“Model Ülke” Türkiye ve ABD’nin hedefindeki Müslüman coğrafya
Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana devam eden bir süreçte, evrensel değerler olarak tanımladıkları Batılı değerler ile uyum sağlayabilecek bir “müslümanlık” anlayışına sahip bir Türkiye için ne gerekiyorsa yapmaktalar. Ve bu konuda her türlü küresel ve yerel odaklar, bütün imkanlarını kullanmaktan çekinmemektedirler. Yani laik, demokrat, “müslüman” bir Türkiye...
H. Kissenger, bundan sonra Batı ile İslam değil, İslam ile İslam çatışacak demişti. Kissenger’in bu tespiti, “dine karşı din” politikasının global güçlerin kontrolünde çok daha profesyonelce yapılacağı anlamına geliyordu. Bu konuyla ilgili olarak Rand Corp. vb. düşünce kuruluşlarının raporları peşpeşe yayımlandı. Bu bağlamda başta Türkiye olmak üzere birçok halkı müslüman olan ülkede uygulamalar yapıldı. Konu müslüman bir zihnin laikliği ve dolayısıyla demokrasiyi içselleştirmesinin mümkün olup olamayacağıyla direkt alakalı olduğundan kendini müslüman olarak tavsif edenler arasına çok sert tartışmalara neden oldu... Ancak gelişmeler, bu çerçevedeki planların uygulanmasında sapmaları, savrulmaları, yöntem ve üslup hatalarını beraberinde getirdi. Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) ABD Projesi olarak algılayanlar, sözkonusu gelişmelerden yola çıkarak BOP’un iflas ettiğini iddia ettiler. Ya da ABD’nin, yöntem ve üslup hatalarıyla bu projeyi uygulamada başarısız olduğunu bu ifadelerle anlatmayı tercih ettiler. Oysa BOP, özü itibariyle bir ABD projesi olmaktan çok Batı’nın müslüman coğrafyayı kontrolü amacını güden yeni bir anlayışı, kapsamlı bir planlamayı ifade etmekteydi. Ve ABD ve Batı, Müslümanların zihin dünyasını kontrol amacını güden bu projeden vazgeçmedi, vazgeçeçeğede benzememektedir. Ne var ki, bu proje çerçevesindeki politikaların uygulamasındaki baskı, dışlama ve inkar anlayışının işe yaramadığını, çeşitli bölgelerde başvurdukları devlet terörünün misliyle terör olarak geri döndüğünü gördüler. Ve üslup değiştirmenin kaçınılmaz olduğunu farkettiler. Yani iflas eden, Neo-con’ların politikaları, yöntemleriydi.
İşte tam da böyle bir vasatta ABD de başkanlık seçimi yapıldı. Ataları köle olan ve zenci-beyaz ayırımı politikalarında ciddi travmalar yaşayan bir zenci çocuğu Barack Hüseyin Obama, ABD başkanı seçildi. İlginçtir, seçim kampanyası sırasında “müslüman” olduğu ve bunun gizlendiği/ takiyye yatığı ithamlarına maruz kalan ve/veya böyle bir kurgulamanın kampanyasının başarısına yardımcı olacağını uman Obama, başarılı bir halkla ilişkiler becerisiyle dünya ve Türkiye kamuoyuna, olduğundan farklı biçimde, sunuldu. Sanki gücü esas alan, çıkarları söz konusu olduğunda hiç bir insanlık değerini gözü görmeyen, hatta kendi damgasını taşıyan uluslararası kuralları gerektiğinde hiçe sayan, özellikle müslümanlara karşı topyekün bir savaş açan ve bölgedeki temel çıkarları nedeniyle İsrail’e mutlak destek veren ABD’deki sistemi ve bu sistemin arkasındaki felsefeyi devirmiş, altüst etmişti Obama... Halbuki gerçeğin hiç de böyle olmadığı, ABD’de başkan değişiminin temel politikalarda değişiklik anlamına gelmediği bilinmekteydi.
Obama, dünyaya olduğundan çok farklı sunuldu. Söz konusu olabilecek yöntem değişikliği, üslup değişikliği radikal bir değişiklikmiş gibi, özellikle sunuldu ve bununla ilerisi için önemli bir avantaj sağlanmak istendi. Bu bir gerçek. Ancak, kamuoyunu yönlendiren araçların arkasındaki güçler ve ABD’nin “yeni yüzünü” çıkarları için olumlu telakki eden çevreler, yanlış da olsa Obama’nın kamuoyuna sunulan imajından memnun oldular. O da attığı ilk adımlarla rolünü iyi oynadı. Özellikle de müslümanlara yönelik söylemleri ve jestleri şeytani nitelikteydi...
Obama, “ABD, İslam’la savaşmadı, savaşmayacak. Müslüman dünyayla ortaklığımız çok önemli.”, “Benim ailemde de müslümanlar var”, “Laik, demokratik, müslüman Türkiye 21. yüzyıl için modeldir.” vb. mesajlarıyla, müslüman coğrafyaya yönelik çok boyutlu savaşın ön şartlarını, anlamak isteyenin anlayabileceği bir dille ortaya koymuştur. Ve kuvvetle muhtemeldir ki bu havuç politikası büyük oranda amacına ulaşacaktır. Çünkü, unutulmamalıdır ki İslami bilinçten uzak, peşine takıldıkları liderleri marifetiyle küresel güçler ve onların yerli işbirlikçileriyle çatışmadan, hatta işbirliği, diyalog ve hoşgörü içinde yaşamalarının lehlerine olacağına inandırılan bir topluluğu hedef almaktadır bu mesajlar. Müslüman olarak bugünkü zilleti kabul etmeyen bir düşünceye ve siyasibilince sahip çevrelerin ise bir kısmının terör sarmalında olduğu bir gerçek. Diğer kısmı ise, net bir duruşa sahip olmadığı gibi, öncelikle tavır almaları gereken konularda suskunluklarıyla müslümanları kaygılandırmaktadırlar. Maalesef, asıl tepki koymaları gereken hususlarda böyle davranırken kendilerince önemli saydıkları alanlarda ve “özgürlük” alanlarını geliştirme olarak adlandırdıkları faaliyetlerde bir hayli gayretli gözükmektedirler... Böyle bir vasat, özellikle Türkiye’de ki müslümanlarda, tam bir ilkesizlik, pragmatik davranış, “zihni” ve siyasi olarak net olmayan bir duruş olarak kendini göstermektedir. Bu durumda ABD başta olmak üzere Batı, geçmişte yaptıklarının bir başka versiyonunu Türkiye’yi yanına alarak yeniden denemek istemektedir. Dolayısıyla Türkiye’ye büyük önem atfetmektedirler. “Model ülke” tanımlamasıyla müslümanlara yönelik projelerin “merkez” ülkesi olarak Türkiye’yi görmektedirler.
Öyleyse sormak gerekir: Nedir “Model ülke” olarak tanımladıkları Türkiye’nin özellikleri?
1) Laik bir rejime sahip olması... Hem de tepeden inme yöntemlerle jakoben laiklik anlayışının kıskacında yıllarca sıkboğaz ettikleri, sonra da “ılımlı” laiklik anlayışının şeytani çekiciliğiyle rejimle toplumu bütünleştirdikleri ve dolayısıyla insanımızın zihni evrimi konusunda büyük başarı kazandıkları bir laiklik anlayışı.
2) Yukarıda özetlenmeye çalışılan süreçle birlikte rejimi güvenceye aldığını düşünen Türkiye Cumhuriyeti’ni yönlendiren odaklar, değişen dünya ve bölge şartlarına uygun bir demokratik yapıyı ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bu konuda AB çapası büyük önem arzetmemesine karşın, sistem içi güç ve çıkar savaşının “derin”leşmesi nedeniyle ciddi sıkıntılar yaşamaktadırlar. Ama bölgedeki yeni rollerini başarıyla oynayabilmeleri için demokrasi standardını yükseltmeleri gerektiğinin bilincinde olsalar gerektir...
3) Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana devam eden bir süreçte, evrensel değerler olarak tanımladıkları Batılı değerler ile uyum sağlayabilecek bir “müslümanlık” anlayışına sahip bir Türkiye için ne gerekiyorsa yapmaktalar. Ve bu konuda her türlü küresel ve yerel odaklar, bütün imkanlarını kullanmaktan çekinmemektedirler. Yani laik, demokrat, “müslüman” bir Türkiye...
Bahse konu özellikleriyle başta ABD olmak üzere Batı dünyası, “model ülke” olarak sundukları Türkiye’nin, laikliği, demokrasiyi ve serbest ekonomiyi benimsemiş olmasının başarıyı, refahı, beraberinde getirdiğini göstermek istemektedir. Böylelikle müslüman coğrafyayı zihnen teslim almış olacaklardır. Bunda Türkiye’nin stratejik rolü büyük öneme sahiptir. Doğal olarak Türkiye’nin bu rolü iyi oynayabilmesi, başarılı olması ve en önemlisi de başka eksenlere koymadan bu misyonunu yerine getirebilmesi için bazı sorunlarını, her şeye rağmen, ivedilikle çözmesi gerekmektedir. Bunlardan birincisi, Batı standartına uygun bir demokratik sistemi bir an önce, kurmasıdır. Demokratik reformlar gerçekleşmeden diğer sorunların çözümü mümkün olmadığından bu yöndeki çabalar ivme kazanarak devam edeceğe benzemektedir. Bununla bağlantılı olarak, iç ve dış odakların birlikte gayretleriyle “kürt sorunu” boyutuna taşıdıkları etnik soruna çözüm bulmaları kaçınılmazdır. Aynı zamanda, bunları gerçekleştirirken Türkiye’nin laiklikten ödün vermemesi önemle üzerinde durulan bir konudur. Yani, Ahmet Altan’ın ironik tanımıyla, bu toplumu “Elhamdülillah laikiz” seviyesizliğine, çukuruna taşımak da stratejik önemde algılanmaktadır. Zaten “içimizdeki beyinsizler” marifetiyle çukura doğru hızla yol alınmaktadır. Ahmet Altan’ın bu tabirinin inciltici, tırmalayıcı, rahatsız edici olduğu elbette bir gerçektir. Ancak, uzun bir süredir, bazı cemaatlerin ve siyasilerin baş rolü oynadığı sekülerleştirme sürecinden rahatsızlık duymayan çevrelerin bu konudaki hassasiyetlerinin samimiyeti mutlaka sorgulanmak zorundadır.
Kısaca özetlemek gerekirse, Türkiye, sahip olduğu özellikleriyle, bölgesel ve küresel bazda oynayacağı rol, kontrol edeceği alan, kültürel kimlik ve bu çerçevede köprü olma kabiliyeti ve kapasitesi ile Obama’nın, dolayısıyla ABD’nin tam istediği bir taşeron devlet olarak nitelendirilmektedir. ABD, Türkiye’nin aracılığına, kolaylaştırıcılığına ihtiyaç duymaktadır. Ve her geçen gün bu ihtiyaç düzeyi artmaktadır.
TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNDE YENİ DÖNEM
Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batı için çok önemli bir ülke olduğunu bir kez daha vurgulayalım. Ömer Taşpınar’ın da belirttiği gibi, “Ankara, kriz dönemleri hariç, hiç bir dönemde ABD dış politikasında ‘merkezi’ rol oynamamıştır.” Başka bir ifadeyle, ABD’nin hoyrat politikalarında Türkiye, militarist eksenli yapısının dış odaklara sağladığı hareket alanıyla hep çantada keklik bir ülke olagelmiştir. Ama, Obama’nın stratejik Türkiye ziyaretiyle birlikte Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir döneme girilmiş bulunulmaktadır. Zira, bu ziyaret, amacı ve işlevi itibariyle bir ABD başkanının Türkiye’ye yaptığı ilk ziyarettir. Ziyareti gerekli kılan temel etken ise, Türkiye’nin ihmal edilmeyecek önemde bir bölgesel aktör olma yolunda hızlı adımlarla ilerlemesidir. Eskiden olduğu gibi, artık Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik özellikleri nedeniyle önemsenen bir ülke olmaktan çok siyasi ve kültürel kimliğiyle önem verilen bir ülkedir. Askeri bir darbenin sonunda ‘ortak çıkarlar’ zemininde ilişkilerin devam edeceği üç-beş generalle Türkiye’nin yönünün belirlenebildiği dönemler geride kalmıştır artık...
Bu yeni dönemde, Obama’nın Türkiye’ye yaptığı ziyaret, stratejik bir anlam taşımakta ve ABD Başkanı’nın Türkiye’den tüm dünyaya verdiği mesajlar büyük önem arzetmektedir. Öyleyse Obama’nın bu mesajlarını kısaca hatırlatmakta yarar var...
1) Bush yönetiminin yeni muhafazakar siyaset anlayışından tamamen farklı bir üslupla siyasetinin parametrelerini tüm dünyaya, özellikle Türkiye’den açıklamayı tercih etti Obama...
2) Bu vesileyle, en net mesajı, hedefindeki müslüman coğrafyaya verdi.
Sözde, bundan sonraki dönemde, farklılıklar arasındaki ilişkinin, şiddet ve terörist kodlama gibi mutlak ötekileştirme yoluyla değil; aksine konuşma, diyalog ve işbirliği temelinde kurulacağını, ABD’nin başına buyruk davranmayacağını deklare etti. Ama, bunun temel şartının da, ABD’nin bayraktarlığını yaptığı değerlerle uyum olduğunu da satır aralarında ifade etti...
3) Obama, Amerikan hegemonyasının, yeni dönemde, yeni bir dille inşa edileceğini, bunu yaparken kırıp dökmek yerine dili, stili ve tavrıyla yeni bir liderlik anlayışını geçerli kılmaya çalışacağının altını çizmeyi de unutmadı...
4) Dolayısıyla, bu yeni dönemde, büyük ihtiyaç duyduğu Türkiye’ye genişletilmiş - model ortaklık teklifini bir kez daha tekrar etti.
Aynı zamanda, psikolojik olarak bazı çevrelerde rahatsızlık uyandıran “Ilımlı İslam” ve asimetrik güç dağılımını ve askeri ittifakı ön plana çıkaran “stratejik ortaklık” gibi kavramlar yerine, aslında bu kavramları da dışlamayan “model ortaklık” terimini ön plana çıkardı...
5) Bu ortaklığın ekonomi - demokrasi ve güvenlik zemininde yeni bir dünya düzeni kurmak amacına yönelik olduğunu da açıkça ortaya koydu Obama...
6) Bilindiği gibi ABD açısından, orta vadede, dünyadaki enerji kaynaklarının güvenliği stratejik öneme sahiptir. Ancak, bu enerji kaynaklarının hepsinin ABD elinde olması çok zor olduğu gibi böyle bir şeye gerek de duyulmamaktadır. Söz konusu enerji kaynaklarının bir kısmının ABD’ye dost rejimlerin elinde olması da onlar için yeterli. Bu çerçevede Türkiye’nin önemi vurgulandı...
7) ABD için Afganistan her zaman çok önemlidir. Bugün ise her zamankinden daha çok öneme sahip gözükmektedir. Aynı zamanda NATO’nun Afganistan’da yenilgiye uğraması, hem ABD çıkarları, hem de AB çıkarları açısından büyük bir felaket anlamına gelir. Güneydoğu Asya politikasının stratejik önemi, dünyanın gelecekte alacağı şekil düşünüldüğünde Afganistan ve Pakistan çok daha kritik öneme sahip ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar.
Bu bağlamda, Obama, Afganistan ve Pakistan konularında Türkiye’nin oynayacağı role ve kolaylaştırıcı potansiyeline duyulan ihtiyaca dikkati çekti...
8) Türkiye ile Irak, dolayısıyla bölgesel kürt yönetimi arasındaki sorunların bir an önce ortadan kaldırılması, daha da ötesinde Irak’ın Türkiye ile birlikte hareket etmesini sağlayacak zeminin hazırlanması konularında ABD’nin yeni yaklaşımının olabildiğince net olduğunu ortaya koydu. Obama, Irak konusunun ABD’nin bölgesel politikalarında ne kadar kritik öneme sahip olduğunun bilincinde davranmaya başlamış gibi gözükmektedir. Nitekim konuyla ilgili her türlü çaba giderek ivmesi artan bir hızla ortaya konulmaktadır. Bilinmektedir ki, kısa ve orta vadede Irak ve PKK/Kongra-gel konularında radikal gelişmelerin ortaya çıkması bir gereklilik olarak ABD’nin ve Irak’ın önünde durmaktadır. Zira ABD-Türkiye ilişkilerinin derinleşmesinin, “model ortaklık” düzenine ulaşmasının ön şartı olarak, bu konularda, tarafları tatmin edecek gelişmelerin kotarılması görülmektedir.
Önümüzdeki günlerde Irak-Türkiye ilişkilerinde ciddi hareketlenmelerin yaşanması, PKK konusunda, kısa vadede, en azından Türkiye’nin rahatlamasını sağlayacak geçici çözümlerin üretilmesi kuvvetle muhtemeldir. Orta vadede ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin karar alma mevkiindeki kurumlarının mutabakatının oluşturulması büyük öneme sahiptir. Burada dış odakların kolaylaştırıcı katkısının gözardı edilmemesi gerektiğinin altı mutlaka çizilmelidir.
Bu çerçevede Genelkurmay Başkanı’nın son açıklamaları dikkate değer boyutlarıyla iyi okunmalıdır...YENİ DÖNEM VE GENELKURMAY BAŞKANI
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 14 Nisan’da Harp Akademisi’nde yaptığı konuşma ve 29 Nisan 2009 tarihinde düzenlediği basın toplantısı, üslubu, içeriği ve alışılmışın dışındaki boyutlarıyla önemlidir. Aynı zamanda, Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönemden bahsedildiği bir vasatta Obama’nın mesajlarıyla Başbuğ’un ortaya koyduğu bakış açısı arasında bağ kuranlar ve benzerliklere dikkat çekenlerin hiçte haksız olmadıklarını söyleyebiliriz.
Dünya değişiyor. Bu değişime paralel olarak, Türkiye’deki militarist eksenli rejimin yeni döneme uyumlu hale getirilmesi gereği ortaya çıkmıştır. Bu, sadece Türkiye için değil, Türkiye’den çok şeyler bekleyen küresel güçler için de bir gerekliliktir. Dolayısıyla böyle bir vasatta, TSK’nın, alışılmış reflekslerinin dışına çıkarak, demokrasiye, huku devletine ve sivil iradenin belirleyiciliğine vurgu yapma gereği duyması doğal karşılanmalıdır. Ancak, değşimin bir süreç gerektirdiğini unutan bazıları, “tamam, demokrasi vurgusunu yaptı, ama Ergenekon’a karşı mesafeli” türünden itirazlarla Başbuğ’un açıklamalarını değerlendirmektedirler. Bu haklı, ama aceleci eleştirileri yapanlar da çok iyi bilmektedirler ki, yeniden yapılanma süreci taşıyan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumları arasında, kurumların kendi içlerinde “derin” çatışmalar devam etmektedir. Aynı zamanda, bu kurumların başındaki kişilerin, bu kaos ortamını da, kurumsal denge arayış mecburiyetleri geçerliliğini sürdürmektedir. Ayrıca, başında bulundukları kurumun, sistem içindeki belirleyici konumundan kolaylıkla vazgeçmesini beklemek safdillilik olur. Hele, burada söz konusu olan ülke Türkiye ve TSK ise, bu çok daha sancılı olmak durumundadır. Zaten dünyada ve bölgede değişen dengeler ve dış dinamiklerin belirleyici ve zorlayıcı etkisi olmasa iç dinamiklerle böyle bir değişim ve yeni konumlanma kolay kolay ortaya çıkmayabilir. Bu, yakın tarihe bakıldığında net olarak algılanabilir... Dolayısıyla, bütün haklı itirazlara rağmen, Başbuğ’un konuşmalarındaki üslubu, demokratikleşme süreci yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nde ordunun kendini yeni şartlara uydurma sancılarını yansıttığını söylemek yanlış olmaz.
Nitekim, Başbuğ, konuşmasında, TSK’nın din karşıtı olarak gösterilmesine her zamankinden daha fazla tepkili bir dil kullanması ve ordunun “peygamber ocağı” olarak nitelendirilmesinden rahatsızlık duymaması, geçmişteki genelkurmay başkanlarına nisbetle “tehditkar olmayan” bir dil kullanması değerlendirmemizi desteklemektedir. Aynı zamanda, pek altı doldurulamasa da, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı’nın kimlik tartışmalarına dahil olması bir hayli manidardır. Kimlik tartışmaları çerçevesinde Başbuğ’un “Atatürk’e atıfta bulunarak da olsa”, “Türkiye halkı” tabirini kullanmasının da yeni dönemin zorlayıcı niteliğine işaret eden bir durum olarak altı çizilmesi gerekir. “Kart-kurt-kürt” anlayışından “Türkiye halkı” kavramı temelindeki bir tartışma çizgisine evrilen bir ordu, sizce de farklı bir fotoğraf vermiyor mu?!..
Bir kez daha altını çizelim. Dünyadaki güç dengeleri değişmektedir. Bunun bölgemize yansımaları her zamankine nisbetle çok daha derin ve radikal nitelikte olacaktır. Son gelişmeler, bizlere şunu göstermektedir ki, “Ortadoğu, artık İsrail-Filistin çelişkisinin çok ötesinde bir noktaya doğru hızla ilerlemektedir...” Bu değişimin geldiği nokta, son Gazze katliamıyla birlikte, dünya kamuoyunun da farkına varabileceği netliği ifade etmektedir. “Sünni Arap” devletlerinin geçmişte gizli olarak yürüttükleri İsrail ile işbirlikleri artık aleniyete taşınmıştır. Öyleki, yeni dönemin bölgedeki habercisi olan bu gelişme, Türkiye’nin öne çıkmasında önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Bu arada, bölgede İran gerçeği kendini hissettirmeye devam etmektedir. İran Devrimi’nin bölgedeki yansımaları giderek devrimci etkisini yitirmeye devam etse de İran gerçeğini dikkate almadan bölgede bir sonuç elde etmek güç gözükmektedir. Köklü siyaset geleneği ile İran’ın müslüman coğrafyaya yönelik saldırılar karşısındaki tavrı, tüm taraflarca, özellikle müslümanlar tarafından merak edilmektedir. Buna karşın, Batı’nın amaçları doğrultusunda parlatmaya çalıştığı Türkiye yeni dönemde, çok önemli fırsatlar ve tuzaklarla karşı karşıya olan ülke olarak öne çıkmaktadır...
Ezcümle, dünyadaki gelişmeler ve küresel güçlerin hedefleri doğru algılandığında, artık müslümanlar için sorunlar çok daha karmaşık ve boyutlu bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Geçmişten bugüne devam eden yöntem tartışmaların ötesinde “içimizdeki beyinsizler”in de dahil olduğu bir yönelişle İslami değerler ile “evrensel değerler” olarak batılı değerlerin telifi sürecinde ileri aşamalara doğru hızla ilerlenmektedir. Buradan hareketle, bazı güç odakları, şeytani planlarını uygulama yolunda cesaretlendirilmektedir. Ve kendi müslüman olarak nitelendirenlerin büyük bir kısmı, ne yazık ki, bu sürece karşı net bir “tevhidi duruş” sergilememekte, hatta belirli maslahatlarla “Abant Konsili” benzeri organize çabalara karşı durmak şöyle dursun aynı safta bulunmaktan da rahatsızlık duymamaktadırlar. “Sistem içi” mücadelenin kuşatıcı ve zorlayıcı özelliklerini dikkate almayan bir kesimde, bu önemli yanlışlarını, konuyla ilgili uyarıları küçümseyerek, sulandırarak geçiştirmektedirler. Konunun önemi ısrarla hatırlatıldığında ise peygamberin “eman” müessesesinden yararlandığı örneğini vermektedirler. Oysa hiç bir peygamber, içinde yaşadığı gayri islami sistemlerde “sistem dışı”, tevhidi duruşundan asla taviz vermemiştir. Eman müessesesi ve benzerleri, müslümandan herhangi bir itikadi taviz karşılığı olmayıp, bahse konu dönemde önemli bir değer olarak algılanan kabile asabiyeti gibi cahili anlayışların ortaya koyduğu bir hareket alanı olarak işlev görmüştür. Keza kriz yönetimini üstlenen peygamberin de mevcut sistemin temel değerlerini, değişmez umdelerini kabullenmesi şöyle dursun, en küçük bir itikadi taviz verdiğinden söz edebilmek imkanı kesinlikle yoktur.
Hep beraber yeniden, yeniden tefekkür edelim!
(Kaynak: İktibas Dergisi - Yorum)