18-07-2010 20:52

Mehmet Pamak`la söyleşimizde 2. bölüm

İşte Pamak`ın bu bölümdeki cevaplarından bazı satır başları:

Mehmet Pamak`la söyleşimizde 2. bölüm

İslam ve Hayat

Son dönemlerde artan bir ivmeyle kendini gösteren İslamsız adalet söylemleri ve iktidar iddiasından uzaklaştırılmış İslam algısı konusunda düşünce ve aksiyon adamı Mehmet Pamak'la gerçekleştirdiğimiz ve cevapların topluca ve geniş olarak verilmesi sebebiyle kapsamlı bir soruşturma mahiyeti alan söyleşimizin ikinci bölümünü yarından itibaren inşaallah sitemizde okuyabilirsiniz.

İşte Pamak'ın bu bölümdeki cevaplarından bazı satır başları:

Amaç, yeniden İslami dirilişi ve ümmetin Kur’an’la yeniden izzet kazanmasını engellemektir. İşte bu sebeple İslam coğrafyasını Batı modern paradigmasının seküler değerleri ve modeliyle kuşatmak isteyenler bu hedefe ulaşmak amacıyla ardı ardına projeler üretmektedirler. En son gelinen noktada ise, Türkiye’de terbiye sürecinden geçip İslami devlet olamayacağı konusunda ikna olan, dinin bireyselliğine ve İslam’ın siyasi, ekonomik ve hukuki devlet düzenine karışmaması gerektiğine inanır hale gelen şahsiyetlerin öncülüğünde ve önce iktidar nimetlerinin yol açtığı pragmatizmle, bilahare de 28 Şubat süreci baskılarının etkisiyle aynı istikamette değişim geçiren aydınların ve STK’ların desteğinde, laiklik ve liberal demokrasi ile bireysel ibadetlere indirgenmiş İslam algısının uzlaştırılmaya çalışıldığı bir model üretilmeye ve tüm İslam coğrafyasına da örnek olarak “işte böyle olun” diye sunulmaya çalışılmaktadır.

Allah kıyamete kadar geçerli ve evrensel olanın ilkeler olmasını ve her toplumun kendi çağına göre bu ilkelere dayalı farklı hükümler koyabilmelerini uygun bulsaydı ya da öngörseydi, şüphesiz kıyamete kadar geçerli olmak üzere indirdiği evrensel ölçüleri vazettiği Kitab’ında sadece bu ilkeleri vazeder ve insanları bu ilkelere dayalı olarak istedikleri hükümleri koymada serbest bırakırdı. Mesela; “Hırsızlığı suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın, adam öldürmeyi suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın, zinayı suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın…” derdi ve değişik çağlarda yaşayacak toplumları, bu konularda hükümleri ve cezaları belirlemede serbest bırakırdı. Şüphesiz Allah bunu yapmaktan aciz değildir. O halde herkes haddini bilmeli ve Peygamber’e bile tanınmayan yetkileri kullanarak, Allah’ın hudutlarıyla oynamaktan vazgeçmeli, Allah’ın şedit azabından korkmalıdır.

Siyasi, ekonomik, hukuki tüm toplumsal, kamusal ve devlet alanlarında Allah’ın hak olarak indirdiği hükümleri, çerçeve naslarla belirlediği hudutları (hududulllahı) esas almadan insanlık adalet sistemine ulaşamaz. Yüce Allah pek çok ayetinde hudutlarına dikkat çektikten sonra, bu hudutlarına riayet edilmesini ve azgınlık yaparak hudutları aşma teşebbüsünde bulunulmamasını da emretmektedir… Anlaşılmaktadır ki, adalet de, barış da, huzur da, kurtuluş da insanlığın ancak bu hudutlara riayetiyle sağlanabilecektir. Tıpkı diğer varlıkların kendileri için konmuş ilahi yasalara, kevni hudutlara irade dışı da olsa riayet etmesiyle evrendeki muhteşem ahengin meydana gelmesini sağladıkları gibi, insanlığın da kendileri için belirlenmiş hakka, hukuka, adalete dair sınırlara özgür iradesini ve aklını doğru kullanarak itaat etmesiyle, bu sınırları aşıp hakkı batılla karıştırma dalaletine sürüklenmemesiyle insanlık dünyasında gerçek anlamda adalet ve barış düzeni kurulabilecektir.

Kur’an’ın çok farklı biçimlerde anlaşılabileceğini ve hangi anlamın daha doğru olduğunun bilinemeyeceğini savunmak, Kur’an’ın hiçbir anlamının olmadığını iddia etmek demektir ki, bu türden sözler bir Müslüman tarafından kesinlikle söylenemez. Çünkü Kur’an’a iman etmek demek onun bir anlamının olduğunu ve bu anlamın muhatap tarafından algılanıp kabul edildiğini ikrar etmek demektir. Anlamsız olan bir “söz”e iman etmek ise iyi niyetle yaklaşıldığında ya zihni bir özrü ya da cehaleti belgeler.

Tıpkı batının kendine özgü tahrif edilmiş din anlayışı ve inancının tarihsel gelişimi açısından, “hermonetik” ve “tarihselcilik” gibi kavramlar, nasıl bir zaruret sonucunda gündeme gelmişse, “entegrizm” ve “sekülerlik” de aynı zaruretlerin bir dayatması üzerine ortaya çıkmış ve orada, kendini doğuran şartların zemininde, hakikaten bir anlam da ifade edebilmiş kavramlardır. Ancak Türkiye’deki çoğu entelektüel gibi, kimi Müslümanlar da bir kompleksle kendilerini ve düşüncelerini illa bu batılı kavramlara göre tanımlama ve konumlandırma ihtiyacı duymakta ve bilahare de bu kavramların dönüştürücü etkisiyle değişim geçirmektedirler. Halbuki biz Müslümanlar özgün kavaram, ölçü ve değerlerin oluşturduğu özgün bir kimliğe sahibiz. Kendimizi asla batılı kavramların dar ve saptırıcı kalıpları içine hapsetmemeliyiz. Kendimizi sürekli özgün kavramlarımızla tanımlamaktan ve vahye dayalı değerlerimizle sürekli yeniden üretmekten asla vazgeçmemeliyiz.

Fazlur Rahman, Hasan Hanefi, Garaudy ve onların yerli takipçileri gibi tarihselcilikle Kur’an’ın muhkem hükümlerini bile tarihe gömüp, bugün geçerli olan laik pozitif hukuka uyumlu seküler bir İslam anlayışı oluşturarak, İslam’ı böylece evrenselleştireceklerini düşleyenler, İslam hukuku ile batının ürettiği ve dünyaya dayattığı laik pozitif hukuk arasında bir çelişki bulunmadığını ispat etmeye çalışmaktadırlar. Bu bağlamda, Allah’ın “hudutlarım” diye nitelendirdiği ve uyulmasını emrettiği; “miras hükümlerinin, hırsızın elinin kesilmesinin, kısas hükmünün ve zinaya celde cezasının” vb. hep tarihsel hükümler olduğunu ve bugün geçerli olamayacağını, bu alanda yeni düzenlemeler yapılabileceğini ve beşeri pozitif hukuka uyumlu hükümler ihdas edilebileceğini iddia etmektedirler.

Batının özgün şartlarında, tahrif edilmiş kitabın hükümlerinin ve ilahlaştırılmış ruhbanın yorumlarının mutlaklaştırılıp, değiştirilmez hükümler olarak dayatılmasının bunalttığı Batı zemininde, “Tanrının gerçek muradına yönelik anlam arayışlarını”, bu anlamda “hermonetik”, “tarihselcilik” gibi pek çok yöntemi devreye sokarak, Kilisenin ürettiklerini dogmalaştırmasına ve bu anlamda “entegrizm”e karşı durmayı anlamak mümkündür. Fakat aynı yöntemleri, Allah’ın koruması altındaki Kur’an vahyinin muhkemleri, İslam’ın sabiteleri için de kullanmaya, Kur’an’ın muhkem hükümlerinin bile değişmesi gerektiğini iddia etmeye kalkmak asla kabul edilemeyecek büyük bir sapmadır.

Tevhid ve onun doğal sonucu olan adaleti ikame etmek üzere indirilmiş vahyin hükümleri, çağdaş cahiliyenin modelleriyle uzlaşma sağlamak amacıyla tahrif edilerek, Allah’ın “hudutlarım” dediği muhkem hükümleri bile tarihe gömülüp yerine yeni hükümler ihdas edilerek, hak ile bâtıl, vahiy ile heva ve zan karıştırılarak adaletin tesisi, adil bir hukuk sisteminin üretilmesi mümkün değildir. Bu sebeple de bu anlayışla/zihniyetle gerçek anlamda adil bir siyasi yönetim de oluşturulamaz.

 

 

 

 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !