18-03-2013 12:36

Mengüşoğlu ile `düşünmek` üzerine

Mengüşoğlu: Kişisel kanaatim odur ki Kur’an-ı Kerim’deki her altı ayetten biri insana düşünmenin muhtelif kompartımanlarından birisini harekete geçirmesine dair bir uyarı, hatırlatma ve kılavuzluk yüklüdür. Mesela Hıristiyan ve Yahudi teolojisi ve Mukaddes Kitapları incelendiğinde, orada insanın düşünme merkezine değil duyu veya duygu merkezlerine dokundurmalar vardır. Menar müfessiri Reşit Rıza’nın tespiti doğruysa o diyor ki; Kitab-ı Mukaddes’te akıl ve türevlerine dair bir kelime dahi yoktur. O muharref kitaplar baştan sona duygu yüklüdür. İnsanları duygu sömürüsüyle yakalamaya çalışır. Oysa bir de Kur’an-ı Kerim’in hem de herhangi bir suresi veya ayetler blokuna bakılsın. Aradaki fark açıkça görülecektir. Türkçede düşünce dediğimiz kelime karşılığında Kur’an Arapçası neredeyse yüze yakın kelime ve kavram kullanır. Düşünme işinin bütün inceliklerini karşılayan her durumu ayrı bir kelimeyle öğretir inananlarına.

Mengüşoğlu ile `düşünmek` üzerine
Metin ağabey, yaşadığımız toplum içinde en uzun soluklu Müslüman ilim ve fikir adamlarından biri de sizsiniz. Ki düşünce dünyasında, ökçesinin üzerine U dönüşü yapmadan, basit dünyevî değerlere tenezzül etmeden, soluğunu bu kadar uzun süreli sürdürmek pek herkese nasip olmuyor. Sizin bu ‘uzun soluğunuz’ nereden beslenmektedir?
 
İlim adamlığı sıfatını nefsime uygun bulmam; ancak fikir insanı sayarım kendimi. Zira ilk gençlik yıllarımdan bu yana fikir ve biraz da sanat hayatının içerisinde şöyle veya böyle bir rol aldığımı düşünüyorum. En başından beri de gerek fıtri ve gerekse de sonradan edinilmiş bütün kimliklerimin önünde Müslüman kimliğim vardı. Bütün öteki kimliklerimi bu kimliğim içerisinde eritmeye ve kendimi onunla tanımlamaya çalıştım. Ne ölçüde başarılı oldum, bunu ben söyleyemem. Lakin eğer yaşım itibariyle yaşadıklarımın bütünü bir uzun solukluluk arz ediyorsa bunun sebebi üzerinde kişisel kanaatlerimi söyleyebilirim.
 
Müslüman kimlik ve kişiliğim ailem içerisinde geleneksel ve sosyolojik anlamda dünya hayatına ilk adımı atmıştı. Bu ilk adımın formel yapısı ve dokusunda prematüre marazlar bulunduğunu Malatya Fikir Kulübü’nün bir üyesi sıfatıyla çalışmalarına katıldığımda çabucak kavramıştım. Bahsettiğim kulübün baş aktörü M. Said Çekmegil’di. Oradaki çalışmalar kıran kırana çatışmalarla sürdürülürdü. Herkesin konuştuğu, hür biçimde her fikrini savunduğu, her yaştaki katılımcının, her yaştakini rahatlıkla eleştirebildiği fikri oturumlar yapılırdı. Çok erken zamanlarda hem meselelere eleştirel bakmayı, hem de eleştiriye tahammülü öğrenmiştim.
 
Asıl önemsediğim nokta nefsimizden, kişiliğimizden, özgün fikirlerimizden gerektiğinde taviz verebiliyor, vazgeçebiliyorduk. Ama aziz İslâm’ın herhangi bir ilke ve prensibinden ödün vermeye tahammülümüz yoktu. Karşımızdaki kim olursa olsun, ona şiddetle karşı çıkar, müdahale ederdik.
 
Okumak o tarihlerde bizim birinci ve en ziyade zaman ayırdığımız meşguliyetti. Ancak bu okuma yalnızca tilavet olunan Mushaf’ı değil Allah’ın tüm ayetlerini okuma biçimindeydi. Çünkü çoktan öğrenmiştik Rabbimizin bizzat insan olarak bizim bünyemizde ve diğer eşya ve olaylar üzerinde nice sözsüz ayeti vardır. Tümünü birden okumayı denerdik. İlahi vahyin her çeşidi bizim rehberimiz ve kılavuzumuzdu. Beşeri telakkiler kime, hangi mezhep ve meşrebe ait olursa olsun daima, yanılmış olma ihtimaliyle itibar nazarına alınırdı.
 
Eğer benim bir uzun solukluluğum söz konusuysa bunun temel sebebi bana ait bütün hayati meselelerde düşünme eylemini asla emaneten ve vekâleten değil her seferinde asaleten yürütmüş olmamdan kaynaklanmaktadır.
 
 

Nasıl öğrenecek ve nasıl öğreteceğiz düşünmeyi?
 
İlahi Hitap’ın herhangi bir suresi veya ayetler blokuna bakarak. Kişisel kanaatim odur ki Kur’an-ı Kerim’deki her altı ayetten biri insana düşünmenin muhtelif kompartımanlarından birisini harekete geçirmesine dair bir uyarı, hatırlatma ve kılavuzluk yüklüdür. Mesela Hıristiyan ve Yahudi teolojisi ve Mukaddes Kitapları incelendiğinde, orada insanın düşünme merkezine değil duyu veya duygu merkezlerine dokundurmalar vardır. Menar müfessiri Reşit Rıza’nın tespiti doğruysa o diyor ki; Kitab-ı Mukaddes’te akıl ve türevlerine dair bir kelime dahi yoktur. O muharref kitaplar baştan sona duygu yüklüdür. İnsanları duygu sömürüsüyle yakalamaya çalışır. Oysa bir de Kur’an-ı Kerim’in hem de herhangi bir suresi veya ayetler blokuna bakılsın. Aradaki fark açıkça görülecektir. Türkçede düşünce dediğimiz kelime karşılığında Kur’an Arapçası neredeyse yüze yakın kelime ve kavram kullanır. Düşünme işinin bütün inceliklerini karşılayan her durumu ayrı bir kelimeyle öğretir inananlarına.
 
Akıl, fikir, fıkıh, zikir, rey, nazar, basiret, feraset, zekâ, fehim, nüha, tedebbür, teemmül, şuur, idrak, irade, tasavvur, tahayyül gibi daha yığınla kelime Kur’an’da geçer ve tamamı kalbin marifeti olarak zikredilir.
 
Başka bir husus da düşünme işinin genel kumanda merkezi olarak beyin yerine kalp gösterilir. Kalp ise vücuda kan pompalayan yürek değil, maddi bir varlığı ve mekânı bulunmayan bir cevherdir. İnsan yaratılırken son safhada kendisine üflendiği öğretilen İlahi Ruh’un sağladığı bir melekedir. Burada insanın meselesi şudur. Bilecek ki bütün Âdem cinsinin yaratılıştaki ortak kimliği beşer olmaktır. Peygamberler de yaratılıştan bizler gibi birer beşerdirler. Beşerlikten kişiyi insanlık basamaklarına taşıyan işte bu düşünme melekelerini işlevsel kılmaktır. Yani insan olmanın, insan sıfatıyla anılabilmenin ön şartı düşünmektir.
 
Düşünme esasen öğrenilen bir şey değildir. Fıtri ve verili bir melekedir. Bu meleke yani akletme yetisine beş duyunun taşıdığı bilgi ve sadık haber dediğimiz İlahi Vahyin kılavuzluğu destek verdikçe beşer, insanlık, tahkiki iman, güzel ahlak, salih amel basamaklarında yücelmeye başlar. Düşüncenin öğretilmesinden de söz edemeyiz. Belki yönlendirilmesi söz konusudur. O da mekteplerde mümkün olmaz. Ancak sanattaki yaratıcılık gibi usta çırak münasebeti çerçevesinde gelişir, olgunlaşır. Her şey kişinin niyeti, maksadı ile doğru orantılıdır. Yani herkesin kaderi kendi elindedir. Selim kalp ile düşünerek vicdanın ve fıtratın biricik yolu olan Silm’e, Selamete girmek de mümkündür, şeytani adımlara uyarak, fıtrat ve vicdanın üzerini örtüp (küfredip) şirk, zulüm, nifak yoluna girmek de mümkündür.
 
Ağabey sizin hem şairlik yönünüz var, hikâye yazıyorsunuz, sanatla ilgileniyorsunuz ama bir de -belki de öncelikle- düşünce ile ilgileniyorsunuz. Bu ilginizi de ‘düşünmek farzdır’ aforizmasıyla özetliyorsunuz. Meşhur 32 farzın içinde bu sizin farzınızı göremiyoruz; siz yeni bir farz mı keşfettiniz?
 
Aralarında yaşadığımız toplumun düşünce ve sanat hayatındaki asırlık suskunluğu, kopyacılığı, taklitçiliği, kültürel üretkenlikten uzaklığı hesaba katılırsa evet ben demek ki yeni bir keşif yapmışım. Fıkıh ve akait kitaplarında bırakınız düşünmeyi, cihada bile yer vermemiş bulunan ve taklidi imanı caiz gören bir toplumda düşünce nasıl gelişirdi ki. İçtihat müessesesini adeta bir imtiyaza çeviren, bin bir şartla sınırlayarak asırlar evvel yaşamış kimi ilim ve düşünce adamlarına hasreden bir toplum elbet düşünemezdi. Ve elbet düşünceyi klasik farzlar arasında sayamazdı. Hatta ebedi kurtuluşu bile Allah ile kul arasında sanki özel yaratılmış bulunan evliya adını verdikleri, kendileri gibi birer beşerin şefaatine yükleyenlerden başka ne beklenebilirdi?
 
İlahi Vahyin sözlü ve sözsüz ayetlerini okumaya, üzerinde düşünmeye devam ettikçe şunu iyice anladım ki bu toplumun amentüsü ve diğer bütün ezberleri de yeniden ciddi biçimde tartışmaya açılmalıydı. Allah İlahi Hitap’ında hayrın kendisinden, şerrin ise insandan olduğunu açıkça beyan etmişken, hem hayrı hem de şerri Allah’a havale eden bir toplumdu bu. Farz kelimesi ile eğer inanan insanın asla vazgeçemeyeceği bir kulluk eylemi kastediliyorsa buna birinci dereceden layık olan ilk eylem düşünmektir. İkincisi cihat olmalıdır. Maalesef her ikisi de klasik öğretide yer almaz.
 
 

Sizin ‘leyleğin aşkı’ndan bu yana, “aşk mı-akıl mı?” tartışmasında yeni bir gelişme oldu mu?
 
Bu çok kolay yıkılacak bir barikat değildir. Diyebilirim ki Anadolu coğrafyasında yaşayan Müslüman ahalinin Müslümanlığı benimsedikleri ilk asırlardan bu yana sürdürdükleri heterodoks inanış sistemi buna kolay kolay izin vermez. Çünkü bu sahada muazzam bir literatür birikimi mevcuttur. Bugün bile okuryazarlık hayatının toplumsal vizyonuna baktığınızda genel itibar nazarlarının hala aşk istikametinde seyrettiği rahatlıkla görülecektir. Medya organlarının neredeyse tamamı, görsel, işitsel her çabanın temel konusu hala aşktır. Üstelik gün geçmez ki entelektüeller arasından birisi aşka dair bir söz söylemesin yahut bir şeyler karalamasın. Tersinden bunu yaparken de sanki emsalsiz bir fikirmiş gibi Cemil Meriç’in şu sözlerine sığınırlar: “Batı aklın, doğu gönlün vatanıdır.” Oysa yukarıda da zikrettiğim üzere illa bir akıl vatanı aranacaksa o da doğudur. Çünkü doğuluların temel kitabında akletmek bütün beşeri eylemlerin en şereflisi ve beşeri, insan katına eriştiren bir çabanın adıdır.
 
Ne yazık ki doğu, kendisine keramet olarak verilen yüce değeri maalesef asırlar boyunca elinin tersiyle iterek aşk diye tarifi bile bulunmayan marazi bir hayat modeline sahip çıkmıştır. Boşuna mı bu toplumun edebiyatı aşk, gül, bülbül, oğlan, kız hikâyeleriyle doldurulmuştur? Mehmed Akif merhuma kadar edebiyatımızda Kur’an ve onun hikmetleri yok denecek kadar azdır. Kur’an, hangi ayetinde insanlara aşkı öneriyor, hiç soran var mıdır?
 
Aşk, beşer cinsinin değil ama hayvan cinsinin işi olarak bilinsin diye ben leyleğin aşkından, sevgisi sebebiyle kendisini tandıra atmasından söz etmiş ve bunun leyleğe pek yakıştığını söylemiştim. Malumdur ki aşk kelimesi sarmaşık anlamına gelir. Öyle bir sarmaşık ki kişiyi sarıp sarmalar, düşünme melekesini ortadan kaldırır, onu melankolizme sürükler. Aşkın Türkçedeki karşılığı tutkudur. Tutku ise kalpteki akletme melekesini körelten aşırı sevginin ta kendisidir. Öyleyse aşk insana yakışmayan bir hastalıktır. Bir insanı âşık görürseniz bilin ki beşerliğe geri dönüş yapmış, insanlık kimliğine havlu atmıştır. 
 
Düşünmek Farzdır’da şöyle diyorsunuz: “İnsana aşkı önerenler eğer intihara, kendini yakmaya da meşruiyet cevazı verebiliyorlarsa önersinler. Zira yanmadan aşkın tadı yoktur.”
Sizin kitabınızın yayınlandığı günden bu yana, birtakım sufi önderler zımnında aşk öne çıkartılıyor. Yani sizin dilinizle söylersek, insanlığa intihar mı öneriliyor?
 
Benim kişisel kanaatim odur; insanlara hem de takva adına maalesef aşkla yanmak, aşkla kavrulmak, aşkla yok olmak öneriliyorsa, intihar hem asil bir davranış olarak gösteriliyor, hem de onaylanıyor demektir. Aşk meselesi, mevzuu ne bugünün ne dünün meselesidir; o, bütün zamanlar boyunca şeytanın insanı aldatmada kullandığı en tepedeki ilgi sahasıdır. Ve yalnızca Müslüman dünya değil bütün beşeriyet âlemi bakımından sempatik olumsuzluğun birinci el modelidir. Mesela gündelik hayatlarında İslâm ile uzaktan yakından irtibatı bulunmayan, hatta birer İslâm düşmanı gibi yaşayan kimileri, tasavvuf ve aşk söz konusu edildiğinde, birdenbire sanki Müslümanlaşmış gibi hemen kucak açarlar. Başka bir husus da Müslüman kitlelerin geniş ve maalesef şuursuz kesimini avlamakta, aldatmakta aşkın önemli bir rolü vardır. “Doğu gönlün vatanıdır” sözünü inanç ilkesi haline getirmiş ama Müslümanlığından da vazgeçmemiş görünenler, nerede aşkla alakalı bir söz, eylem görürlerse orayı olumlamada, oraya meyletmede başı çekerler. Aşkı Müslüman dünyada meşrulaştıran en tehlikeli anlayış, “beşeri aşktan ilahi aşka geçiş” şeklindeki evhamdır. Yani beşeri aşk yaşayanlar, güya vuslata erişemezlerse, oradan Allah aşkına ulaşacaklardır. Bu uydurma ve iftiranın, Kur’an öğretisi ile uzaktan yakından en ufak bir benzerliği, ima yoluyla bile yoktur.
 
Kimileri sanki düşünmekten korkuyorlar. Nâs’ın ekserisi, bir mevtâ imişçesine, kendisini teslim edeceği bir gassal aramaktadır. İslam’ın düşünmekten men edici bir tıyneti mi vardır?
 
Yeryüzünde düşünen insanların yanılgısına bile ödül veren bir nizam yani İslâm nasıl olur da düşünmeye sınır koyar? Kur’an’da sınır konulan işler haramlardır. Bir de zan, vehim, arzu, heva, heves gibi aşırı duygulara sınır koymuştur İlahi Vahiy. Ancak düşünme hakkında her seferinde İlahi Vahyin şöyle bir uyarısı vardır: “Ne kadar az düşünüyorsunuz.” İnsan kendisine bahşedilen düşünme melekesini, bütün gücünü harcayarak, elindeki bütün veri ve imkânları seferber ederek, geriye hiçbir kırıntı bırakmaksızın birikimini son haddine kadar kullanarak işletecektir. Asla “yeter, buraya kadar” demeyecektir. Yani düşüncenin gittiği yere kadar gidecektir. Kimse, hiç kimse onun düşüncesini yasaklayamaz, engelleyemez, sınırlayamaz. Allah ise asla sınırlamamış sadece az kullanmasından ötürü insanı uyarmıştır. Böyle bir sistemin düşünmeyi men edici tıyneti olabilir mi?
 
Bununla beraber, ‘düşünce özgürlüğü’ adına, her türlü düşüncenin de insanların gündemine girmesi savunulabilir mi? Aslında bu soruyu şöyle de ta’dil edebiliriz belki: Siz, “tüm doğru düşünüşler İslamî’dir diyeceğiz” diyorsunuz. Bir düşüncenin “doğru düşünüş” olduğundan nasıl emin olabiliriz?
 
Bu soru önemli. Evvela şunu teslim etmeliyiz, düşünmenin her türü makbulümüzdür. Allah insanı düşünsün diye yaratmıştır. Düşünme melekesini işletmeyenleri insan bile saymıyor. Size şunu söyleyebilirim; insanların çoğu düşünme ile üzülmeyi birbirine karıştırırlar. Arzu, heves gibi aşırı duygular da düşünme zannedilmektedir. Türküde şöyle söyleniyordu: “Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı” buradaki efkâr, fikrin çoğuludur. Peki, askerdekinin yolunu gözleyen yavuklu düşünüyor mu yoksa üzülüyor mu? Anlaşılan odur ki düşünce, çoğu kimsenin doğru dürüst tarifini bile bilmedikleri en temel insani eylemdir. “Doğru düşünce” derken benim söylemek istediğim şudur: insan düşünmelidir, yanılma endişesiyle düşünmekten korkmamalıdır. Yapılan iş gerçekten düşünme ise eğer, Allah bu eylemi yanılsak bile cezalandırmaz. Eğer düşünme sonucu hak ve hakikate ulaşılmışsa iki mükâfatı vardır, isabetsiz halde ise yalnızca bir mükâfatla yetinilecektir. Mesele budur. Birileri içtihad ile düşünmeyi karıştırdığımı düşünmesinler diye hatırlatayım ki, içtihad, kişinin herhangi bir alanda bütün düşünme, inceleme, araştırma gücünü harcayarak galip bir zanna, bir kanaate varma çabasından başka nedir ki? Benimki biraz da her Müslüman’ı, kendi sahasında içtihada davet etmektir. Ümmî bir çoban bile, dağda namaz kılarken kıbleyi rastgele tayin edemez. Onun ağaç köklerine, kaya diplerine, yıldızlara, aya ve güneşe, rüzgârın istikametine, otların yattığı yöne bakarak anlama, tayin etme çabasını gösterme mecburiyeti vardır.  Bu da onun içtihadıdır.
 
Düşünmek ile eylemek birbirine karıştırılmamalıdır diyebilir miyiz?
 
Müslümanlar her şeyden evvel şunu unutmamalıdır. Düşünme de bir eylem biçimidir. Düşünme ile eyleme arasında bir ayrım yoktur. Batılı terminoloji zihinleri öylesine düalist bir mantığa alıştırmış ki insanlar teori ve pratik arasında sanki uçurum varmış sanıyorlar. Bu tip ikili ayırımlar Müslüman düşünceye yabancıdır. Çünkü Müslümanlar tevhid esprisini bütün hayatlarının ve düşünce sistemlerinin merkezine oturturlar. Düşünmek ile eylemek arasında bir ayırım görmezler. Nitekim İlahi Vahyin dilinde iman ve salih amel terkibi bu sebeple beraber anılmaktadır. İkisi birbirinin gereği, adeta müteradifidir. Ancak yine tekrarlayayım ki düşünmeyi, bir yerde oturup üzülmek yahut bir arzu ve heves peşinde olmak şeklinde anlayanlar onu bir statik tutum, dogma, durma sanabilirler. Oysa düşünme bizatihi eylemenin ta kendisidir. Ve zaten insan birçok şeyi de eyleme esnasında düşünmüyor mu? Tekbir getirerek başlanmış bir namaz esnasında düşünce ne oluyor? Ortadan kalkıyor mu? Yoksa eyleme ile beraber yaşıyor mu? Hatta biraz daha ileri gidelim ve soralım, Hz. Peygamber namazı eda ederken, sırtına binen torununu, yere düşürmemek için ne düşündü? Hareketini yavaşlatıp namazını hiç bozmadan çocuğu kucağına alıp yavaşça yere bırakmayı düşüncesizce mi yaptı yoksa düşünerek mi? Düşünmeyi öğrenmeleri için Müslümanların besbelli daha uzun bir yolları var gibi görünüyor bana. Allah en doğrusunu bilir.
 

Ağabey, bize zaman ayırdınız, size çok teşekkür ediyoruz.

(Söyleşi: Venhar Haber)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !