Şükrü HÜSEYİNOĞLU

13 Mart 2018

MEYDANI DİN HAKKINDA AHKÂM KESENLERE BIRAKMIYORUZ!

İnternetteki kişisel sayfamda sâbitelerimize ve güncele dair yaptığım değerlendirmelerin bir kısmını, belli periyodlarla bu şekilde birarada paylaşmaya devam ediyorum. Tüm bu değerlendirmelerimizi, bir Müslüman olarak Rabbimizin bizlere yüklediği temel sorumluluğumuz olan şahitliğimizi yerine getirmek ve meydanı din hakkında ahkâm kesenlere bırakmamak bilinci çerçevesinde yaptığımızı belirtmekte fayda görüyorum.  

Sizleri, son günlerin başat gündem konularından olan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "İslam'ı güncelleme" söylemi ve sonrasındaki tartışmalar başta olmak üzere çeşitli konulardaki değerlendirmelerimle başbaşa bırakıyorum:

Haklarını yemeyelim, politikacılar da ara sıra doğru şeyler söylüyor. 
Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan Sakarya'da halka hitap ederken dedi ki:
"Din adına ahkâm kesenlere meydanı boş bırakmamak lazım. Bunlara gereken cevaplar verilmeli."
Ben de aynen böyle düşünüyorum. Müslümanlar, laik bir devletin başkanı olduğu halde ikide bir İslam adına ahkâm kesen, "Laiklikle İslam bağdaşır", "Paranın dini imanı olmaz" gibi sözleri üstelik hep de Kahire, Riyad, Cidde gibi şehirlerde dile getiren, bir bakıma Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya yeltenen Erdoğan'a meydanı boş bırakmamalıydı ve güçlü şekilde itiraz etmeyi bilmeliydi.
Bugün onun çağrısıyla vır vır konuşan ve saray uleması durumuna düşen İlahiyat çevreleri asıl o günlerde konuşup hakla bâtılın uzlaştırılmaya çalışılmasına, bâtıla hak elbisesinin giydirilmeye kalkışılmasına karşı çıkmalıydı.

İslam'ın insandan ilk istediğinin niçin Allah'a imandan da önce tağutu inkâr/red olduğunu, şu yaşadığımız süreçlerde çok daha iyi idrak edebiliyoruz.

“Diziler Araplara tabu yıktırıyor” başlıklı bir araştırma haberi üzerine:

"Ümmetin son kalesi" Türkiye'nin İslam coğrafyasındaki rolü işte bu.
Habertürk gazetesinde yer alan habere göre Türk dizileri Arap ülkelerinde aile yapısını altüst etmiş, mesela "Gümüş" adlı dizi sebebiyle boşanmalar artmış durumda.

Merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş:

"Ey NATO, bize görev verdin de biz Afganistan'a koşmadık mı? Sen ne zaman bizim yanımızda olacaksın?"

Ver Mehteri ver!

Kir topu gibi yeni bir 28 Şubat kapıda görünüyor.
Ne de olsa bugünkü iktidarın ortakları olan İP ve MHP 28 Şubat hükümetlerinin de paydaşlarıydı.
Bana ortağını söyle, sana kim olduğunu söyliyim!

Büyücülüğün geçmişte kalan bir meşgale, büyücülerin de salt kadim zamanların bir sorunu olduğunu zannederler yanılıyor.
Tilki midir zilli midir her neyse yaptığı fuhuşlarla medyada yer alan fahişelerin itibar sahibi olduğu,
Küçücük kız çocuklarını dansöz kıyafetiyle ekranlara çıkarıp şehvetperestlere seyir malzemesi yapan kadın pazarlayıcılarının medya patronu olarak saygı gördüğü,
Devletin bizatihi sertifika vererek ve polisiyle koruyarak bu ülkenin kadınlarını şehvetperestlere pazarlattığı kerhanelerden alınan vergilerin "kutsal kazanç" kabul edildiği,
Buna karşılık binlerce saatlik konuşmaları arasından mercekle aranıp bulunan birkaç yanlış cümleden ötürü ilim adamlarının lince tâbi tutulduğu bir ülkeye ve yönetimine İslami anlamlar yüklemeye kalkışan bugünün Samirilerini görmüyor musunuz?
Bunlardan daha maharetli büyücü mü olur?

Bir önceki genel seçimlerde Kılıçdaroğlu’nun, şimdi de Erdoğan’ın bozkurt işaretiyle kitlelerin karşısına çıkması üzerine:

Ampul izi, ok izine ve hepsi birden kurt izine karıştı.:)
Hep söylüyoruz fakat artık düne kadar muvahhid olanlara bile anlatamıyoruz: 
Politikacıların sâbitesi yoktur, onların tek sâbitesi/kutsalı oydur ve oy oranlarını gösteren anketlerdir.
Ey insanlar, şayet bâtıldan beri olup edip Hakka ittiba etmek gibi bir kaygı ve gayeniz varsa, bunun ilk adımı politikacılardan ictinab etmektir.

Bir ampul uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!
(Batan güneşler: AKP'ye angaje olarak, Tevhidi duruş ve konumunu kaybeden ve onunla birlikte bâtıl sistem içi politik süreçlere entegre olan dünün muvahhidleri).

Malum gündemle ilgili artık çok gerekli olmadıkça son yorumum:
Müslümanlar olarak şu ölü halimizle bile Cumhurbaşkanı'na geri adım attırmış olmamız önemli.
8 Martta alenen Fazlurrahmancılık oynamaya ve "1400 yıl önceki hükümler" söylemiyle ahkâm-ı Kuraniyyeyi güncellemekten söz etmeye kalkışan Cumhurbaşkanı, kendi deyimiyle "hocaefendilerin tefe koymasının" ötesinde güçlü tepki alınca, 9 Martta söylem değiştirmek zorunda kaldı.
İnşallah bu konu birileri için Müslümana yakışanın dahası farz olanın, "Padişahım çok yaşa" goygoyculuğu yerine "Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var" bağımsız-muhalif duruş olduğunu anlama konusunda bir milad olur.

Cumhurbaşkanı'nın bugünkü "Dinde reform gibi bir derdimiz yok. Bu haddimize değil" sözü dünden bağımsız ele alındığında olumlu fakat ortada dünden kalan koskoca bir enkaz var.
Hiçbir şekilde tevil edilemeyecek olan dünkü "İslam'ın güncellenmesi gerekir", "İslam'ı, 14-15 asır önceki hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız, böyle bir şey yok" gibi sözlerinin enkazını temizleyecek, açıkça haddini aştığını, Demirelvari konuştuğunu kabul edip kamuoyuna bunu deklare edecek kelam etmeden yapılan bugünkü açıklaması gelen tepkileri dindirmeye matuf bir politik manevra görüntüsü veriyor.
Politikacıların bu manevralarından bıktık usandık artık. Lütfen laik bir devletin yöneticileri olarak işinize bakın, Allah'ın dinini rahat bırakın.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "İslam'ı güncellemeliyiz" sözlerinin arka planını anlamak için 1997 yılına kadar gitmek lazım.
O yıl İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından "İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi” başlıklı uluslararası bir sempozyum düzenlenmişti.
Erdoğan da İBB Başkanı sıfatıyla sempozyum tanıtım broşürüne bir sunuş yazısı yazmış ve şöyle demişti:
“Fazlur Rahman, İslam dünyasında olduğu kadar Batı’da da önemsenen, düşünce ve tezleri üzerinde geniş tartışmalar açan bir şahsiyettir. Düşünce hayatıyla yakından ilgilenenler merhum Fazlur Rahman’ın Türkiye’de ne büyük bir etkiye sahip olduğunu bilirler.”
Erdoğan bu kadarla da kalmamış, Fazlurrahman'ın tarihselcilik konusundaki modernist (yani Kur'an'ın hükümlerinin haşa bu çağda geçersiz olduğu) düşüncelerinin yer aldığı kitaplarını ücretsiz dağıttırmıştı.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın bugün Erdoğan'ın dünkü sözlerini Mecelle kuralıyla tevil etmeye çalışsa da, gerçek budur ve Erdoğan'ın Kahire ve Riyad'daki laiklik propagandasının ve laiklikle İslam'ın bağdaştığı iddiasının altında yatan saik de Fazlurrahman'ın modernist irtidat çizgisine ikna edilmiş olmasıdır.

Dünden bugüne değişen hiçbir şey yok.
Rabbimizin, hayat menbaı apaçık Kitab'ı da ortada, geçmişten günümüze egemenlerin bu Kitab ve onun ahkâmı karşısındaki yaklaşımı da. 
Buyrun konuyla ilgili ayet-i kerimeyi hep birlikte okuyalım:

"Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım."(Yûnus, 15. ayet)

Angara'ya devletçilik oynamaya ve orayı dönüştürmeye gidenler, orada hep dönüştü ve oranın rengiyle renklendi bugüne kadar.
AKP olayı bu gerçeğin sadece son misalidir. Hiç kimse ila nihaye kıblesiz veya çok kıbleli kalmaz. Eninde sonunda kıblesini bulur.
Bâtılı bâtıl bilip ondan ictinap eden ve Hakkı Hak bilip ona ittiba edenler dışında kalanların, güncel istikbarın (egemen kültür ve ideolojiler) kıblesine tâbi olması ve onun kılıcını kuşanması kaçınılmazdır.

Ey Müslümanlar! İşte böyle. 
Siz özgün ve bağımsız İslami konumunuzda sebat ederek laik devlete Allah'ın dini karşısındaki haddini bildirmezseniz,
Laik devlet ve yöneticileri kalkıp Allah'ın dinine sınır çizmeye ve had bildirmeye kalkışır. Tıpkı bugün Cumhurbaşkanı'nın yaptığı gibi.
28 Şubat sürecinde Cumhurbaşkanı olan Demirel'in o gün ahkâm ayetlerine dair söyledikleriyle bugünkü Cumhurbaşkanı'nın "İslam'ın güncellenmesi gerektiği" sözü nasıl da birbirine benziyor.

28 Şubat medyasının Nureddin Yıldız'la ilgili linç yayınlarında güdülen gaye çok açık: 
Onun bir konuşmasından belli ki uzun uğraşlar sonucu buldukları bir boşboğazlık kesitini kullanarak İslam ve Müslümanları itibarsızlaştırmaya çalışmak. 
Oysa çok güzel konuşmaları da var Nureddin Yıldız'ın, niçin bir gün de o güzel konuşmalarına yer vermezler? Zira maksat başka; İslam'a ve Müslümanlara operasyon.
Ki son dönemde artan bir ivmeyle bu tür operasyonlarını artırmış bulunuyorlar.
Kısacası burada hedef Nureddin Yıldız veya bir başka ismin ötesinde doğrudan İslam'dır, Müslümanlardır.
Aksi halde bu alçakların, kadınların iyiliği gibi bir dertleri olmadığı açıktır. Onlar için kadın cinselliği sömürülecek bir nesneden ibarettir.

"Ankara Üniversitesi arşivlerinden derlenen "Milli Mücadelede Kadınlar" adlı sergide, Kurtuluş Savaşı'nda kahramanca mücadele eden kadınların ilk kez gün yüzüne çıkan fotoğrafları yer aldı" Haberi üzerine:
Çok güzel de, ya sonrası? 
Sonrası malum. 
İşgalcilere karşı silahı eline almış savaşan o Anadolu kadının başındaki örtü ve o örtünün temsil ettiği İslami değerlere karşı Kemalist irtidat diktatörlüğünün inşası...

At izi it izine öylesine karışmış ki, gel de ayıkla pirincin taşını!
Bölgenin en rezil ülkelerinden BAE politik sebeplerle Türk dizilerini yasaklıyor,
Normalde, çoğu fısk ve fücur içeren bu dizilere karşı çıkması ve politik sebeplerle de olsa bu yasaklama kararını neticede olumlu bulması gereken bizdeki din(i)dar gazeteler, BAE'nin bu kararına ateş püskürüyor.
Oysa şahsen diyebilirim ki BAE kurulduğundan bu yana belki de ilk defa doğru bir karar vermiş bu dizileri yasaklamakla.

Olacağı buydu. Kripto Fethullahçılar çizgi film kanalı kurup o bildik dinlerarası diyalog propagandalarını çocuklara kadar indirdiler!
O kanalda çok izlenen bir çocuk dizisinde Osmanlı dönemini tasvir ederken Müslüman çocuklarına muharref Hıristiyanlığın Paskalya Bayramını kutlatıp yumurta boyattılar.
Şaka şaka. Ortada kriptoların kurduğu bir kanal filan yok. Bu yazdığım sahne, TRT Çocuk kanalındaki Pırdino adlı çocuk dizisinde yaşandı.
Kısacası Fethullahçılar gitti fakat Fethullahçılık farklı boyutlarda yaşatılmaya devam ediyor.

28 Şubat'ın sivil ayağına niçin dokunulmuyor sorusunu gündeme getirmek iyi güzel de, söz konusu ayağın en tepe isimlerinden birinin bugünün de iktidar ortağı olan Devlet Bahçeli olduğu gerçeğini hatırlamakta fayda var.

Bireysel kimliğini Müslüman,
Sosyal-siyasal kimliğini ise Muhafazakâr Demokrat olarak deklare etmek, daha başından açık bir şirk izharıydı.
Zira hayat bütünlüğünden herhangi bir parçayı koparıp onu Âlemlerin Rabbinden ve O'nun ölçülerinden bağımsızlaştırmak şirktir.
Maalesef bu açık şirk izharıyla yola çıkanlar, süreç içinde birçok İslami (!) çevreyi de beraberlerinde sürükledi, dönüştürdü.
Tabii ki burada asıl sorumlu olanlar, İslami ilkelerden haberdar oldukları halde maslahat putuna yönelerek sürüklenenlerdir, nitekim Maide Suresi 105. ayette Rabbimiz bunu çok açık olarak bildirmektedir. 
Bizim ferdi kimliğimiz de, sosyal-siyasal kimliğimiz de tektir, o da Rabbimizin bizim için belirlediği Müslüman kimliğidir.

Esed denilen alçak aşağılık şey, iktidarını halkıyla paylaşmamak için yüz binlerce masumu türlü silahlarla, bombalarla katletti. Netice: Rusya'nın, İran'ın vs oyuncağı oldu ve tamamen onların kuklası haline geldi.
Öyle ki Rusya ve İran onunla Suriye'de iktidarı paylaşmıyor bile. Hatırlanacaktır, kısa süre önce Himeymim üssünde Piton denilen eş büyük şeytanın yanında yürünmesine bile izin verilmedi.
Bu dünyadaki rezilliğin Esed denilen katil oğlu katil. Bir de ahiretteki rezilliğin olacak ki, o gün işte mazlumların intikamının zalimlerden tam olarak alındığı gün olacak inşallah.

Son yıllarda haramlar geçmişe oranla niçin daha fazla yaygınlaşıyor, Kemalist irtidatla birlikte toplumsal yapıda başlayan ifsad niçin son dönemde çürüme boyutlarına ulaşmış durumda?
Bu durumun ancak, AKP süreci ile birlikte Müslümanların bâtıl işleyiş ve onun doğurduğu münkerat karşısındaki gardının düşmüş olmasıyla açıklanabileceğini düşünmekteyim.
Zira Kemalist irtidat ve onun gâvurlaşma dayatmalarına karşın, bu toplumda Müslümanların her daim bir karşı koyuşu söz konusuydu ve bu, toplumda belli duyarlılıkları canlı tutuyordu.
Ne zamanki Müslümanların (!) ekserisi AKP'yle birlikte sistemle bütünleşme gibi bir çıkmaz yola girdiler, işte o noktada tuzun kokması durumu ortaya çıkmış oldu.
Hiç unutmam, Yenişafak sahiplerinin babası Ahmet amcanın, gazetenin giriş katındaki çay salonunda vücudunu çok kapatmayan bir kıyafetle dolaşan bir bayana rastladığında elindeki bastonla onu kovalaması gazetede epey gündem olmuştu.
Şimdi Tv Net'teki sunucuları görünce keşke Ahmet amca yaşasaydı da o bastonuyla oğullarını şöyle bir hesaba çekseydi diyorum.

Kitaplarımı okuyan kardeşlerimiz bilir, Müslümanların tarihsel süreçte içine düştükleri/düşürüldükleri yanılgının (daha doğru tabirle Emevi-Abbasi aldatmasının), Rabbimizin Kitab-ı Keriminde sıkı sıkıya bağladığı imanla amelin bağınının koparılması ve amelsiz bir iman iddiasının makbul olduğu bid'atının üretilip yaygınlaştırılması olduğuna vurgu yaparım yıllardır.
Birkaç gün önce Yenişafak yazarı Taha Kılıç'ın Umman izlenimleri çerçevesinde kaleme aldığı yazısındaki şu ifadeler bu açıdan kayda değer:
"İbâdî teolojisinde amel imandan bir cüz kabul edildiği için, namaz hayatın merkezinde. Sokaklarda sigara içenlere rastlamak neredeyse imkânsız, çünkü sigara da toplumsal açıdan ifşa edilmemesi gereken bir günah olarak görülüyor."
İslami yaklaşımların ifade edilmesi noktasında bizim insanımızın dahi "teoloji" tabirini kullanmaya başlaması ciddi bir sorun, önce bu şerhimizi ifade edelim.
Burada üzerinde durmamız gereken husus, imanla amelin arasını ayırmadığınızda, ki bu Kur'an'a mutabık olan akidedir, bu durumda insanların dinlerini ciddiye aldıkları ve İslami yükümlülükleri pratize etmekte sorumlu davrandıkları gerçeğinin Umman örneğinde müşahhaslaşmasıdır.

Haydar Baş denilen hem Kadiri, hem Şii, hem Atatürkçü hem şu hem bu vatandaşın ilahiyatçı ünvanı taşıyan bir müridinin bir camide yaptığı duanın videosu dolaşıyor internette.
Haydar Baş'ın uydurduğu "M.Kemal'in Ehlibeytten olduğu" zırvasını tekrarlıyor ve bol da dua ediyor.
Kemalistler samimi ise Haydar Baş'a ve ilahiyatçı ünvanlı bu müridine ilk itirazı onlar yapmalı. 
Zira Ehlibeytten demek Arab kavminden demektir. Oysa M.Kemal'in, kafatası işleriyle meşgul olacak kadar Türk kavmiyetçisi olduğu bilinen bir gerçek. Kendisi için seçtiği soyadı da malum.

Devletin kurumu olan TÜİK verilerine göre, evlenme oranı 4.2 düşüş gösterirken, boşanmalarda ise 2.8 oranında artış yaşanmış.
Bunların kendi dönemlerinde olması, AKP yöneticileri açısından önemli bir soruna işaret etmiyor mu?
Zira bırakalım hayal aleminde yaşayan kimilerinin iddia ettiği gibi bir "İslamlaşma" sürecinin yaşanmasını, geleneksel aile ve toplum yapısının bile ciddi ve hızlı şekilde çözülmeye yüz tuttuğu bir dönemden geçiyoruz.

Kazandığını iddia ettiği ve bu sebeple adını "Kurtuluş Savaşı" koyduğu bir savaştan sonra, 
Mütegallibenin "Toplum olarak sahip olduğunuz değerleri terk edip bizim gibi olacaksınız, bizim gibi inanıp bizim gibi yaşayacaksınız" taleplerine, kısacası gâvurlaşma şart ve dayatmalarına üstelik gönüllü ve hevesli olarak tâbi olan Türkiye dışında bir ülke var mıdır şu dünya üzerinde?
Bugün 3 Mart, sembolik de olsa 1924'e kadar varlığını sürdüren Hilafet'in, Kemalist kadrolarca kaldırılışının yıl dönümü.
Yapıp-ettiklerine bakıldığında Kemalist kadronun bu coğrafyada İngiliz emperyalizminin truva atı işlevi gördüğünü çok açık olarak görmekteyiz.

Halen yapılmayan ve yapılacak gibi de görünmeyen 28 Şubat sorgusu:
- Ne ayaksın?
- Sivil ayak.
- Peki kaç ayaksın?
- Kırk ayak. Politikacı, sermaye, medya, STK görünümlü SDK'lar (Sivil Devlet Kuruluşları), Meslek Odaları, mafya vs vs.

İslam'ı artık Müslümanlara bile anlatamamak. İşte geldiğimiz nokta maalesef bu. 
Zira son 16 yıllık süreçte Müslümanların İslam'dan başka birçok öncelikleri oluşmuş durumda.
Muhafazakâr demokratlar bu eserleriyle övünebilirler artık.

Modern zulüm çağında, Rabbimizin insanlık için var ettiği zenginliklerin yüzde 2 - 3'ün elinde tekelleştirildiği kapitalist yığma ve yağma çağında dünyanın en acı gerçeklerinden olan "evsizler" sorunu ve devletlerin bu konudaki politikası, havalar soğuyup kar yağınca tedbir almak, evsizleri birkaç gün spor salonlarında vs misafir etmek.

Yani kısacası bu insanlara yönelik politikanın özeti şu: "ne yaşa, ne öl".

Kur'an'la ilişkimizdeki en önemli sorunlardan biri, Kur'an'ın mesajlarını genellikle kendi üzerimize almadan okuyor olmamızdır.
Bu konuda aklıma gelen ilk örnek, Müddessir Suresinde Velid b. Muğire özelinde tasvir edilen tutumdur.
"Ölçtü biçti, kahrolası nasıl da ölçü biçti..."
Evet, Velid b. Muğire Kur'an mesajıyla karşılaştığında onun hakkın ta kendisi olduğunu görmüş, 
Fakat Mekke'deki konumu, serveti, şan-şöhretini düşünüp hakkı kabul ve ona teslimiyet ile mevcut konumunu devam ettirme arasında tercihe sıra gelince ölçüp biçmiş ve maalesef konumunu, şan-şöhretini hakka teslimiyete tercih etmiştir.
Aslında her birimiz, söz konusu ölçüp-biçmeyi farklı düzeylerde yapmaktayız. 
Bunun neticesinde tercihini tam olarak Allah'ın dininden ve gerektirdiğinde dünyevi konumlarını feda edecek şekilde İslam davasından yana yapıyoruz muyuz?
İşte bütün nesele budur. Yoksa bu konudaki ayetleri okuyunca Velid b. Muğire'nin ne kötü bir tercih yaptığını ve neticede ziyana uğradığını söylemek kolaydır.
Önemli ve zor olan, bizim de aynı duruma düşmememiz, dünya ile ahiret arasında tercih yaparken ölçüp biçmelerimizde doğru kararı verebilmemizdir.

28 Şubat'ın balans ayarının acı neticelerinden biri şu olmuştur:
Eskiden Müslümanlar sosyal adaletin, faizci-rantiyeci kapitalist düzenin yıkılıp yerine İslam'ın, yığma ve yağmacılığı ortadan kaldıran paylaşımcı adalet düzeninin inşa edilmesiyle gerçekleşeceğini savunuyor ve bu yolda mücadele ediyorlardı.
Şimdilerde ise az bir kısmı dışında, salt yardım kolisi dağıtarak sosyal adaleti sağlayacaklarını zannediyorlar.
Balansçı zalimlerin dönüştüremediği, tevhidi iddialarında sebatkar Müslümanlara selam olsun.