Mengüşoğlu: Sanatla ahlak yanyana olmalı
Vahim netice gözlerimizin önündedir. Kur’an’a bu toplumun hangi kesimi hakkıyla muhataplık yapmış ki şairler de yapsın.
Röportaj: Hüseyin Akın
Metin Önal Mengüşoğlu, hikâyeden romana, şiirden denemeye kadar farklı alanlarda birbirinden önemli eserler vermiş bir edebiyatçımız. Hüseyin Akın, Mengüşoğlu ile Vahiy ve Sanat kitabını merkeze alan bir söyleşi gerçekleştirdi. Beğenerek okuyacağınızı umuyoruz.
Metin ağabey, Vahiy ve Sanat kitabınız çıkalı üç yıl oldu. Kitabınızı kimi zaman kimsenin sormaya yanaşmadığı bir soru, kimi zaman da üstü örtülmüş bir cevabı ifşa ve izharmış edasıyla okudum. Elinize, dilinize, yüreğinize sağlık... Kitabınızın üslubundan aldığım cesaretle söze direk girmek istiyorum: Sanatın içerisinde biri, bir şair ve bir öykücü olarak kendinizi Allah’ın özel yetenek ve donanım bahşedilmiş bir kulu olarak addedebilir misiniz?
Merhum Mehmet Akif der ki “sanatın yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri ise ilhamdır.” Ben, üstadın bu kanaatini paylaşanlardanım. Buradan hareketle düşünüyor ve diyorum ki, kimse ama hiç kimse anasından özel bir donanım ve yetenekle doğmuş olamaz. Esasen Cenab-ı Allah’ın meşiyyetine ve sünnetine yakışmaz böylesine ayrıcalıklı bir yaratış. Ayrıca dahilerin, sanatkârların, bilgelerin ortaya koydukları değerleri toptan Allah’a, O’nun yaratışına irca ederseniz, o vakit insanın diğer yaratıklar karşısındaki ahseni takvim’ini zedelemiş, bozmuş olursunuz. Çünkü insan dışındaki bütün diğer yaratıkların irade dışı, içgüdüsel davranışları onların genlerine işlenmiş ve kodlanmıştır. Bir arı bal ve petekten, örümcek ise ağ kurup avlanmaktan öte bir şey yapabilme yeteneğine sahip değildir. Ayrıca yaptığını bozup yerine yeni ve başka bir şekilde yapma ufku ve vizyonu da yoktur. Oysa insan, yaratılmışlar içerisinde yalnızca insan, hem çok çeşitli üretme ve yaratma yeteneğiyle donatılmış, hem de yaptığını yıkıp bozarak yerine çok başka, çok farklı bir eseri koymaya mezun kılınmıştır.
Bütün insanlar eşit yaratılmıştır demiyorum. Bu telakki Müslüman dünyaya, Hıristiyan batının bir empozesidir. Hayatta eşitlik diye bir şey yoktur. Adalet vardır, mizan vardır, denge vardır. Eşitlik başka bir bahis, ancak kimi insanların imtiyazlı yaratılmış olma iddiası, insanı ve Allah’ı doğru ve sahih tanımayan zihnin saçmalamasıdır. Bir de geleneksel şark amentü ve akidesinden böyle bir sonuca varılmaktadır. Öyle ya “hayır da şer de Allah’tandır” diyerek kaderini bütün unsurlarıyla Allah’a havale edenler, ne hikmetse günahı O’na, sevabı ise kendilerine ayırma kurnazlığından da vazgeçmemişlerdir. Bu izahlarda sakatlık, yanlışlık vardır. İnsanın irade ve ihtiyarını elinden alan, onu rüzgârın önünde, boşlukta uçuveren bir saman çöpüne indirgeyen anlayışsızlık, elbette kimi insanlarda özel donanım ve yetenek, hatta ilahi güç görmekte gecikmeyecekti. Kitabımda ben işte tam da bu sebepten bir tevekkül ve kader sorgulaması yapmaya çalıştım. Bizim iman telakkimiz, kişinin, hür iradesiyle ilim temelli, bilinç ve basiret sacayağına oturmuş bir seçimi gerçekleştirmesi şeklindedir. Yine Salih amel ve şirk, küfür, fısk ve fücur da hür irade ile gerçekleştirilen eylemlerdir. Bu sebeptendir ki her birisinin farklı cezası vardır.
Hikmetin doğuşu...
Bir şairimize soruyorlar, “Nasıl şair oldunuz” diye. Şairimizin verdiği cevap oldukça manidar: “Şairliğim bir maliyet meselesidir, evde örneğin bir piyanom olmuş olsaydı belki de şiire hiç başlamayacaktım”. Yani böyle ya da buna benzer bir şey söylüyor şair. Siz de oldukça kalabalık bir ailede çocukluğunu geçirmiş birisi olarak nasıl başladınız yazmaya, piyanonuz olsaydı yine yazar mıydınız? Yoksa babanızın kendi halinde eski bir şair olmasının etkisi var mıdır?
İnsanoğlunda mevcut bütün yetenek ve donanımlar hususunda her sualin cevabını bulduğumu/ bildiğimi söyleyemem. Elbet yaradılış hikmetinin sahibinin uhdesinde bulunan bilgileri olabilir. Verili bilgilerin bütününe de ben sahip değilim. Lakin kitabımda da zikrettiğim bir kanaati yeniden hatırlayacak olursak diyorum ki ben “hikmet Vehbi olanla kesbi olanın izdivacından doğuyor.” İnsanda şüphesiz Allah vergisi bir takım potansiyel kuvveler, melekeler mevcuttur. Ama bunlar aramızdan sadece dahi veya sanatkârlara dağıtılmış ulûfeler değil bütün insanlığa ikram edilmiştir. Mayamızda, hamurumuzda mevcut bu melek(e)lere, çalışıp çabalayarak elimiz, beynimiz ve kalbimizin kazanımlarını da eklersek ortaya hikmet yani sanat, şiir v.b. çıkar. Babamın bir vakitler kendi halinde şiirler yazan biri olması benim şairliğe heveslenmemde rol oynamış mıdır; pek bilemiyorum. Lakin ninemin ezbere okuduğu hoyrat ve maniler ile dayılarımın yanık sesleriyle harika bir biçimde okudukları Harput türküleri elhak, şairliğimin ilk ve biricik tahrikçileri idiler. İnsanı şair, bilge, dahi v.b. kılan şey onun böyle biri olarak yaratılmış olması değil bence, böyle biri olmaya müsait vasatı yakalaması ve bu vasatın kendisine ilham ettiği yüzde birlik motivasyona, yüzde doksan dokuzluk ter ve çabasını katmasıyla mümkün olmaktadır kanısındayım.
Kanaatimce insanın yazması kadar yazdıklarını doğru adreslerde yayınlaması da ürüne ait değerin bir parçasını oluşturur. Siz ilk olarak yazdıklarınızı Mehmet Yasin müstearıyla Sezai Karakoç’un yönettiği Yeni İstiklal dergisine gönderdiniz. Sanırım bir şiirdi, ilk şiirinizdi bu. Üstat Karakoç şiirinizi beğendi ve orada yayınladı sizi yönlendirdi. Sonra Necip Fazıl’ın Büyük Doğu mecmuasına yöneldiniz. Türk Yurdu, Hareket ve Defne gibi dergilerde yazdınız. Bunun cevabını gerçekten epeydir merak ediyorum. Farklı fikir ve uzantılara sahip dergilerde bulunmanıza rağmen nasıl adınız düşünce planında o dergilerle nedense hiç anılmıyor. Bunun belli bir sebebi var mıdır? Yoksa bu istediğiniz bir şey mi, yani bilinçli bir tercih mi?
Ben sözü edilen ve daha adı anılmayan bir nice bu cephenin dergi ve gazetesinde ilk çalışmalarımı yayımladığımda genç hatta çocuk yaşta sayılırdım. Epeyce hevesli birisi idim. Çok okuyor ve bazılarına göre çok da yazıyordum. Yazdıklarım yayımlanmaya değer bulunuyordu. Necip Fazıl’ı ortaokul sıralarında bizzat tanıdım. Sözü edilen mecmuaları ise daha o tarihlerde okuyordum. Küçük bir adamdım ama hep büyük adamların arasındaydım. Ve zaten çalışmalarımı yayınlayanlar beni taşrada büyümüş bir adam sanıyorlardı. Vakta ki üniversiteye geldim, insanlara yüzümü gösterdim, düşüncelerim ve inançlarımın ve hatta pratiklerimin farklılığı, o güne kadar yüzümü görmeden bana itibar edenleri şaşırtmıştı. Hakiki ben olarak karşılarına çıktığımda gözlerinin bakış rengi, edası değişmişti. Onlar gibi düşünmüyordum çünkü. Büyük adamların huzuruna çıktığımda herkes gibi ağzımı mumlayıp oturmuyor, soru soruyordum. Sorguluyordum. Çok soranı sevmezler bu camiada. Terbiyesizlik ve hürmetsizlik sayarlar bu tutumu. ‘Hakiki ben’ onların nazarında artık ‘kendileri gibi olmayan birisi, eski köye yeni adetler getiren bir küstah’tı. İkonaklast sayılabilecek bir cüretkârlığım yok değildi. Hanif, muvahhid bir akideyi önceliyor, bid’at, hurafe ve her türlü kavmiyetçi asabiyetle mücadelenin gereğine inanıyordum. Tıpkı bu gün olduğu gibi... İşte bu sebeple o gün de bu gün de sözü edilen çevrelerin büyük çoğunluğu gözlerini kısarak bakarlar bana. Kendi koloni ve kamularına ait saymazlar. Mesela Ahmet Kabaklı sırf İslâmî tercih ve telakkimden ötürü beni ansiklopedisine almadı. Vakıa ömrünün sonuna doğru hakkımda Türkiye gazetesinde üç beş pişmanlık yazısı yazdı. Çünkü artık o da Temellerin Duruşması’nı kaleme almış, bir şeyleri anlamıştı. Lakin iş işten geçmişti. Oysa hemşehri idik ve Harput’taki bağlarımız birbirine kuş uçumu bir solukluk mesafedeydi. Ben hakkımı elbette helal ettim. Lakin vukuatı değiştirmek elimde değil. Asla şikâyetçi değilim. Ben günahlarım hariç kendimden ve konumumdan memnunum.
Kitabınızda yer yer Müslüman düşünür ve sanat adamlarının sanat telakkilerine atıfta bulunuyor ve bu konudaki hayal kırıklıklarını dillendiriyorsunuz. Türkiye’de ya da dünyada size göre Müslüman edebiyat ve sanat adamlarının en büyük çıkmazı ya da yanılgısı nedir?
Bence bu hususta en büyük tehlike din ile diyanetin, ilahî vahiy ile beşeri kültürün birbirine karıştırılmasıdır. Din, kurallarını Allah’ın koyduğu bir yapıdır. Diyanet ise bu yapının yaşanan bir modeli ve yorumudur. Tek bir model ve tek bir yorum vardır ki, o da Allah Elçilerine aittir, ona biz siret, sünnet de diyoruz. Bu pratikten daha iyi ve daha başarılısı yoktur, olamaz. Çünkü o yaşama modeli Allah tarafından takip edilip gerektiğinde ikazlarla düzeltilme imkânına sahipti. Oysa diğer insanların yaşama model ve pratikleri böyle bir ikaz imkânına sahip değildir. Öyle ise yanılma, aldanma, eksiltme, çoğaltma, uyuma ve unutma gibi bütün beşeri zaaflara açıktır. O vakit diyanetlerin din ile sıkça refere edilmesi gerekir. Hayal kırıklıklarımın büyük ekseriyetini, kişisel diyanet, içtihat ve pratiklerin, din yerine ikamesinde yaşıyorum. Mesela İmam Şafii’nin bir içtihadı birilerince din diye sunulmuyor mu buna tahammül edemiyorum. Yahut başka bir beşeri mesela İmam Gazali’yi “Hüccet-ül İslâm” namıyla anmanın vebali bence büyüktür. Çünkü hiçbir beşer hatta resuller bile beşer sıfatları ile İslâm’ın hücceti olamazlar. İslâm’ın tek hücceti İlahî vahiydir.
Müslüman dünyanın bu umumi çıkmazı sanat edebiyat alanında da kendini gösteriyor. Mesela veli sıfatı verilen kimi insanlara sıradan insanlardan farklı ve ayrıcalıklı güç ve kudretlerin verildiğine dair bir itikat İlahî vahyin hiçbir öğretisine sığmaz. Bunu sanatkârlara da teşmil etmek mümkün...
Yüce kitabımızda “şairlerden de söz eden müstakil bir sure vardır. Hakkı söyleyenleri istisna tutarak şairlerin yalancılıklarından, yapamayacakları şeyleri söyleyen hayalciliklerine kadar her tutumlarının fotoğrafı vardır adeta o ayetlerde. Buna mukabil Müslüman şairler acaba nasıl davranmışlardır? Hakkı söylemişler midir? Yoksa günahlarını ve yasak aşklarını meşrulaştıracak kurnazlıklar mı icat etmişlerdir? Mesela hiç düşündünüz mü, şu “felek” nedir yahut kimdir? Bir düşünün hem halk hem de yüksek zümre edebiyatında bir şamar oğlanı gibi durmaksızın tokatlanan felek aslında yaratıcının ta kendisidir. Ancak O’na adını vererek şikâyet ve yüklenmelerini yapamayanlar, şark kurnazlığı ile “felek”i yaratmış ve onu dövmüşlerdir. Aslında yapılan isyanlar doğrudan Allah’adır.
Beni bir şey daha şaşırttı. Kur’an san’at kelimesini doğrudan ve değişik türevleriyle defalarca kullanır. Ve bu eylemin bizzat Allah’a isnadını yapar. Yaratılmış arasında da sadece insan söz konusu edildiğinde insanın sanat faaliyetinde bulunduğunu öğretir. Lakin bu yüzlerce yıldan beri pek az Müslüman’ın dikkatini çekmiştir. Yine sanat eyleminin bir tür yaratıcılık olduğuna dair işaret ve yol haritalarına da rastladım Kur’an’da. Türkçedeki kısırlığın bir yansıması olarak yaratma eylemi, yalnızca Allah’a mahsus görülmektedir. Oysa Arapçada öyle farklı kelimeler var ki onların tamamını Türkçeye “yaratma” şeklinde çeviriyorlar. Mesela ibda, inşa, halaka, sanae, savvare v.b. Burada ibda, hiç yoktan, modelsiz yaratma manasındadır. Halketme ise bir modelden hareketle yaratmayı niteler. Bu inceliği gözetmediğiniz zaman elbette kul ile Allah’ın işini birbirine karıştırırsınız. Bu ve benzeri inceliklerin gözetilmediği gördüğüm içindir ki Vahiy ve Sanat kitabımı kaleme aldım.
Sanatın değil, sanatçının dini olur
Özellikle bir şair olarak Şuara suresi son ayetlerinin koşarken dizlerinizin bağını çözdüğü ya da dilinizin hızını kestiği oldu mu? Keşke şair olmasaydım, keşke hiç yazmasaydım dediğiniz anlar oldu mu hiç?
Olmaz mı? Bakın sizinle bir sırrımı paylaşayım. Belki biliyorsunuz, benim ilk şiir kitabımın adı Ben Asyalı Bir Ozan’dır. Sebebi ise işte bu ayetlerin üzerimde bıraktığı ürkütücü etkidir. Çok erken vakitlerde Kur’ana muhatap olan ben, çok da derin anlayamadığım bu ayetlerin “hakkı söyleyenler(i) müstesna” tuttuğunu demek ki geç ve güç öğrenmişim. Bu sebepten kendimin şair olarak değil ozan olarak anılması kurnazlığını denemişim. Tabii bugün öyle düşünmüyorum artık. Ayetlerin hakikati ortada. Ama bir başka hakikat daha var ortada. O da Müslüman dünya edebiyatında o ayetlerin resmettiği sayısız örnek. Bunları ne yapacağız, nereye koyacağız, nasıl tevil ve tercüme edeceğiz; doğrusu ben bundan acizim.
Sanatkâr veya şair bir mümin düşünün ki, şiirinde en ufak bir ahiret kaygısı, endişesi yoktur. Salt dünyacı bir terminoloji ile düşünüp yazmaktadır. Mesela intiharı övmekte, yasak aşkları dile getirmekte, kötü ahlakın bin bir türlüsünü dizelerinde terennüm edebilmektedir. Aklıma Abbasi şairi Ferezdak ile Sultan Harun Reşit arasındaki muhavere geldi. Şair, bir kasidesinde nice dilberle düşüp kalktığını, onlarla (yasak) dostluklarını anlatıyormuş. Sultan huzuruna çağırmış ve kendisine had cezası uygulayacağını söylemiş. Şair, kellenin pahalı olduğunu anlayınca, sultana, eğer durumuna dair Kur’an’dan delil getirirse, kellesini kurtarıp kurtaramayacağını sormuş. Sultan da elbet Kur’an’da bu halin meşruiyetine bir delil varsa kendisini affedebileceğini söylemiş. Şairin şu delili gösterip kelleyi kurtarmış; demiş ki sultana: “Sultanım ben şairim. Kur’an demiyor mu ki ‘Şairler yapmadıklarını söylerler?’”
“İslami Edebiyat” kavramına nasıl bakıyorsunuz? Düşünce ile duyarlık arasında kurulan bir köprü kabul edebilir miyiz İslami Edebiyat yaklaşımlarını?
Böyle bir tasnifi doğru bulduğumu söyleyemem. Ancak şunu söyleyebilirim ki, dışımızdaki dünya bu meşguliyete “dil, literatür” gibi adlar vermişlerdir. Oysa biz “Edebiyat” demişiz. Bu çok müspet ve emsalsiz bir değerlendirme ve adlandırmadır. Bu Müslüman dünyanın ötekiler karşısındaki hakşinaslığının, adaleti gözetmelerinin, batıl ve kötü ahlaka savaş açmalarının potansiyel bir ilanı ve izharıdır. Ahlak ile sanat, etik ile estetik arasındaki alaka kadim zamanlardan beri kurulan ve bilinen bir hadisedir. Lakin pratikte buna uyulduğunu söylemek kolay değildir.
Gelelim düşünce ile duyarlık arasında köprü kurma meselesine. Bilinmelidir ki Allah bir sinede iki kalp yaratmamıştır. Bu sebeple kişinin düşüncesi ile duyarlığı farklı alan ve cephelere sürüklemez kişiyi. Böyle bir durumla hiç karşılaşmıyor muyuz? Elbet karşılaşıyoruz. Ama bu durumun adı riyakârlıktır. Dünyamız ise riyakârlarla doludur. Olması gereken, beklenen ve özlenen odur ki edebiyatımızda düşüncesi ve duyarlığı paralel gitsin sanat adamının. Biri diğerine muhalefet etmesin. Eğer ederse ortada ahlaki bir sorun var demektir. Düşündüğü veya hissettiği gibi söylemeyen yahut söylediğini düşünüp hissetmeyen kişinin hali ve akıbeti yamandır.
Has sanatın, saf sanatın dini, ideolojisi olmaz türünden tartışmalar çokça yapılır. Elbette sanat aynı zamanda bir tekniktir. Onun niçin dini imanı sorgulansın ki? Ancak sanatkârın hem dini hem de ideolojisi yani fikriyatı, mefkûresi olur. Bu da sanatında kendini açık eder. Bundan kaçmak, kurtulmak çok mümkün de değildir. Ancak yine de kaçma çabalarına rastlıyoruz. Bu durumda ortaya çıkan ürün illetlidir, marazlıdır. Elbette sanatı sırf bir propaganda aracı kılmak, slogana boğmak değerini düşürür. İdeoloji ve dinim belli olmasın diye kendini gizlemek ise iki yüzlülüktür ve sanatın asıl değerini düşüren de bu tutumlardır.
Asrı Saadet’te şiir aynı zamanda bir tür psikolojik savaş unsuruydu. Peygamberimizin İslam düşmanı şair Ka’b bin Eşref’i cezalandırmaları için sahabeye yetki verdiğini ve Müslüman şair Hasan bin Sabit’i de İslam düşmanlarının moralini bozacak şiirler söylemeye teşvik ettiğini biliyoruz. Günümüzde de Müslüman şairin sizce böyle bir misyonu var mıdır?
Kanaatimce bütün zamanlarda sadece şairlerin de değil her tür sanatkârın buna benzer bir işlevi vardır ve olmuştur. Mesela Türkiye’de sosyalist birtakım fikirlerin yaygınlaşmasında kimi yoksulluk edebiyatı yapan sanatkârların rolü, siyasilerden daha ziyadedir. Hatta sosyalist kimi fikirleri bize bile sempatik gösteren şey Nazım Hikmet’in mısraları değil midir? O’nun Memleketimden İnsan Manzaraları yahut Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin adlı kitapları hangi hedefleri dövmektedir? Ya Necip Fazıl? O’nu insanlar neden bu kadar sevmekteler? En büyük en sıkı en başarılı şair odur diye mi? Hayır! Sanatına sahici işlevini yüklediği için. Oysa ilk dönemlerinde yani bohem hayatı yaşarken de şairdi O. Hatta daha da ünlü idi salt şair sıfatıyla. Ama o mücadelesi ile şiirini birleştirdiği için daha önemli bir iş görmüştür. Bazıları bu tutumunun onun şiirini zayıflattığı iddiasındadırlar. Bu iddia doğru olsa bile, Necip Fazıl’ı Necip Fazıl yapan unsurlarda ne eksilmiştir, kim bana bunu açıklayacak? Ayrıca hangi kıstas yahut kriterler bu eksiklik yahut fazlalığı bire bir tespit edebilir ki? Bu değerlendirmeler tamamıyla sübjektiftir, görelidir, yanıltıcıdır, mutlak değildir.
Mehmet Akif’i hatırlayalım isterseniz. Bugünkü kuşağa O’nun dili epeyce zor ve eski gelecektir. Lakin Akif Türkçe Edebiyatın vazgeçilemez bir ana unsuru olarak yaşamakta ve besbelli ki yaşayacaktır. Abdulhak Hamit yahut Tevfik Fikret’ten daha büyük bir şairdi diyebilir miyiz Akif için? Yahut böyle bir mukayese doğru mudur? Şu doğrudur ki Akif, ötekilerden daha çok okunmakta ve daha az unutulmaktadır. Bunun tek sebebi düşünce ile duyarlığını birlikte kullanması, inandığını söylemesi, samimiyeti, bir de odun gibi olsa bile hakikati terennüm etmesi değil midir?
Bir dilin şairi, o dili konuşan kavmin çocuğudur. O kavmin folklorik bir unsurudur. Eğer mensubiyetini ve aidiyetini konuşmuyor ve yazmıyorsa o kendine yabancılaşmıştır. Kendine bile yabancılaşan insan ise kimseye yakınlaşamaz. Yakınlaşsa bile sahte ve yalancı bir yakınlıktır bu. Bir de var ki yeryüzünde esasen iki millet yaşamaktadır. Hak taraftarı olan İslam milleti ile batılın yandaşı küfür milleti. Hangi dili konuşur ve hangi dilde düşünürse düşünsün müminler ana gövde saydığımız İslam Milletinin de birer ehlidirler. Kavmi mensubiyetini büyük denizlere dâhil olan ırmaklar gibi asli milletinin ana gövdesine katmak için çabalar. Bunun için ırmağını inkâr etmesi gerekmez. Bütün diğer ırmaklarla beraber aynı denize katılışının türküsünü söyler, heyecanını yaşar. Dünyada olup bitenlere, kendi milletinin maruz kaldıklarına kayıtsız bir şairi, sanat adamı olarak düşünmek bile istemem. Allah elçisinin onayladığı sanatkâr da işte böyle birisi idi...
Müslüman halkımızın edebiyat ve sanata mesafeli yaklaşmasını neye bağlıyorsunuz? Edebiyat millet olarak şu ana kadar yaramıza merhem olmadı mı yoksa?
Müslüman kültür şii dünyada imamet mitolojisini din’in asliyetinin önüne çıkardı. Sünni dünyada ise bu saltanat ideolojisi biçiminde tezahür etti. İmamlar ve sultanlar ürettikleri içtihat ve her türlü beşeri kültürel ve folklorik malzemeyi halkına dinin aslı gibi empoze etti. Halklarını din’in ana kaynağından mahrum bıraktı. Yüzlerce yıllık saltanat dönemlerinde din’in ana kaynağı olan Kitab-ı İlahi halkların eline kendi dilleriyle hitap eden bir metin olarak sunulmadı. Hatta bunun günah olduğu vurgulandı. Yüce Kur’an halk nazarında bir muska kitabından öte işlev görmez oldu. Bunun yerini imam ve sultanların emir ve talimatları aldı. Halkın amentüsünü onlar yazdı/ yazdırdı. Akaid kitapları onların zalim ve fasıklarına bile itaati vacip saydı. Halkı kaderci yaptı. Tek tipleştirdi.
Sanat ve edebiyat düşünen, üreten insanların işiydi. İmam ve sultanların düşünen insanlara karşı mesafeli durması elbet anlamlıydı. Düşünen ve üretenler, bir gün imam ve sultanları da eleştirebilirdi. O halde bol bol yasak ve haramlar üretilmeliydi. Resim, heykel, müzik, Kur’an tercümesi, büyükler karşısında hikmetlerinden sual eylemek gibi işler yasaktı, haramdı. Hafiflikti. Ancak imam ve sultanları öven kasidelere izin vardı ve onlara bol keseden ulûfe dağıtılırdı. Siz söyleyin şimdi hür düşünce ve hür sanat bu vasatta nasıl filiz verecekti? Bütün bunlara rağmen yine de dönüp tarihe baktığınız zaman Numan bin Sabit’ten Mehmet Akif’e kadar bizim milletimizin söz söyleyen ustaları düşünürler ve sanatkârlardı. Düşünce ve sanat her vakit toplum ve bireylerin kalp ağrılarına tercüman olmuştur. Yeter ki soluklanmasına izin verile, önleri kesilmeye.
Son olarak, Müslüman şairlerin Kuran (vahiy) bağlantısını nasıl görüyorsunuz? Kuran şiirimize akıyor mu? Kuran rezervini yeterince kullanabiliyoruz mu?
Vahim netice gözlerimizin önündedir. Kur’an’a bu toplumun hangi kesimi hakkıyla muhataplık yapmış ki şairler de yapsın. Benim maksadım asla geçmişi karalamak değil. O geçmiş benim de geçmişimdir. Ben de bir miktar o geçmişe mensubum, aidim. Ama bu itiraf neyi çözüyor ki? Müslüman Türkçe edebiyatta İslam imajı yahut Kur’an imkânları diye bir araştırma yapsak, yüzlerce yılın birikimsizliği karşısında sanırım utanırız.
Vakıa budur diye umutsuzluk ve kötümserlik haleti ruhiyesi ile bir uzlet köşesine mi çekileceğiz? Asla! Ayrıca araştırma ve incelemelerime dayanarak rahatlıkla şunu söylüyorum yıllardır ben: Müslüman Dünya (özelde Türkçe düşünen ve konuşan) Müslümanlık tarihleri boyunca şu son elli yıldaki kadar Kur’an okumadı ve O’na bunca yakın durmadı. Bu çok değerli ve önemli bir gelişmedir. Bugün kütüphanelerimizi dolduran Türkçe telif ve tercüme Kur’an meal ve tefsirlerinin sayısı yüze ulaşmıştır. Tüm Osmanlı sultanlığı döneminde mütekâmil kaç meal ve tefsir vardı dersiniz, Türkçe dilinde? Birisi bunun sayısını araştırsın ve lütfen bana ulaştırsın. Çünkü benim bugüne kadarki araştırmalarım bu soruya “hiç” cevabını vermeye hazırlanıyor.
Bütün bu olumsuz tabloya rağmen diyorum ki, kardeşler, kervan yola çıkmıştır.
(Röportaj: Hüseyin Akın / Milli Gazete)