Kısacası, toplum kendini Kur'an’a göre doğru tanımlamamaktadır. Kur'an, bizlere sadece Müslüman ismini vermiştir, başka isim aramamıza gerek yoktur. Zaten ilk sapma isimlendirme aşamasında yaşanmaktadır. Bu isimlendirme, çok zaman kasten yanlış lanse edildiği gibi, sünnet-i Rasulillah’ı dışlama, peygambersiz bir İslam ikame etme değildir. Peygamberle birlikte olma, gerçek anlamda sünnete tutunma azmidir.

 

Yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde olacak belki ama toplumumuzda bir aidiyet ifadesi olarak kullanılan ehli sünnet vel cemaat itikadını takip ediyorum ifadesini biraz açıklar mısınız? Buraya ait olmaktan bu kimselerin kastettiği şey ne olabilir?

 

‘Ehlisünnet vel cemaat itikadı’ İmam Maturidi ve İmam Ebul Hasen el-Eş’ari ile döt mezhep imamının görüşlerinin bir nevi harmanlanması gibi bir şeydir. Ehlisünnet vel Cemaat’in ‘sünnet’i, Peygamber'in sünnetidir, ‘cemaat’ ise, bid’at ehli olarak nitelenen ‘sapkın’ fırkalar (Şia, Havaric, Mutezile v.b.) dışında kalan, ‘mutedil’ ana çizgiyi temsil etmektedir. Fakat ‘dört hak mezhep’ denilen ekoller de homojen değildir. Bir Ebu Hanife ile Ahmed b. Hanbel’in itikadi görüşleri aynı değildir. Birincisi reyi esas alırken, ikincisi nassı esas almaktadır. Dolayısıyla, hak olan, ehlisünnet vel cemaat itikadı değil, Kur'an'ın belirlediği itikaddır. İtikadda zanna, şüpheye yer olamaz. İtikad hadislerle belirlenemez. Bu vesileyle diyebiliriz ki, ehlisünnete ait olduklarını söyleyen kimseler, orada, kendi meşreplerine, din anlayışlarına uygun görüşleri bulmaktadırlar. Onun için ehlisünnettirler.

 

Uydurma hadisler konusu gerçekten de çok hassas bir konu. Kur'an’daki ayetler ile çelişen hadislerin uydurma olduğundan kimsenin şüphesi olamaz. Fakat Kur'an’da aksi belirtilmeyen hadislerle İslami bir yaşayış belirlemenin ne gibi zararı olabilir? Bir de Kur'an’la çelişmiyorsa zayıf hadislere iman etmek ya da onu dikkate almanın bir mahzuru var mı?

 

‘Hadislerle yaşam belirlemek’ tabiri bence baştan sorunlu. Hadislerle değil ama sünnetle yaşam belirleyebiliriz. Çünkü sünnet, Kur'an'ın hayata aksidir. Kur'an'ın, Allah'ın kulu ve elçisi Peygamber şahsında ete kemiğe bürünmesi sünnettir. Dolayısıyla sünnet her çağın insanı için Nuh’un gemisi mesabesindedir. Kuşkusuz burada sorunun en can alıcı yerini, sünnetin tespiti oluşturmaktadır. Kimi hadisler tabi ki Peygamber (a.s)’ın sünnetini bildirmede bir vasıtadırlar fakat sünneti sadece hadislerden tespit edemeyiz. Sünneti en iyi şekilde Kur'an’dan tespit ederiz. (Bu konuda Muhammed İzzet Derveze’nin üç ciltlik kitabı mükemmel bir çalışmadır). Bunun yanında siyer ve tabi ki hadislerden de yararlanmak durumundayız. Kur'an’la çelişmeyen zayıf hadislerle amel etmekte belki mahzur yoktur ama öyle bir amelin teşriini Cenabı Hakk’ın zayıf hadislere bırakmış olması düşünülebilir mi? Zayıf hadis demeyelim ama ibadetlerin tatbikinde birçok hadisle amel ettiğimiz bir gerçektir. Bunlar, dinin akidesine ve temel dini meselelere taalluk etmediği; bir haramı helal, helali haram kılmadığı sürece sorun teşkil etmemektedir. Zaten bizim esas itirazımız da abdestte, namazdaki bazı amellerden ziyade, İslam'ın özüne ilişkin temel meselelerle ilgilidir.

 

Peygamberimiz (S) hayatta iken de ona atfedilen sözler hadis gibi aktarılmış mıdır? Bu konuda Peygamberimizin (S) uyarıları var mıdır? Acaba hadislerin böyle senetlerle yazı altına alınması hadisesi Peygamberin teşviki ile ilgili midir, yoksa kişilerin inisiyatifi ile mi olmuştur? Hadislerin böyle yazılarak inanç esaslarına dönüştürülmesini doğru buluyor musunuz?

 

Bildiğimiz kadarıyla peygamberimiz zamanında, henüz kendisi hayattayken sahabe arasında onun sözleri tedavüle başlamıştır. Bunda da yadırganacak bir durum yoktur. En basitinden en önemlisine kadar her meselede Müslümanların, bu konuda peygamberimiz şöyle demişti, şu şekilde davranmıştı; şöyle dememişti ve öyle yapmamıştı türünden mütalaalar yapmaları gayet tabiidir. Çünkü dinin mübelliği peygamberdir. Kitaplarda bununla ilgili bazı örnekler bulunmaktadır. Peygamberimiz ilk başta, hadis yazan sahabileri uyarmış, ileriki yıllarda ise yazmanızda beis yoktur şeklinde izin vermiştir. Bu konuda Abdullah İbni Amr’dan şöyle bir söz nakledilmektedir. Abdullah b. Amr diyor ki, “Ezberlemek kastıyla, Rasûlullah (sav)’den işittiğim her sözü yazıyordum. Kureyş’in önde gelen[sahabî]leri beni bundan men ettiler ve dediler ki, Rasûlullah’tan duyduğun her şeyi yazıyorsun, oysa o da bir insandır, öfkeli iken de konuşur. Bunun üzerine ben de kendimi yazmaktan alıkoydum ama bundan da Rasulullah'a bahsettim. Rasûlullah (sav) şöyle dedi: Yaz. Canım elinde olan Allah'a yemin olsun ki benden haktan başkası çıkmaz!” (İbni Kesir, Tefsir-i Kur’ani’l Azim; İbni Hanbel, II/162). Bu hadis, sorunuzdaki birçok unsura cevap vermektedir.

 

Hadislerin senet denilen ravi silsilesiyle rivayet edilmesi, şekil olarak, teorik bazda bence çok mükemmel bir tekniktir. Bu yöntemle, peygamberden bir söz nakleden müellif, bu sözü kimden almış, o kimden almış, silsile yoluyla belirtiyor ve rast gele, hayali söylememiş, dedi-kodu kabilinden bir söz olmamış oluyor. Fakat gelin görün ki bu teknik tek başına yeterli olmamaktadır ve uygulamada bir hayli eksiklikler ortaya çıkmıştır. Senedle beraber, metne gereken titizlik gösterilmezse, bu teknik bir işe yaramamaktadır. Bu tekniği Müslüman bilginler, Kur’an’ın ve Peygamber (a.s)’ın bazı uyarılarına binaen geliştirmiş olmalıdırlar.

 

Hadislerle inanç esaslarının belirlenmesi elbette ki doğru değildir çünkü birçok hurafe ve bâtıl inançlar İslam'ın inanç esasıymış gibi işlev görmektedir.

 

Peygamberin (s) Kur’an dışındaki sözlerinin de vahiy gibi olduğu iddiası hakkında bizleri aydınlatır mısınız? Böyle bir şeyin Kur’anî bir kaynağı olabilir mi? Bir de Peygamberler dışındaki bir takım kimseler de Allah’tan vahiy almışlar mıdır?

 

‘Estağfirullah’ demek zorundayım, aydınlatmak haddime değildir lakin bildiğim kadarıyla söyleyeyim. Necm suresinin 4. ayetini tefsir ederken kimi gelenekselci yorumcular, ‘nutuk’ kelimesinden (ve-ma yentıqu anil hevâ) hareketle, Peygamber'in her sözünün vahiy olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki o ayette sözü edilen, Peygamber'in insanlara okuduğu vahiydir. Peygamber'in Kur'an diye insanlara duyurduğu sözlerin hiçbir kendi hevasından söylenmiş sözler değildi, hepsi Allah'ın vahyi idi. Yoksa Peygamber de bir insandı ve her insan gibi o da ihtiyaçlarını kendi kelimeleriyle anlatır, insanlarla kendi aklı ile kurduğu cümlelerle konuşurdu. Ben, kendi okumalarım uyarınca, Peygamber (a.s)’ın Kur'an dışında vahiy almadığına inanıyorum. Kur'an’dan vahy-i gayri metlüve dayanak olarak zikredilen örneklerin pek çok konuda olduğu gibi, yanlış yorumlamaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Peygamberler dışındaki bazı kimseler Kur'an'ın ifadesine göre vahiy almışlardır ama bu, risâlet/nübüvvet anlamında bir vahiy olmayıp, ilham, yönlendirme, kalbe gelen bir his şeklindeki bir vahiy olsa gerektir.

 

Bildiğim kadar bu ilk kitabınız dışında bir kitap çalışması yapmadınız. Yeni bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?

 

Evet, yeni bir kitabım -Allah'ın izniyle- şu an yayına hazır durumda. Kur'an’da şefaat konusunu işleyen bir kitap çalışması bu. Bunun dışında, az bir emekle kitap haline gelecek, biri yine Kur'an konulu, diğeri de siyasî eleştirilerden oluşan iki kitap taslağı, benden gayret beklemektedir. Tabi daha başka çalışmalarım da var fakat onlardan bahsetmek için henüz çok erken. Allah'tan, onları da çalışmayı nasip etmesini niyaz ediyorum.

 

Kitabınızda değindiğiniz konular itibari ile kendi toplumumuzu kısaca değerlendirebilir misiniz?

 

İçinde yaşadığımız toplumu, “babaları uyarılmamış, kendileri de gaflet içinde yaşayan bir kavim” olarak görüyorum. Buradan, tekfirci bir anlam çıkartılmamalıdır. Ama ne yazık ki bu böyle. Bununla beraber, son yıllarda bu toplum içinde -ve de dünya genelinde- sevindirici gelişmeler yaşanmaktadır. Her ne kadar bazen karamsarlığa düşsek de, geçmişe bakıp serinkanlılıkla değerlendirdiğimizde, belki de tarihte eşi benzeri hiç olmamış derecede bir İslam'a/Kur'an’a dönüş çabasını gözlemlemekteyiz. Bu vesileyle Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Her ne kadar herkesin bildiği bir ‘çağın müceddidi’, bu sıfatı kendi eserlerine tahsis etmekteyse de, Kur'an’a dönüş hareketi, o gibi ‘müceddidlerin’ hurafelerini de seçip ayıklayabilecek yeni semereler vermeye başlamıştır. Hiç değilse artık, mehdi, mesih, nebî, elçi taslaklarına gülüp geçen, onlara biraz acıyan, biraz öfke duyan ama en önemlisi, asla onlara inanmayan bir Kur'an nesli oluşmuştur ve gittikçe kalite kazanacaktır inşallah bu nesil.

 

Hocam son olarak bizlere ne söylemek istersiniz? Bize zaman ayırdığınız İçin teşekkür ediyorum. Allah emeklerinizi bereketlendirsin inşallah.

 

Ben de size teşekkür ederim, bu konuya ilgi duyduğunuz ve bu soruları yönelttiğiniz için. Allah bizleri hep birlikte topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılan, parçalanıp ayrılmayan, Allah'ın kurtardığı ateş çukurunun kenarına bir daha yaklaşmayan, kalpleri ısınmışken tekrar soğumayan, İslam kardeşleri kılsın. Bize, hayra çağırma, marufu emredip münkerden nehyetme ilmini, basiret ve şecaatini nasip etsin.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !