Şükrü HÜSEYİNOĞLU
MODERNLEŞME POLİTİKALARININ NESNESİ VE DOLAYISIYLA MAĞDURU OLARAK KADIN
Türkçede “Şecaat arz ederken sirkatin söylemek” diye çok güzel bir deyim vardır. Laik-kemalist düzenin, “Modern Türkiye”nin yöneticileri de farkında olmadan zaman zaman bu duruma düşmektedirler.
Bu coğrafyada başlangıcı 19. asrın başlarına kadar gitse de, topyekün bir devlet politikası olarak bir asırdır “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” şeklinde belirlenen ve topluma da bir deli gömleği misali dayatmalarla giydirilmeye çalışılan batılılaşma/bâtıllaşma sürecinin acı semerelerinden bir olan kadın cinayetlerinin artışı konusunda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yaptığı açıklama, maalesef bu tür bir mahiyete sahip: “Kadın cinayetlerinde 2019'da bir artış söz konusu oldu. Sadece bizde de değil Avrupa'da da arttı. Kadın cinayetlerinin neden arttığını, dönemsel mi olduğunu değerlendiriyoruz.”
Bu açıklamadaki “Sadece bizde de değil Avrupa'da da arttı” kısmı, aslında çok önemli bir itirafı içermektedir. Şecaat arz ederken sirkatin söylemek deyimini bize hatırlatması da bundandır. Zira söz konusu ifade zimnen, kadın cinayetlerinin artışı ve bu elim hâdiselerin temelinde yatan aile kurumunun çatırdamasının temelinde “Avrupa gibi olmanın”, yani batılılaşmanın/bâtıllaşmanın yattığını teyid etmektedir.
Gerçekten de meseleyi tarihsel ve güncel boyutlarıyla ele aldığımızda, ailenin çok önemli bir müessese olarak toplumsal yapının sağlam temelini oluşturduğu Türkiye toplumunda, aileyi zayıflatan ve giderek çözülme aşamasına getiren toplumsal zafiyetin temelinde devletin batılılaşma/modernleşme politikalarının yattığını görürüz. Zira modernleşme, bir coğrafyada ancak toplumsal yapının ve bu yapının çekirdeğini ve omurgasını oluşturan ailenin atomize edilmesiyle mümkündür.
Her şeyden önce, ailenin sağlam kaldığı bir toplumda, modernleşmenin enstrümanı/nesnesi olacak kadın potansiyelinin temini mümkün olmayacaktır. Kadının eş ve anne olmak ve dolayısıyla ailenin direği olmak yerine, toplumsal dönüşümün, batılılaşmanın/bâtıllaşmanın rol modeli, itici gücü haline getirilmesi, “güzellik yarışmaları”nda yarı çıplak şekilde boy gösteren, defilelerde bedenini/endamını “cesurca” teşhir eden, tiyatrolarda, filmlerde her türlü rolü yapabilen, bir taraftan kapitalist çarkların ucuz işçiliğini omuzlarken diğer taraftan ürün pazarlama/reklam süreçlerinin kullanışlı nesnesi işlevi gören ve dahası evden mahrum edilip “genelevler”de şehvet nesnesi olarak satışa sunulan kadın potansiyeli, ancak ailenin zaafa uğratılması ile elde edilebilirdi.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminde iki başat modernleşme projesi uygulandığını söyleyebiliriz. Kemalist modernleşme ve sağcı-muhafazakâr modernleşme. Kemalist modernleşme biçimi, tepeden inmeci, dayatmacı, hard bir modernleşmedir. Tabii ki “muasır medeniyet” olarak algılayıp nitelediği batı gibi olmayı, batılaşmayı/bâtıllaşmayı esas alan bir yaklaşım biçimi olarak, batı modernleşmesi gibi o da temel enstrüman olarak kadını belirledi.
Batılılaşma/bâtıllaşma konusunda topluma rol model oluşturacak “öncü kadınlar” vücuda getirmekle işe başladı. Başta M.Kemal’in “manevi kızları” olmak üzere Cumhuriyet Halk Fırkası yönetici ve üyelerinin eşleri ve kızları, yeni giyim-kuşamlarıyla, sürekli değişen partnerlerle yapılan danslarla, su gibi içilen içkilerle “modernleşmenin öncü kadınları” rolünü üstlendiler.
M.Kemalin küçücük kız çocuklarına kendi elleriyle içki içirmesi, onları dansa teşvik edip bizzat dansa kaldırması, okullarda da çocukların birbirleriyle dans ettirilmesi, işbu kemalist batılılaşma/bâtıllaşma sürecinde izlenen meşum stratejiyi ortaya koymaktadır. Yazar Mina Urgan’ın anılarından birlikte okuyalım:
“Küçük Mina, dans nedir bilmiyordu. Atatürk, ona biraz öğretmeye çalıştı. Sonra da, ‘Ben senin için fazla yaşlı bir kavalyeyim, yaşına uygun bir kavalye bulalım sana’ dedi. Çevresine bakındı. On dört-on beş yaşlarında bir oğlan buldu. Küçük Mina, bu oğlanla dansa başladı, ama aklı Atatürk’teydi. Onun büfeye doğru gittiğini görünce, dans ettiği çocuğu bırakıp büfeye koştu. Atatürk, Küçük Mina’yı yeniden karşısında görünce, ‘Ne o, oğlanı beğenmedin mi yoksa?’ diye sordu. Şampanya ikram etti sonra. Küçük Mina şampanyayı o kadar beğenmişti ki garsondan bir tane daha istemeye kalkınca, hemen annesi girdi araya. Yatma zamanının geldiğini söyleyerek Atatürk’ten izin aldı.”[1]
“Kadını ifsad et, sonra onun üzerinden toplumu ifsad et” şeklindeki meşum modernleşme projesinin bu coğrafyadaki sembol isimlerinden olan Keriman Halis’in 1931 yılında İsviçre’de düzenlenen “Dünya güzellik yarışması”nda birinci seçilmesi, batılıların kemalist bâtıllaşmayı ödüllendirmesinden başka bir şey değildi. Kemalist düzen, gazeteleriyle bu utanç vesikasını topluma büyük bir zafer olarak duyurmuştu.
Kemalist Modernleşme ve Sağcı-Muhafazakâr Modernleşme
Kadını bir rol-model enstrümanı olarak kullanarak modernleşme hedef ve çabası, başta da belirtmeye çalıştığımız gibi doğrudan aile müessesesini hedef alan bir mahiyete sahiptir. Kemalist modernleşmenin liderinin, bu süreci kendi ailesini yıkarak başlatması da bu mevzuda kayda değerdir. Tepeden inmeci, dayatmacı ve İslam’la doğrudan-cepheden bir savaşı esas alan kemalist batılılaşma/bâtıllaşma süreci başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere büyük şehirlerde kendisine belli bir toplumsal taban oluşturabilmiş olsa da, Anadolu halkı daha başından bu dayatmacılık karşısında gardını almıştı. Dolayısıyla kemalist batılılaşma süreci, topluma sirayet etme noktasında hedeflerine tam olarak hiçbir zaman ulaşamadı.
İşte bu noktada sağcı-muhafazakâr modernleşme süreçlerinin, toplumla daha barışık yaklaşımlarıyla, toplumun değer yargılarıyla kavga eden, savaşan değil, o değer yargılarına sahip çıkıp onları içerden dönüştüren soft batılılaşma/bâtıllaşma politikalarıyla, kemalizmin hedefleyip sonuca ulaştıramadığı kimi toplumsal dönüşümleri gerçekleştirdiğini görmekteyiz.
Kemalist jakoben modernleşme süreçlerine karşı savunma refleksiyle kendini, aile yapısını korumaya alan Anadolu insanının, sağcı-muhafazakâr anglo-sakson modernleşme süreçlerinden gardını düşürdüğüne, liberalleşme ve soft laikleşme süreçlerine ayak uydurma tutumu içine girdiğine tanık oluyoruz.
Kemalist batılılaşma/bâtıllaşma sürecini, halkla barışık olmayan, tepeden inmeci yönüyle toplum katmanlarına sirayet edemeyen ve fakat toplumu ağır bir kültürel bombardımana tâbi tutarak direnci zayıflatan kültürel işgalin hava kuvvetleri, sağcı-muhafazakâr batılılaşma/bâtıllaşma sürecini ise topluma kolaylıkla sirayet edebildiği için çözülmeyi hızlandıran, liberalleşmeyi, sekülerleşmeyi tabana yayan kültürel işgalin kara kuvvetleri olarak vasfedebiliriz.
1923-1950 arasındaki tepeden inmeci kemalist modernleşme süreci ve 1950’den bugüne devam eden sağcı-muhafazakâr modernleşme süreçleri neticesi meydana gelen kültürel dönüşümlerin üzerine bir de 2011 yılında AB ile imzalanıp sonrasında yürürlüğe konulan meşum “İstanbul Sözleşmesi” gibi yasal müdahalelerin ortaya çıkardığı acı sonuç ortadadır.
Aile müessesesi ciddi hasarlar almakta, evlilikler azalıp boşanmalar artmakta, İslam’ın öngördüğü[2] gibi velayet üzere değil, bâtıl batının dayattığı şekilde rekabet üzere kurulan kadın-erkek ilişkileri çatışmaları, cinayetleri beraberinde getirmektedir. Bu çatışmaların, cinayetlerin en büyük mağduru da, modernleşme süreçlerinde rol-model misyonuyla nesneleştirilerek bir manivela, bir enstrüman olarak öne sürülen kadın olmaktadır.
Bugün ortaya çıkan acı netice odur ki, modern ve post-modern tuğyan, toplumları ifsad etmenin bir enstrümanı misyonuyla kışkırtıp rol-modern olarak öne sürdüğü kadını, karşılaştığı azgın erkek şiddeti karşısında yüzüstü bırakmış, mecrasından çıkarıp zehirlediği kadın-erkek konumlanmasının doğurduğu acı sonuçları telafi etmek, kadını içine düşürüldüğü bu çaresiz durumdan kurtarabilmek adına attığı adımlar ise, sorunu ve mağduriyetleri iyice katlamaktan başka bir sonuç doğurmamıştır, doğurmamaktadır.
Toplum olarak, muhatap olduğumuz tüm sorunların temelinde, bize kemalist dönemde dayatılmaya, sağcı-mıhafazakâr dönemde ise sevdirilmeye çalışılan batılılaşmanın/bâtıllaşmanın bulunduğunu ve çözümün de ancak ve ancak İslamlaşmakla mümkün olduğunu anladığımızda kadın da erkek de kazanan taraf olacaktır. Kadının veya erkeğin kazanan taraf olduğu bir neticenin, gerçekte her iki taraf için de ve bütün bir toplum ve insanlık için de ziyan olduğunu bilmek gerekir.
[1] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, YKY, Sh. 156
[2] Bkz: Tevbe, 9/71
(Not: Bu yazı İktibas Dergisi'nin Ekim 2019 sayısında yayınlanmıştır.)