11-07-2022 10:53

“Merhale” Ne Yönde İşliyor?

Kimi İslami çevreler, o günlere kadar istikrarlı bir şekilde, sebat üzere sürdürdükleri söz konusu akidevi/ilkesel tutumu, 28 Şubat döneminde uygulamaya konulan zulümlere son verilmeye başlanmasıyla birlikte, akidevi7ilkesel tutumu arka plana atarak yaşanan sürecin cazibesine kapıldı ve o güne kadar savunulan Kur’ani/Nebevi ilkelerle bağı koparılmış, reel politik bir düzleme oturan “maslahat”, “merhale fıkhı” gibi söylemlerle giderek Ak Parti’nin aktif destekçisi haline geldi. 2009 yılında Davos’ta yaşanan “van minut” olayı, İslami çevrelerin o güne kadar haklı olarak câhiliye kavramı çerçevesinde değerlendirdikleri mevcut sistem içi politik süreçler ve aktörlere “İslami anlamlar” yükleme noktasında etkili bir olay oldu.

“Merhale” Ne Yönde İşliyor?

2002 Kasım seçimleri, sonucu önceden az-çok bilinen bir seçim niteliğindeydi. 28 Şubat cuntası ve onun güdümündeki hükümetler tam anlamıyla bir enkaz bırakmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı yaptığı dönemde ortaya koyduğu “hizmet siyaseti”yle geniş toplum kesimlerinin beğenisini kazanan ve 28 Şubat sürecinde okuduğu bir şiir gerekçe gösterilerek hapse atılıp siyasi yasaklı hale getirilmesiyle de mağdur duruma düşürülerek, siyaseten tam anlamıyla parlatılmış olan Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan Ak Parti, kurulduğu 1 Ağustos 2001 tarihinden 15 ay sonra yapılan seçimlerden ezici çoğunlukla galip çıkmış ve bugüne kadar sürecek olan Ak Parti Hükümetleri dönemi başlamış olacaktı.

Ak Parti’nin bu seçim başarısında rol oynayan iki temel faktör vardı: 28 Şubat sürecine duyulan tepki ve öfke ile ortaya çıkan ekonomik enkaz. Ak Parti, “yeni bir Türkiye” vizyonu, topluma alan açmak, devletin sınırlandırılması, vesayetin rotadan kaldırılması, sivilleşme gibi söylem ve iddialarla iş başına geçti.

Ekonomide, ortaya çıkan enkazını kaldırmak amacıyla son 28 Şubat hükümeti tarafından Dünya Bankası’ndan şaşaalı bir şekilde kurtarıcı olarak getirilen Kemal Derviş’in politikaları ve yanı sıra küresel finans piyasalarından sıcak para girişine dayalı tamamen kapitalist eksenli bir yaklaşımla piyasaları rahatlatma adımları atılırken, askeri vesayetin geriletilebildiği oranda da 28 Şubatın başörtüsü yasağı, Kur’an kursu kısıtlaması, İHL’lere yönelik katsayı uygulaması gibi yasakçı ve dayatmacı uygulamaları ortadan kaldırılmaya çalışıldı.

Tabi içeride 28 Şubat uygulamalarına karşı bir politika sürdürülürken, dış politikada 28 Şubat’ın ana kıblesi ABD ve Siyonist işgal rejimiyle ilişkiler konusunda 28 Şubat politikalarıyla paralel bir çizgi izlenmekteydi. O kadar ki, ABD “kitlesel silah” yalanıyla Irak’ı işgale hazırlandığında, Ak Partili ekonomi bakanları işgale destek karşılığında para koparabilmek için dönemin ABD Başkanı G.W.Bush’un tabiriyle “at pazarlığı”yla iştigal etmekteydi, ayrıca “Irak’a ilk bomba düştüğünde 8 milyar dolar hesaplarda” açıklaması yapmaktalardı.

O dönemde İslami çevreler, tıpkı 28 Şubat sürecinde cunta ve hizmetçisi hükümetler karşı olduğu gibi, Irak işgaline destek pozisyonu alan Ak Parti hükümetine karşı da son derece etkili bir mücadele ortaya koymuşlar ve üslerin kullandırılması gibi fiili destek kararlarına engel olamasalar da, daha ileri adımlar olan işgalci ABD askerlerinin Türkiye topraklarında konuşlandırılıp buradan Irak’a girmeleri adımlarına engel olmuşlardı.

Ak Parti’nin askeri vesayeti geriletme süreciyle birlikte jakoben, baskıcı laikliğe dayalı 28 Şubat uygulamalarını adım adım ortadan kaldırmaya başladığı süreçlerde (ki mesela üniversitelerde başörtüsü yasağının sona erdirilmesi 2007 yılını bulmuş, kamu personeli için ise bu yasak 2013 yılına kadar devam etmiştir), Ak Parti’nin ana destekçi kitlesi “dindar muhafazakâr” toplum kesimlerinin yanı sıra, o döneme kadar mevcut laik-kemalist düzen ve onun yönetim yönetim kadrolarının belirlendiği seçimler ve yönetimine namzet olan partiler konusunda “akidevi teberri / câhiliyeden ilkesel kopuş” temelli bir tutum içerisinde bulunmuş olan İslami çevrelerde de sürece entegrasyon adımları görülmeye başladı.

Kimi İslami çevreler, o günlere kadar istikrarlı bir şekilde, sebat üzere sürdürdükleri söz konusu akidevi/ilkesel tutumu, 28 Şubat döneminde uygulamaya konulan zulümlere son verilmeye başlanmasıyla birlikte, akidevi7ilkesel tutumu arka plana atarak yaşanan sürecin cazibesine kapıldı ve o güne kadar savunulan Kur’ani/Nebevi ilkelerle bağı koparılmış, reel politik bir düzleme oturan “maslahat”, “merhale fıkhı” gibi söylemlerle giderek Ak Parti’nin aktif destekçisi haline geldi. 2009 yılında Davos’ta yaşanan “van minut” olayı, İslami çevrelerin o güne kadar haklı olarak câhiliye kavramı çerçevesinde değerlendirdikleri mevcut sistem içi politik süreçler ve aktörlere “İslami anlamlar” yükleme noktasında etkili bir olay oldu.

Başörtülü Milletvekili, Başörtülü Polis

Biz İktibas Dergisi olarak tüm bu süreçlerde, 28 Şubat süreci zulümlerinin ortadan kaldırılmasının olumlu gelişmeler olmakla birlikte, tüm bu olup-bitenlerin neticede mevcut sistem içi bir değişime tekabül ettiğini, 28 Şubattaki denemesi başarısızlıkla neticelenen jakoben laik uygulamalar yerine, ılımlı, anglo-sakson laikliğin tahkim edilmekte olduğunu belirtmeye çalıştık ve Müslümanları akidevi duruşlarında sebatkâr olmaya dâvet ettik.

Neticede memlekete Allah’ın dini/nizamı egemen kılınıyor değildi. Bilakis, baskı ve dayatmaya dayalı jakoben laiklik yerine, ılımlı jakoben laikliğin tahkimiyle birlikte mevcut câhiliye düzeni güçlendirilmiş, taban desteğine kavuşturulmuş oluyordu.

Nitekim başörtülü bir milletvekilinin “din ayrı, hukuk ayrı” minvalindeki son çıkışı ve yine başörtülü bir polisin başörtülü hanımları copladığı görüntüler, değişimin mahiyeti konusunda yeterince fikir veriyor olmalı. Neticede başörtülü bir hakimin hangi yasalarla hükmettiği de ortada.

Hal ve gidişat bu minvalde olduğu halde, kimi İslami çevreler geçmiş dönemlerde gerek Özalizm gibi ılımlı, gerekse 28 Şubat gibi sert rüzgarlara maruz kaldıklarında zaafa uğratmadan sürdürdükleri “cahiliyeden ve aktörlerinden akidevi teberri” temelli ilkesel tutumlarından bu defa “merhale merhale” uzaklaşmaya başlamış, bu durumlarını meşrulaştırmak için de yukarıda belirttiğimiz gibi, İslami bağlamından uzak bir şekilde “maslahat” ve “merhale fıkhı” gibi argümanlar ortaya atma ihtiyacı duymuşlardı.

İslam biz müntesiplerinden, nefsimizi temize çıkarmamayı (Bkz: Necm, 32), fert ve topluluklar olarak kendimizi Allah’ın ölçüleriyle sürekli muhasebe ve murakebeye tâbi tutmamızı, nasuh tevbeyle Rabbimize yönelmemizi (Bkz: Tahrim, 8) istemektedir. Aslında güğbnde beş defa ikame etmekle emrolunduğumuz namazın bir anlam ve işlevi de budur. Rabbimizin ölçülerini sürekli hatırlamak, gündelik koşturmacadan fert ve topluluk olarak kendimizi alıkoyup Rabbimize yönelim bilincimizi tazelemek…

İşte İslam’ın bizi yükümlü kıldığı bu muhasebe ve murakabe çerçevesinde bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak, yukarıda söz ettiğimiz süreçler ve bu süreçlerde ortaya koyduğumuz tercih ve duruşlarımız konusunda da zaman zaman kendimizi muhasebeye tâbi tutmamız gerekir, diye düşünüyoruz.

Bu minvalde geldiğimiz noktada şu sorunun sorulmasının, kimi İslami çevrelerin mevcut durumlarını gözden geçirmeleri ve fırsat varken nasuh tevbe ile “fabrika ayarlarına” dönme imkânına kavuşmaları açısından elzem olduğu kanaatindeyiz: Evet, Ak Parti sürecinde bir merhale yaşandı, yaşanmakta. Peki bu merhale hangi yönde işlemekte, hangi sonuçları vermektedir?

Anayasa ve Merhale Süreci

İki somut örnek üzerinden değerlendirmeye çalışalım inşallah. Önermeye göre, bu coğrafyada Müslümanlarca arzulanan gelişmeler Ak Parti sürecinde “yavaş yavaş”, belli bir merhale ile gerçekleşecekti! Zira hiçbir şey birdenbire olmazdı!

Tabii ki bizim, işin başında mevcut düzenin batıyı kıble edinmiş olan bâtıl paradigmasına, bu paradigmaya dayalı egemenlik ilişkisine ve putperest ideoloji ve kültürüne açık tavır alıp onunla akidevi olarak ayrışma tutumu ortaya konulmadığı takdirde, tüm yapılıp edileceklerin, gözetilecek merhalelerin neticede bu düzeni tahkim edeceğine, bâtıla hak elbisesi giydirme (Bkz: Bakara 42) ameliyesinden öteye gidemeyeceğine dair ikazlarımız kulak ardı edildi. Bâtıldan hakka giden bir yol olmadığı biliniyor olmasına rağmen, gelişmeler kendi gerçekliğinde okunmayıp duygusal anlamlarla teçhiz edilerek bâtıldan hakka gidecek bir yol vehmedildi.

İlk somut örneği bu noktadan verelim. Ak Parti, 2010 referandumu öncesi ve sonrası dönemde “ideolojiden arındırılmış sivil anayasa” söylemleriyle bir gündem oluşturmaya çalıştı. Tabii ki bu tamamen liberal bir yaklaşımın ürünüydü. Birçok İslami çevre, Kemalist vesayete karşı bu liberal söylemi bir “merhale” olarak gördü ve destek açıklamaları yaptı.

İdeolojik safiyet, akidevi netlik ve istikamet bilinci açısından liberal söylemi bir merhale olarak görmek ve meşrulaştırmak tabii ki İslami açıdan kabul edilebilecek bir yaklaşım değildi ve üstelik bir Müslümanın Âlemlerin Rabbi’nin ölçü ve hükümlerini esas alan bir anayasadan başka bir anayasa formuna destek vermesi kabul edilebilecek bir şey değildi.

Buna rağmen çeşitli “İslami” çevreler liberal temelli bir anayasa arayışına desteklerini açıkladılar ve bu çerçevede 2010 referandumunda da aktif destek pozisyonu aldılar. Hesaba göre liberal bir anayasa yapılıp Kemalist vesayet aşılacak ve buradan da İslamlaşma sürecine giden merhaleler inşa edilebilecekti! Nasreddin hocanın, koyunların yünleri çite takılacak, onlarla ip yapılıp satılacak ve öylece borç ödenecek hesabı misali!

İşte develer tellal pireler berber iken bizim Müslümanların “merhale fıkhı” üzere, liberal bir anayasa ve oradan da İslamlaşma sürecine giden kâzip rüyalar gördükleri o demlerden bugünlere gelindi ve bugün artık iktidar mahvillerince kulaklarına çalınan “Yeni anayasa laiklik ve Atatürk üzerine kurulacak” açıklamalarıyla o kâzip rüyalardan uyanmak zorunda kalıyorlar. Kısacası 20 yıllık “merhale” söylem ve rüyasının (!) müşterilerini getirip bıraktığı yer, kemalizmin köhne kapısından başka bir yer değil.

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı ve Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum, geçtiğimiz ay içinde konuk olduğu bir programda tam olarak şunları söylüyordu: "Ben yurtsever sol demokrat bir adamım. Atatürk hepimizin kırmızı çizgisidir, Türkiye benim kırmızı çizgimdir, Cumhuriyetin birikimleri benim vazgeçilmezimdir. Yeni Anayasa çalışması bu birikim üzerine kurulacak. Cumhuriyet, laiklik, Atatürk üzerine kurulacak."

İşte 20 yıllık “merhale”nin iktidar cenahını anayasa konusunda getirdiği nokta bu. Mevcut sistem içi işleyiş açısından “İslami bir düzen ve anayasa” zaten başından itibaren kâzip bir rüya durumunda idi ve fakat birileri bu kâzip rüyaya inanarak Polyannacılık oynamakta bir fayda gördüler. Yerleşik kemalist hegemonyanın vesayeti sebebiyle epey zor da olsa, mümkün olabilecek olan ancak liberal bir anayasaydı. Görüldüğü gibi an itibariyle “merhale”nin o ayağı bile suya düşmüş durumda.

Fecr-i Sâdık, Fecr-i Kâzip

Bir diğer somut örnek de, Türkiye’nin siyonist işgal rejimiyle ilişkilerinin seyri. Filistin topraklarının, İngiliz emperyalizminin himayesinde silah zoruyla gasbı sonucu, İngiliz/Amerikan emperyalizminin bölgedeki ileri karakolu olarak kurulan siyonist işgal rejimini ilk tanıyan ülkelerden biri olan Türkiye, kimi dönemsel sorunlar dışında bu işgal rejiminin bölgedeki yakın müttefiklerinden biri oldu. 28 Şubat süreci ise bu ilişkinin stratejik ortaklığa evrildiği bir dönem oldu.

Ak Parti yönetimleri, başından itibaren ABD ile iyi ilişkiler kurmayı öncelediği için, onun bölgedeki kâhyası siyonist işgal rejimiyle de iyi ilişkiler içinde olmaya gayret etti. Tabii ki bu ilişkiler, 28 Şubat sürecinin stratejik müttefiklik ilişkileri boyutunun çok gerisindeydi.

Bu süreç, siyonistlerin 27 Aralık 2008 – 18 Ocak 2009 tarihleri arasında Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği ve önemli bir kısmı çocuk ve kadınlardan oluşan bin 200 civarında mazlumun katledildiği ağır saldırılar ve bu saldırılardan kısa zaman sonra (29 Ocak 2009) Davos’ta yaşanan Tayyip Erdoğan – Şimon Perez tartışmasıyla ilişkilerin ciddi şekilde bozulmasına evrildi.

31 Mayıs 2010’da Akdeniz’in uluslararası sularında İHH tarafından Gazze’ye yardım götürmek üzere organize edilen Mavi Marmara gemisine Siyonist işgalcilerce yapılan ve 10 Türkiyeli Müslümanın hunharca katledildiği saldırıyla daha da gerginleşti. Bu saldırı ve katliam ile Türkiye’de siyonist katillerle ilgili açılan ceza davalarının, Türkiye’yle siyonist işgal rejimi ilişkilerini geri dönülmez şekilde koparacağı düşünülürken, Türkiye ile siyonist rejim arasında 2015 yılında imzalanan “Mavi Marmara Anlaşması”yla ilişkiler yeniden düzelme yoluna girdi.

Tabi tüm bu süreçlerde Türkiye ile siyonist rejim arasındaki ticari ilişkilerin hiçbir şekilde devam etmiş olduğunu, Türkiye’den bu işgal rejimine ihraç edilen demir-çelik ürünleriyle, jet yakıtının işgal ordusunun ihtiyaçları için kullanıldığını belirtmiş olalım.

Gazze’ye yönelik saldırılar, işgal başkentinin Kudüs’e taşınma kararı gibi krizlerde Türkiye ile Siyonist rejim ilişkileri dönemsel krizler yaşamış olsa da, inişli-çıkışlı olarak bugünlere geldi ve birkaç ay öncesinde siyonist rejimle ilişkileri normalleştirme söylemleri tedavüle sokulmaya başlandı.

Nihayet karşılıklı heyet ziyaretleri sonrasında mevcut işgal şefi İsaac Herzog’un Mart ayında Türkiye’yi ziyareti ve Ankara’da şaşaalı bir törenle karşılanıp, siyonist işgal bayraklarının Ankara bulvarlarında dalgalandırılıp askerlerin elinde taşıtılması gibi son derece abartılı bir sahiplenme seremonisine muhatap kılınmasıyla söz konusu “normalleşme” ete kemiğe büründürülmüş oldu.

Yapılan görüşmeler ve açıklamalar, yaşanan “normalleşme”nin ana ekseninin “Akdeniz gazı” ve bu gazın Avrupa’ya taşınması olduğunu ortaya koyuyordu. Kısacası Ak Parti yönetimi, doğu Akdeniz’deki Filistin gazını gasbeden işgalci siyonistlerin bu gasbına tavır koyup ona karşı Filistinlilerin hak mücadelesine destek vereceği yerde, gasba açık şekilde ortaklık anlaşmaları için zemin hazırlamaktaydı, siyonist işgal rejimiyle yeniden “normalleşme” yolunda ilerleyerek.

Son olarak bu çerçevede Kudüs’e bir ziyaret gerçekleştiren Türkiye Dışişleri Bakanı ile siyonist dışişleri bakanı arasındaki gülüşmeli kebap muhabbeti, işin şimdiden “normalleşme”nin ötesine taşındığını göstermektedir. Görüldüğü üzere bu konuda da “merhale”, öngörülüp arzulandığı yönde değil, reel politika denilen konjonktür ilahının gerektirdiği yönde şekillenmiş bulunuyor.

Kısacası evet bir “merhale süreci” işliyor. Fakat bu süreç, hiçbir şekilde “merhale fıkhı” yaklaşım ve söylem sahiplerinin hayal ettiği düzlemde gerçekleşmiyor. Bu apaçık gerçekler, Kitab-ı Kerim’in bize haber verip çerçevesini çizdiği, esasını da usulünü de bildirip müjdelediği fecr-i sâdık yerine, fecr-i kâziplere aldananları, koşuşturup durduklarının bir su kaynağı değil serap olduğunu aynel yakîn müşahede ettikleri bu durumda, nasuh tevbeyle arınmak ve “fabrika ayarlarına” geri dönmek tercihine götürür mü, inşallah bekleyip göreceğiz.

(İktibas, Haziran sayısı manşet yazısı)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !